“Dedi ki:
(-Bir kimsenin davasını onun mânâsı için, bir kimsenin mânâsını da davası için öğrenmek isterim!) Salih Mirzabeyoğlu, Kökler


Biz ruhçuyuz. Sebebte, neticede ve gayede maddî değil, rûhî bir âmil ararız. Bu bakımdan, dünyayı, eşya ve hâdiseleri kavrayış biçimimizde ruhî delilleri arar, buna nisbet ederiz. Din bağlısı kılığıyla zahiri kabul edip bâtını reddedenler, yani, din içi gibi gözüken “kaba softa ve ham yobaz” ile Allah ve Resûlünü toptan reddeden ahmak taifesi, esasında aynı soyun yolcusudur... İslâm olan, yani “teslim” ile felâh bulmuş Mü’minlerin gözünde her hâdise, her iş ve oluş gayreti ruhî bir faaliyet mevzuudur. Bu hissiyat, görüş ve görünüşü ne kadar ve ne türlü pratize edebildiğimiz ayrı bir fasıl olmak üzere, mensup bulunduğumuz din’e nisbetle hareket ettiğimiz ideâlin vazettiği “ruhçuluğun ufuk çizgisi Allahçılıktır!” (N.F.K)

Tanzimat sonrası ilk defa fikir planında bu mevzuu derli toplu bir şekilde ele alan, onu alelâde bir görüşün dışında, bir dünya görüşünün hasrında izâh edip sistemleştiren de Necip Fazıl Kısakürek oldu.
*
Necip Fazıl, geçtiğimiz yüzyılın tümünde başlı başına mevzu olmuştur. Tanzimat döneminde yaşayan ve kendisine “Şâir-i Âzam” denilen Abdülhak Hamid Tarhan bile genç Necip Fazıl’a “Tanzimat’ı ben yaşadım ama senden öğreniyorum!” demiştir.

Üstad Necip Fazıl “muhasebe”sine içinde bulunduğu yüzyılı nirengi noktası kabul ederek başlamış, nirengi noktasını “Allah Resûlü’nün eteğinden başka tutamak, dayanak ve sığınak” kabul etmeyecek bir yüksekliğe bağlayarak kendi nefs muhasebesini insanlığın muhasebesine dönüştürmüştür.

İçinde bulunduğu sosyetenin bir numaralı artisti olarak salonlarda “tek mısraı bir millete şeref vermeye yeter!” diye anons edilirken, tüm bu dünya debdebesini elinin tersiyle itmeyi bile kerih görecek kadar üstün bir imân kanaatiyle İslâm davasının bayraktarlığını yapan insan...

Örgüleştirdiği dünya görüşü Büyük Doğu ile kendisinden sonraki yüzyılı da kapsayacak bir fikriyâtı doğurmuş, etkileyiciyi etkileyen... Diyor ya “yakıcı imân, sahici imân!”
*
Mevzu Necip Fazıl ve hele de aylardan Mayıs olunca hemencecik beylik cümleler ve kronolojik klişeler hâlinde serdedilen bir kısırlığa düşülüyor...

Geçen Yüzyılın en büyük buhranı, dünyanın maddeci görüşler tarafından istilâ edilerek krize sürüklenmesiydi. Bu yüzyıl ise, maddeci görüşlerin istilâsına maruz kalarak her yanı bir yangın manzarasına dönmüş insan yığınlarının enkazından ibaret. Hülâsa, kriz bakımından değişen bir şey olmadığı gibi derinleşen bir buhran hâli mevcut…

Böyle bir dünya ve Türkiye manzarası içerisinde Necip Fazıl daha da anlam kazanıyor. Çünkü örgüleştirdiği dünya görüşü, maddeciliğin zirvesini yaşayan ve ruhçu görüşlerin yoldan saparak itikatları zedelediği bir dünya içinde “ruhçuluğun ufuk çizgisi”ni temsil ediyor.

“Son ve Tek Kıvılcım” bahsinde şöyle diyor:

“Kimbilir hangi muazzez velinin mangalından sıçradık, hangi mübarek mü’minin fenerinden damladık, hangi muhterem mustaribin sigarasından düştük de; bu süngerlerden daha ıslak, çöp tenekelerinden daha kirli odun yığınının bir köşesine karargâh kurduk.” (1)

Böyle bir fikir, sanat ve aksiyon adamını, hep maddî, kabuk, dışyüzden meselelerle ele almak bile esasında maddî esaretin zihnî bakımdan çağımız ve insanını nasıl da çepeçevre sardığının ayrıca delili olsa gerek…

Mevzuu, yani, Necip Fazıl ve Büyük Doğu’yu kendi dar idraklerinde dış yüzden ve kronolojik sıralamalara hapsedenler –hüsnü niyetle söylersek- evvelâ şunu gözden kaçırıyorlar ki, Necip Fazıl, Büyük Doğu ideâlinin tacı olarak kendisinin sadeleştirdiği, Esseyyid Abdülhakîm Arvâsi Hazretleri’nin eseri Rabıta-i Şerife’yi kabul eder... Tam bu esnada Necip Fazıl Hazretleri’nin nasıl bir makamda olduğunu ihtar eden şu hikmeti hatırlayalım:

“Dedi ki:
-(Din büyüklerinin eserlerine el atmak, onları Türkçe’ye çevirmek, yani sahiplerinin ruhaniyetine bürünüp kendilerini Türkçe konuşmaya davet etmek cüretini gösterebilmek için şartlar: İlim nizâmı, hikmet gözü, üstün idrak ve intikâl melekesi, zevk ve incelik mizacı, aşk ve edeb tab’ı, haşyet ve hürmet ürpertisi, lisân ve üslüp ustalığı... Artık düşünün Kur’an ve Hadîse el atabilmek için insanda daha neler olmak lâzım, neler!) (2)
*
Ve, bütün hayatı tek ve üstün bir mânâdan ibaret Üstad’ı, sahte olduğu her hâlinden belli, yapmacık olduğu beş yüz metreden hissedilen bir anma atmosferine hapsetmek isteyen kısır idraklerin anlamadığı dava:

“Kafa kağıdıma âit hayat hikâyem bazı eserlerimde gereğince yazılı olsa da, bu kadarı yetersiz... Onlar kalın ve dış çizgilerden ibaret... Ne zaman, nerede ve nasıl dünyaya gelmişim; soyum, sopum, büyüme ve yetişme şekillerim, dış görünüşleriyle tuttuğum yollar ve büründüğüm oluşlar, hatta bir gün nerede, nasıl ve ne zaman öleceğim... Bütün bunlar madde, kemiyet, kabuk ve zarf misâli şeyler... Ve gözümde fazla değer sahibi değil... Asıl ruh hayatımı, ruhumun kafa kâğıdını resimlendirmek isterdim!)” (3)
*
Hayatı baştanbaşa bir mânânın peşinde geçen ve bir mânâ uğruna çekmediği dünya çilesi kalmayıp “Eşeddül belâ, alel enbiyâ, sümmel evliyâ, sümmel emselü, fel emselü” Hadîsi Şerîfi’nin sırrından bir hayat süren din büyüğünü, sadece kemmî hesapların içinde ele almak ve böyle değerlendirmelere(!) tâbî tutmak, en hafif tabirle, kaba softa ve ham yobazlığın daniskasıdır!
*
Neredeyse tam 40 küsûr yıldır, içeriden-dışarıdan, Necip Fazıl Hazretleri’nin “sen bana yazıyorsun, anlamazlar!” dediği Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu ademe-yokluğa mahkûm etmeye çalışan ve -her biri kendi içinde birbirilerini sevmedikleri hâlde- el birliğiyle ondan bahsetmemekle kendi keleşlik ve hainliklerini saklayabileceklerini zannedenler, bugün, çok şükür hüsrana uğradılar. Zarar, ziyan, sefalet ve aşağılık onların oldu; şeref, dava namuskârlığı, izzeti ise Salih Mirzabeyoğlu’ndaydı, yine onda...

Büyük Doğu’nun yürütücüsü İBDA’nın mânâsı, artık memleketimiz gençlerinin idraklerine ulaşmış, sinelerinde yeşeriyor. Üstad Necip Fazıl Hazretleri’ni senede bir gün anarak ona Kabotaj Bayramı muamelesi yapan sefillerin devri kapandı!

“Necip Fazıl’ın mânâsı Salih Mirzabeyoğlu”nun fikirlerine susamış, imân arzusuyla yanan gençlerin devri başlamıştır!

Ne demişti rahmetli Üstad?
“Sussun, sussun, uzakta ölümüme ağlayan;
Gencim, ölmem, arzular kanımda bir çağlayan;
Şırıl şırıl,
Şırıl şırıl...”

 
Dipnotlar:
1) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu yay. İst. Sayfa 560
2) Salih Mirzabeyoğlu, Kökler, İBDA Yay. İst. Sayfa: 19
3) A.g.e. Sayfa: 22