Zygmunt Bauman’ın “mültecilik” özelinde bir tanımlaması var. Şöyle der:

“Modern çağda kitlesel göçler, ne tek başına yeni bir olay ne de çok nadir oluyor. Hatta durup dinlenmeden düzen kurmayı ve ekonomik ilerlemeyi kendine dert edinmiş modern yaşam tarzının değişmez ve daimi bir etkisi bu. Çağımızın özellikle bu iki niteliği, durmadan “ihtiyaç dışı insanlar” üreten fabrikalar gibi etki gösteriyor ve bu “ihtiyaç dışı insanlar” ya yurtlarında işsiz kalarak ya da siyasi nedenlerle kabul görmeyerek evlerinden uzakta sığınacak bir yer veya daha umut vadeden bir hayat için yola çıkmak zorunda kalıyorlar. (…) Üstelik özellikle Orta Doğu ve Afrika’da, sömürgecilerin arkalarında bıraktığı, istikrar beklentisinin düşük olduğu, ancak eski sömürgeci efendilerinin sağladığı muazzam cephanelerin bulunduğu, yapay olarak kurulmuş, sözde bağımsız “devletler”de süregiden iç savaşlar, etnik ve dini çatışmalar ve amacından sapan eşkıyalar nedeniyle yurtlarından ayrılmak zorunda kalan insanların sayısı artıyor.”

“Modern yaşam tarzı”nın ürettiği “ihtiyaç fazlası insanlar”… “Arap Baharı” ile başlatılan, kendi ekonomik ve siyasî amaçları doğrultusunda, “dünyayı yeniden şekillendirme” hedefi doğrultusunda Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren bir avuç “beyaz adam”ın “ihtiyaç fazlası insanları” imha girişimi…

Bu süreçte ortaya çıkan Suriyeli mülteci krizine Türkiye kapılarını açarak geçici bir çözüm bulmuş gibi görünse de ve halkımızın büyük bir kesimi mültecilere ellerinden gelen kolaylığı gösterse de kriz artarak büyüyor. Suriyeli mültecilerle ilgili problemler, iş gücü, barınma ve güvenlik olarak ortaya çıkıyor. Kümesten hallice evlerini Suriyelilere astronomik fiyatlarda kiraya veren mülk sahipleri, onları ucuz iş gücü olarak gören iş adamları, sokaklarda dolaşmalarına bile tahammül edemeyen “elit milliyetçiler” veya “bedava okuyorlar, devletten aldıkları parayla geçiniyorlar, bizden daha iyi durumdalar” diye veryansın eden tuzu kurular. Bauman’ın ortaya koyduğu “ihtiyaç fazlası insan” tabiri yaşanan bu tecrübe için de oldukça anlamlı.

Şöyle devam ediyor Bauman:

“Böyle bir dünyada dayanılmaz koşullardan kaçmak zorunda kalan insanlar, “hak sahibi” olarak görülmüyor; insanlığın elinden alınamayacağı söylenen haklara bile sahip değiller. Hayatta kalmak için insanların kapılarını çalmak zorunda bırakılan mülteciler, konu sahip olmadıkları hakların verilmesi olduğunda, bir bakıma “insanlık” bölgesinin dışına atılıyor. Ve müşterek dünyamızda bu şekilde yaşayan milyonlarca insan var. Sizin de ifade ettiğiniz gibi, mülteciler kendilerinden şiddet kullanılarak çalınan insan haklarının geri kazandırılması çabasıyla insanlığın zayıf noktası olarak tayin edilmek ve bu şekilde muamele görmek yerine, sıklıkla yerleşik ve yerli toplulukların sahip olduğu insan haklarına karşı bir tehdit olarak görülüyorlar.

Hem yerleşik toplumlar hem de onların seçtiği politikacılar arasında, “mülteciler sorununu” evrensel insan hakları çerçevesinden çıkarıp iç güvenliğe taşıma yönünde açık bir eğilim var. Terörist olabilecek kişilerden korunma amacıyla yabancılara karşı takınılan sert tutum, sıkıntı yaşayan insanlara karşı iyilik ve şefkat istemeye göre daha fazla rağbet görüyor.”

Bauman’ın okuduğu bu zihniyeti kendi toplumumuzda da görmek pek çoğumuzu hayrete düşürüyor. Oysa meselenin bir sistem problemi olduğunu mültecilere karşı takındığımız tutumdan da anlamamız gerekirdi. Suriyeli göçmenleri, savaşın vahşetinden kaçarak bize sığınan Müslüman kardeşlerimizi geçmişte hep yaptığımız gibi bir ensar gibi kucaklayabileceğimizi zannettik. Oysa şartlar bizim “ensar” olarak konumlanmamıza engel oluyor. Bir takım sivil toplum örgütlerinin ve hayırseverlerin çabaları, ne yazık ki toplumda o “ensar” ruhunu oluşturamıyor. Nedeni ise, ne kadar Müslüman bir toplum gibi görünsek de, “modern hayat tarzı”nın yani dünya ekonomik sisteminin bir parçası hem de bağımlı bir parçası olmamız. Mültecileri “ihtiyaç fazlası insan” olarak nitelemiyorsak da, kendi iktisadî düzenimizi bozan bir durum olarak gördüğümüz açık. “Benim okuyabileceğim okula bir Suriyeli’nin gidiyor olması yüzünden ben gidemiyorum, bu benim hakkım” diyen gençler duyuyorum. “Kiralar bunlar yüzünden arttı”, “her yerde geziyorlar, denize bile giriyorlar, oysa o denize girmek bizim hakkımız” diyenini de… Bunu bir Müslüman olarak diyebilenlerin “ensar” filan olamayacağı ortada. Müslümanlar olarak önceliğimiz, ameliyatlık problemlere yara bandı yapıştırmak değil, cerrahlık olmalıydı. Sistem çapında bir dünya görüşüne ihtiyaç, “ensar” krizimizde de ortaya çıkmıyor mu? Ensar, muhacir filan, bunlar sadece laf. Ensar olamadık, olamayacağız, çünkü dünyaya bir Müslüman gibi bakmıyor, bir batılı gibi bakıyoruz.

“Suriyeliler evine dönsün” kampanyası ve ardından yaşanan Suriyeli Müslüman kadın Emani Al-Rahmun ve çocuklarına reva görülen (kelimelerin aciz kaldığı) vahşet, Türkiye’yi ayağa kaldırması gerekirken, ne yazık ki, birkaç sosyal medya infialinden başka bir tepkiye sebeb olmadı. Yüzlerce kişinin cenazeye katılması, cenaze namazını Diyanet İşleri başkanının kıldırması bir “infial” göstergesi olarak okunabilir mi? Sanmam. Neticede cenaze namazı bir tepki değildir. Bir görevdir.

Diğer taraftan o anlı şanlı “şort haklarını savunanlar derneği” olarak özetlenebilecek Kadın Hakları örgütleri, bu vahşet karşısında “lâl” oldular. Ne sokağa döküldüler, ne kınadılar. Bauman’ın okuduğu “zihniyet”, işte bu tepkisizlikte de ayan oluyor. Mültecileri “ihtiyaç fazlası insan” olarak gören, bunu dile getirmese de, kendi “modern yaşam tarzına” bir saldırı olarak gören zihniyet, mültecilerin başına gelenler hakkında da vicdanî olarak huzursuz bile olamıyor.

Bauman şöyle diyor:

“Bununla birlikte devam eden mülteci sorunu için kestirme bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. İnsanlık bir kriz içinde ve dayanışma olmadan bu krizden çıkmak mümkün değil. Karşılıklı ötekileştirmeden kurtulma yolundaki ilk engel, iletişimin reddedilmesi. Kendine yabancılaşma, uzaklık, aymazlık, saygısızlık ve aldırmazlığa eşlik eden bir sessizlik var. Bu nedenle diyalektik sınır çizme sürecinin, sevgi ve nefret ikilisi yerine; sevgi, nefret ve özellikle mültecilerin sürekli karşılarına çıkan, aldırmazlık ya da ihmal üçlüsü açısından düşünülmesi gerekiyor.”

Sorunu tesbitte ve tanımlamada oldukça başarılı olan Bauman, iş çözüme geldiğinde pek bir şey ortaya koyamıyor. Batılı zihniyetin tenkidi bizi hakikate ulaştırmıyor. Dayanışma, iletişim, sevgi, ötekileştirmeme filan. Bunlar kendi başına hiçbir şey ifade etmiyor. Oysa mesele “insan” olmanın ölçüsüyle alâkalı. Neye göre “insan”? İnsandan maksad ne? Ve biz o “insan”a ne kadar yakın ve uzağız? İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “İnsandan maksad Allah Resulü’dür” der, yani Hakikati Ferdiyye- Ferd Hakikati. O’na yakinlikte insan, uzaklaştıkça da insanlıktan uzaktayız. Bu İbda’nın ortaya koyduğu dünya görüşünün en temel ölçülendirmelerinden de biridir.

İmân etmiş olmak, bizi Müslümanca davranmaya sevketmiyor. Bir batılı gibi oturup kalkıyor, yiyor içiyor, giyinip kuşanıyor, düşünüyor ve davranıyoruz. İslâmî kavramları ve örnekleri başımıza bir iş geldiğinde hemen hayatımıza sokabileceğimizi sanmak gibi bir tezad içindeyiz. Bir dünya görüşü ve ona bağlı sistem olmadan, bunu hayata hâkim kılmadan, kim olduğumuzu bile idrak edemeyiz. Velhasıl ne ensar ne de muhacir olabiliriz. Kimse bunun edebiyatını yapmasın. Ama herkes, bu yaşanan “vahşet”e, “gerekeni yapmadığı”, “yapılması gereken asıl işler dururken, faydasız kolayla uğraştığı” için ortak olduğunu da unutmasın!..

Baran Dergisi 548. Sayı