Hüdâi Vakfı’na ait İstanbul Tasavvuf Araştırmaları Merkezi (İSTAM)’nin düzenlediği ve Marmara İlahiyat’ın destek verdiği Uluslararası Bahâeddin Nakşibend ve Nakşibendîlik Sempozyumu 10-11-12 Aralık 2016 tarihlerinde gerçekleştirildi. Açılış Haliç Kongre Merkezi’nde Cuma günü öğleden sonra yapılırken; Cumartesi ve Pazar günleri saat 10-17 arası Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde tebliğler sunuldu, kısa bir film gösterildi, aralarda namazlar kılındı, yemekler yendi, sohbetler edildi. Ben ve arkadaşlarım da Baran ve Aylık dergileri adına sempozyumu izledik, bazı konuşmacılarla mülakatlar gerçekleştirdik. Her şeyden önce bu organizasyonu tertip edenlere ve emeği geçenlere teşekkür ederiz.

Haliç Kongre Merkezi’ndeki açılış öncesi ekranda Nakşibend’in sözleri geçerken çalınan ney, kudüm ve saz terkibindeki müziğin manevî atmosfere uygun düştüğünü söyleyebilirim. Nakşibendilikte müzik yok ise bile, bu hâl yüksek bir derece ifadesi demek olan müridler içindir. Biz Nakşibendî değil, Nakşibendî sempatizanıyız dememiz doğru olur. Mürid bolluğunu da bu açıdan değerlendirsek tasavvufun yüksek makamına daha edepli davranmış oluruz. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Nakşi sırrıdır kavgam” sözü de ulvî seviyeye işaret eder.

Şah-ı Nakşibend, medrese ile tekkeyi, şeriat ile tasavvufu, zahir ile batını öyle birleştirdi ki, asırlara şâmil bir fonksiyonu oldu. Ondan önce gelen İmam-ı Gazali de kelam ile tasavvufu mezcetmişti. Bu büyüklerden Şah-ı Nakşibend zahir hissesinde bâtında görülürken, İmam-ı Gazali, batın hissesinde zahirde tecelli etmiştir. Ve her ikisi de kendisinden sonraki çağları aydınlatan ışık olmuşlardır. Allah hepsinden razı olsun. Batı’nın akliyeciliğine göre ilim öğrenen ilahiyatçı kafalara karşı İmam-ı Gazalî hâlâ set çekerken, Kemalist rejimin bütün baskılarına ve içimizdeki mezhepsiz-Vehhabi propagandalarına rağmen Nakşibendîlik Anadolu’da ve dünyada yaygındır.

Açılış konuşmalarına biraz bakalım. Ahmed Hamdi Topbaş, cahil sofu ve muhteris âlimlerin çıkardığı fitneye işaret ederek, “bir silsileye bağlı olmayan fitne cemaatine (FETÖ) bakarak tasavvuf düşmanlığı yapmak ayrı bir hezeyandır” der. FETÖ üzerinden tasavvufa vurmak, Vehhabi-mezhepsizler ve Kemalistlerin işi olsa gerek. İrancı-Şiiler de bu işe yakıt taşırlar. Ama çıkmaz olan tasavvuf değil, onların yoludur.

İSTAM Başkanı Süleyman Derin, “15 Temmuz gecesi de birçok tasavvuf erbabı ya şehid olmuş, ya gazi olmuştur. Mecelle’nin, ‘Hâlıka isyan olunduğunda mahlûka bağlı olunmaz’ anlayışına göre bizde masumluk yoktur, ölçü şeriattir” der. İmam-ı Rabbanî’nin, “hırsı için ilmi kullananlara din hırsızları” dediğini de nakleder.

15 Temmuz Şanlı Direniş Gecesi’nde köprüde şehid düşen Menzil Cemaatine mensup, semtimizden komşumuz Salih Alışkan’ı burada rahmetle analım. Keza Halil gönüldaşı ve diğer şehidleri de…

Yeri gelmişken, “Sufî ve savaş” mevzuunu inceleyelim… Bu konuyu tebliğ eden Veysel Akkaya’dan özetlersek:

Sınır boylarında ve savaşlarda sufîler cihada katılmışlardır.

Osmanlı’nın son demlerinde birçok tarikat lideri ve sufîler bizzat savaşmıştır. Afrika’da Senusîler, Ticanîler… Abdülkadir el-Sunusî, hem Kadirî, hem Nakşîdir. Cezayir’de 18 yıl Fransızlara karşı büyük mücadele verir. Emir Abdülkadir el-Cezairî, Fransızlara karşı silahlı mücadele veren Nakşî ve Kardirî şeyhidir.

Orta Asya’da Nakşî Şeyhi Dükçi Îşân, Andican’da Ruslara karşı mücadele etmiş. Rusların karargâhını basmış, daha sonra Kaşgar tarafında yakalanıp idam edilmiştir.
Kafkaslarda 19. Yüzyılda efsanevî Nakşî Şeyhi Şeyh Şamil uzun yıllar Ruslara direnmiş.

Millî Mücadeleye Mevlevîler, Kadirîler, Bektaşîler, Nakşibendîler bütün tarikatlar katılır. Nakşîlerden Şeyh Ata Efendi’nin Özbekler Tekkesi’ndeki rolü çok mühimdir.
Doğu’da Şeyh Ziyaeddin Nursinî, müritleriyle birlikte Ruslara ve Ermenilere karşı direniş yapmış. Kolunu kaybetmiş. Sultan Reşat İstanbul’dan takma kol göndermiş.
Dağıstanlı Şeyh Şerafettin Bursa’da müritleriyle beraber Millî Mücadele için savaşıyor, çete savaşı veriyor. Sonra Geyve’ye çekiliyor.

Abdülhakîm Arvasî’nin Van ilinde Ruslarla mücadelesi var. Sıddık Efendi, Kasım Efendi ve Said-i Nursî ile birleşerek silahlı çete oluşturuluyor.

Nakşî Şeyhi Abdülkerim Kübrevî’ye savaştaki yararlığı için nişan verilmiştir. Nakşî Şeyhî M. Esad Efendi’yi de ilave delim. Ayrıca, Erzurum ve Sivas Kongresi’ne katılmış ve sonra mebus olmuş Nakşî Şeyhi Hacı Ahmed Fevzi Efendi’yi de sayabiliriz.

Nakşî Şeyhi Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi, oluşturduğu 60 kişilik çete ile Ermenilerle mücadele etmiş. Rusların cephaneliğini basmış ve Millî Mücadele ordusuna katılmış… Ve sayamadıklarımız…

Osmanlı’da daha doğrusu İslâm tarihinde ilimler bir bütün iken, sanat da ilimden ayrı değil idi. Şeriat ve tasavvuf ilimleri birbirinden ayrılmadığı gibi, dil, mantık, fen bilimleri de verilir, sanat zevki aşılanırdı. İnsanın ve hayatın bütünlüğüne eş bir eğitim verilir idi. Zaten sanat ve estetik en başta gelirdi. Giyimi de şık olan konuşmacılardan Ahmed Karataş’ın bir tesbitini de paylaşalım: “Her âlimin şiire istidadı var, şöyle-böyle şiir yazabiliyordu. Arapça ve Farsça’ya vakıf, tasavvuf kültürünü almışlar idi. Osmanlı ahalisi rüya merkezli hayat yaşar idi. Mesela kendi dine uzak olmasına rağmen A. Hamdi Tanpınar’ın romanları ve hayatı böyle idi. Çünkü Osmanlı terbiyesi almış idi.”

“Nakşibendî Meşayihi ve Hat Eserleri” konusunu inceleyen hattat Fatih Özkafa, sufîlerin eserlerini tahlil ederken bize hat sanatının inceliklerinden kısaca ders verir; tekkelerde sanat eğitimini müridin yetişmesi ve terbiyesi açısından gerekli gördüklerini de ifade eder. Belki saatlerce dinlemekten yorulan dinleyicileri de sanatın estetiğiyle dinlendirir.

Anadolu’ya Fatih Sultan Mehmed devrinde Nakşîliği getiren zat Abdullah-ı İlahî. Kütahya’da doğuyor, Semerkant’ta Ubeydullah Ahrar’a intisap ediyor. 9600 km. yol alıyor ve sonra o kadar yol ile İstanbul’a geri geliyor. Konuşmacı M. Akif Köseoğlu’nun tesbiti, “küreselleşme diye buraya bakmak gerekir” oluyor.

İlimlerin bütünlüğüne ve eğitim sistemine bir misal olarak çok yönlü Nakşî bir âlim Muhammed Hadimî’den bahsedelim. Tebliğ sunan Halil İbrahim Şimşek, Edebiyattan tefsire kadar 49 eseri var ve aynı zamanda eğitimci. 1900’lerin başı. Konya’daki medresesinde bugünkü ilahiyat taksimine benzer 6 bölüm yapmış. Felsefe de koymuş. Hadimî bir entelektüel, eğitim reformu yapmış, öyle ki Oxford’a öğrenci yollayacak kadar planlama yapmış; fakat gerçekleşmemiştir. Zülcenaheyn-iki kanatlı olmak. Zahirle batını, istidlalle tasfiyeyi, medrese ile tekkeyi birleştirmek. Klasik İslâm ilimleri yanında, modern Batı ilimlerini de okutmuş. Kendi kontrolünde olarak. Çünkü sen kendi kapsamına almazsan başkası seni kapsamına almaya çalışır. Kayıtsız kalmanın sonu kayıt altına girmektir.

Nakşîlikte insan ve mürşid faktörü başa alınıyor. Eğitimde de böyle. İlmi, hâliyle birlikte vermek, sevdirmek, sindirmek önemli. İnsana ilim aktarmak nisbeten kolay, fakat hâli aktarmak zordur. Makam ve mevki için ilim verilirse onun haysiyeti verilemez ve hırs-ikbal için kullanılan ilimden zarar doğar. Hoca faktörü devreye giriyor. Mürid (salik, talebe) de istekli olmalı, öyle ki istek azalırsa mürşid kuruyabilir.

Dededen toruna Devlet-i Âli Osman’a hizmet etmiş el-Aziz müftüsü Nakşî Şeyhi Kemalettin Harputî Efendi, Şeyh Said’in isyanı bahanesiyle kardeşleriyle birlikte sürgüne gönderilir. Çünkü Şeyh Said de Nakşî’dir ve onun sadece mürididir. Cumhuriyet dönemi yıkımları için şöyle der Kemalettin Efendi: “Bu memleket öyle hadiseler yaşıyor ki, cihan cihan olalı böylesini görmedi. Hükümetler değişebilir ama hem halifeliği kaldırmak, hem şeriatı kaldırmak görülmemiş idi.” Bu tebliği veren Ahmed Karataş araştırma yaparken karşılaştığı zorlukları şöyle ifade eder. “Şark İstiklâl Mahkemesi kayıtları hâlâ açıklanmamıştır. Öyle ki, 15-16. Yüzyıl ulemasının kayıtlarına ulaşmak, Cumhuriyet başındaki Osmanlı ulemasının kayıtlarına ulaşmaktan daha kolay.”

8. Oturum Başkanı Semih Ceylan, ehli olmayanın da tartıştığı bir mevzuda şöyle der: “Vahdet-i vücud ve vahdet-i şuhud birbirine alternatif değil. Bâtın bakımından her şey O’dur. Zahir bakımından her şey O’ndandır. İmam-ı Rabbanî, aslında varlıkta vahdet değil, tek hâlinde görülmesidir, diyor. Ehl-i Sünnet kelamcılarının görüşünü ön plana çıkarıyor. Yoksa vahdet-i vücuda alternatif getirmiyor.”

“Ehl-i Sünnet akidesi içerisindeki sırat-ı müstakim: Nakşibendîlik” mevzuunu işleyen Resul Ketenceli şunları ifade eder: “İmam-ı Rabbanî’ye varıncaya kadar bütün meşayih Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî’nin vahdet-i vücudunu benimsemiştir. Ubeydullah Ahrar tevhid düşüncesinde de vahdet-i vücud görüşü var, ama şerhler düşüyor. Bunun için Ahrarî tevhid deniyor. Şu söz de Ahrar’a ait: Enel Hak demek kolay, eneyi (benlik) kırmak zordur.”

Ubeydullah Ahrar, “her velî Allah’a bir yoldan ulaşır. Ben ise fakirlere hizmet ile Allah’a ulaşmaya çalıştım” der. Sempozyumda, tasavvufun iktisadî paylaşıma taalluk eden yönü üzerinde daha çok durulmalı idi. Nakşibendîliğin “el kârda, gönül yarda” prensibinin günümüzde nasıl hayata tatbik edileceği, sistemleştirileceği incelenmeliydi. 

Kapitalist-seküler sisteme karşılık olarak Hasan Kâmil Yılmaz’ın açılış konuşmasında vurgu yaptığı şu hususlar bizce önemli: “Bedeni ruhtan, şekli gayeden, bilgiyi hikmetten, dünyayı ahiretten ayırmak mümkün değildir. İrfan yolu olan tasavvuf, büyük cihad ile küçük cihadın arasını birleştirmektir. İç arınmayı yaparken, dışarıdaki putlara da karşı durmak gerek.

Benliğimizi bu istikamette eğitmek. Züht ve takva. Dünyaya meyletmemek, dünyevileşmemek-sekülerleşmemek zühttür. Takva ise Hakk ile olma, Hakk’a yakın olma, kalbi koruma çabasıdır.”

Şah-ı Nakşîbend’in kazandırdığı prensipler, sempozyum boyunca işlendi. Birkaç Nakşî prensibinden bahsedelim:
“Halvet der encümen”: Halk içinde Hak ile birlikte olmak.
“El kârda, gönül yarda” prensibi.
“Kur’an ve sünnete uymayan her bâtın bâtıldır.”
“Kalblerde tohumu yetiştirmek vazifemiz. Olmayan kalblere ise ekmektir vazifemiz.”
“Şeyhlik kapısını kapat, dostluk kapısını aç. Halvet kapısını kapat, sohbet kapısını aç.”
“Sefer der vatan”, hem iç hem dış yolculuk.
Bizim değişik konuşmacılardan derlediğimiz sempozyum notlarımızdan:
“Post derdinde değil, dost derdinde olmak.”
“Şeriat üç kısımdır: İlim, amel, ihlas. Tasavvuf bunun ihlas kısmını tamamlar. Tasavvuf şeriatın hizmetindedir.”
“Bir İngiliz tarihçisi Osmanlı için ‘derviş devlet’ tabirini kullanır.”
“Bir hırka ve bir lokma esprisi, kazanmada değil, infak etmede ölçüdür.”
“Helâl lokma çok önemli, heyecan eksikliği varsa haram lokmadandır.”
“Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaratan.”
“Altın silsile zamana mührünü vurmuştur.”
“Şeriatı olmayanın tarikatı olmaz.”
“Evveli şeriat, ortası tarikat, ahiri şeriattir.”

İslâm’a muhatap anlayış ve mukadder oluş davalarına da işaret eden, tasavvufî-işarî tefsir bahsinde Ali Namlı’nın söyledikleri:

“Rivayet tefsirinde de, lügat tefsirinde de rivayetler ve lügatler tefsir edenin gözlüğüne göredir. İşarî tefsir de kendi gözlüğüne göredir. Arada bir fark yoktur. Mucize olan Kur’an’dır. Bütün tefsirler beşer gayretidir. Peygamber hariç. Çünkü keşif ve ilhamda yanılma olur, rivayet tefsirinde de olur. Tasavvuf tefsiri sadece keşif ve ilhama dayanmaz. Kur’an’da, enfüsî (iç âlem) ve afakî (dış âlem) ayetlerimiz var, buyuruyor Allah… İşarî tefsir zahirî mânâyı inkâr etmez, batınî derinlik katar. Mesela, “yoldaki engelleri kaldırmak sadakadır”, Hadisini nefsin engelleri diye yorumlar işarî tefsirde…”

Necdet Tosun Hoca bir oturumu yönetirken şöyle bir hatırasını anlattı. Yorum yapmadan veriyoruz: “Orta Asya’dan öğrenciler Körfez ülkelerine okumaya gidiyor, Vehhabî olarak geliyorlar. Evde kendisine yemek hazırlayan annesinin yemeğini yemiyor. Sebebini soruyorlar, ‘sen Maturidî inancına bağlısın ve bizim gibi ‘Allah göktedir’ demediğin için kâfirsin ve senin yemeğin yenmez.”

Sosyolog Ergun Yıldırım’ın şu tesbitleri de önemli:

“Avcı toplumu, tarım toplumu, sanayi toplumu gibi tanımlamalar maddeci bakış açısını verir. Müslümanlar olarak biz bunu kabul etmiyoruz. Sosyoloji aslında Allah’ın tecellilerini inceler. Modern sosyoloji materyalisttir ve mistikliği dışlar. Tarih, geçmiş ve biten bir şey değil, bir ‘zaman’ değildir. Tarih, Allah’ın tecellilerinin mezhep ve meşrep farklılığı içinde toplumlarda zuhur etmesidir. Zaman sadece kendimize ait değil, zamana genel bakmak gerek. Zaman bugün kapitalizme indirgeniyor, zahirine bakıyor. Hâlbuki mânâ yönüne bakmalı. Allah’ın icmal sıfatının tecellisidir toplum. Toplumsal bütünleşmenin normu ise şeriattır. Norm, herkesi aşan ve birleştiren objektif sistemdir. Toplumsal bütünleşme sadece siyasî irade ve normlarla olan şey değil, ilim, irşad ve sohbet de gerekir. Nakşîliğin yaptığı budur.”

Tarihe vak’a olarak değil, Üstad’ın değerlendirmelerinde ve tarih muhasebesinde görüldüğü üzere, keyfiyet olarak bakmayı işaretliyor yukarıdaki satırlar.

“Bütün tarikatlar birdir, gayeleri Allah’a ulaştırmaktır” diyen Dilaver Selvi, zikir mevzuunun aslını şöyle izah eder: “Zati zikir, Sahabînin zikri. Zikir lezzeti içlerine yer etmiş idi. Çalışırken, yerken, içerken bu zevk hâli vardı. Nasıl vücudunda acı hâl var iken su içersen bile o hâl seni terketmez. Bunun tersini düşünün. Sürekli lezzet hâli.”

Samimî ve aşk diliyle konuşan ve Üstad’ın Abülhakîm Arvasî Hazretlerine bağlılık macerasını kendi üslubunca anlayan İrfan Gündüz Hoca “aşk ve istiğrak ile ilgili bir tek oturum yok” diye bir eksikliğe işaret eder. İsmet Garibullah’tan bahsedilmediği ve İsmailağa cemaatinden konuşmacı olmadığı da organize edenlere ifade edildi. İsmailağa’dan konuşmacı istediklerini fakat cevap gelmediğini aktardılar.

Sempozyuma katılım yoğun idi. Zaman zaman iki salon da doldu. Entelektüel kesime yakın olanlar ağırlıkta idi. Konuşmacılar da dersine çalışmış idi. Organize heyetinden Süleyman Derin, “Nehri’den, Erbil’den vs. Nakşî ailesinin ferdlerini de sempozyuma getirdik ki kaynaşma olsun. Belge ve tanıklar ortaya çıksın istedik” dedi. Fakat Nakşî ailelerinden konuşmacı yoktu. Birkaç sene önce yapılan İmam-ı Rabbanî sempozyumunda (yine aynı ekip organize etti) Serhend’den Nakşî aileler gelmiş ve konuşmaları ve salonda bulunuşları heyecanı yükseltmiş idi.

Esseyid Abdülhakîm Arvasî hakkında, Ekrem Buğra Ekinci tebliğ verdi. Genel olarak hayatını anlattı, halife bırakmadığını söyleyerek dar fakat elit bir mürid halkası olduğunu belirtti. Araya giren oturum başkanı İrfan Gündüz “Üstad’dan bahsetmemek olmaz. Üstad, Efendi Hazretlerinin en büyük kerametidir” diyerek kendi bazı hatıralarını anlattı. Ekrem Buğra Ekinci, Abdülhakim Arvasî Hazretlerinin, Mevlâna Halid Hazretlerine olan muhabbetinden de bahsetti.

Bir not olarak belirtelim; Mevlana Halid, çok teşkilâtçı bir Nakşî şeyhi. Müceddidiye-Halidiye kolu deniyor. Osmanlı padişahına dua ettirir müridlerine!.. Şiilere karşı Ehl-i Sünnet’i savunur ve muhtelif bölgelere elçiler gönderir. Şerif Mardin, “19. Yüzyılda Nakşibendîlik teşkilâtçı olmaya başlamıştır” der.

Üstad’ın şu güzel “Şah-ı Nakşîbend” noktalamasını verelim:

“Yüce Şah-ı Nakşibend, Nakkaş ve Nakış onda
Bütün içi dışıyla ölüme bakış onda.”

M. Erol Kılıç ise, “akademisyenler olarak bizler böleriz ayırım yaparız. Allah dostlarının arasını ayırmayalım. Tasavvuf ve şeyhler birdir. Âlim odur ki irtibat Kur’an’dır. Anadolu irfanına muhtacız” der. Sünnîlik ve Şiîlik arasında ortayı bulmak tarzında yazıları var ve Anadolu irfanını da bu mânâda alıyorsa bunlar yanlış kapılara yol açar. Bu kapılardan da başka Fetöler neşvü nema bulur. Zaten Fetö için dahî düne kadar, “onlar bizim kardeşimiz olmasa bile, amca çocuklarımızdır” diyordu birçok tarikat çevresi; İbdacılar Fetö’nün ne mal olduğunu söylediğinde ise “fitneci” diye yaftalanıyorlardı. İslâm ümmetinin itikadî ayrılığının sebebi Sünnî çerçeveyi koruyamamaktır. Zaten dışarının istediği de budur. Kaynaştırıcı ve birleştirici olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat’tır, sünnete bağlı tasavvuf ve tarikat yolu bunun bâtın mektebidir. İtikadî birliktelikten sonra siyasî ve aktüel meselelerimizi usulünce tartışmalıyız. Ehl-i Sünnet’e ve tasavvufa düşman Afganî-Abduh çizgisine sevdalı siyasîler, entel ve akademisyenlere ise dikkat. İtikadî olarak karıştırıcı rolleri ve İslâm’a muhatap anlayış davasına uzaklıklarından. Basında da etkililer ve belki de bundan dolayı Nakşibendîlik sempozyumunun haberleri pek yer almadı.

Bir konuşmacının para vakıflarının medrese ve tekkeleri finanse etmesinden bahsetmesi üzerine bir dinleyici, “günümüzde de para vakıflarına işlerlik kazandırılırsa, birçok vakıf ve dernek faaliyeti yürür” der. Düşünülecek ve üzerinde teklif verilecek mevzu.

Son olarak şunu hatırlatalım ki, tasavvuf kaal değil hâldir. Sempozyumda tasavvuf yolunu ancak sözle andık, hâlimize giydirmek bize kalmış bir iş. Müslüman olarak her anımızda vazife şuurunda olmamız gerektiği gibi, çağımıza taalluk eden sosyal-siyasî-iktisadî vs. vazifelerimizi bize hatırlatan bir mihraka, bir dünya görüşüne ihtiyaç vardır. “Züht ve takva”nın gerçek yeri de burasıdır. Ergün Yıldırım’ın “Nakşîlik sosyal bir ontoloji kuruyor” tesbitine muvafık, BD-İBDA’nın fikir ve cemiyet modeli Üstad’ın tabiriyle “İslâmiyetin emir subaylığıdır” ve BD-İBDA tuğrasının üzerindeki isim de büyük Nakşî şeyhi ve irşad kutbu Esseyid Abdülhakîm Arvasî’dir.

Baran Dergisi 517. Sayı
08.12.2016