Kimi ülkelerin diğerlerine nazaran zaman içerisinde şu veya bu cihetlerden avantajlı olmaları ve bu avantajı siyasî güce inkılâb ettirmeleri tabii bir durumdur; zaten tarih de bunun hikâyesini anlatır.

Güçlenen ülkelerin iradeleri tek bir mihrak etrafında kümelenir, hemen civarlarından başlayarak öteki memleketleri tasarrufları altına alır ve böylece iktidar alanlarını genişletirler. Bir mihrak etrafında birleşmeleri hem güçlenmelerini sağlayan, hem de güçlenmelerinin neticesi olan, yani aynı anda gerçekleşen bir olgudur. Bu genişleme ile güçlenme arasında diyalektik bir münasebet vardır. Ta ki diğer güçlü olan bir siyasî odakla karşılaşana kadar bu vaziyet sürer. Temas halinde nihayet bir kapışma kaçınılmazdır ve esas olan çekişmedir. İbni Haldun’un “Mukaddime”si bu mesele çevresinde şekillenir.

Böylesine bir iki cümle ile kolayca anlattığımız hadise akışı elbette o kadar basit değil. İşin aslı, bir insanın diğerine tahakküm arzusundan kaynaklanan ve gide gide milyonlarca, milyarlarca insandan müteşekkil ülkelerin oluşumunu belirleyen “ben” veya İbda Mimarı’nın ifadesiyle bir iç âlem meselesidir. “Kendini bilen Rabbini bildi” ölçüsünde pıhtılaşmış bu hakikati anlamazsak, bütün tarihi maksadsız bir itiş kakıştan ibaret görürüz. Bir kişinin çevreden aldığını istidad halinde kendinde gömülü hasletlerle yoğurması ile başlayan süreç, şartların uygun olduğu bir anda bütün dünyayı değiştiriverir. Bir düşünce adamı, Üstad’ın deyişiyle, hadiselerin posası ile değil, o posanın usaresi durumundaki bu asıl dönüştürücü mekanizma ile ilgilenir. Bu bakış açısı sadece Üstad’a da ait değildir; Hegel’den Marks’a kadar birçok filozofun nazarında tarihin güdücü bir özü vardır. 

Bu mevzuyu çok uzatmak istemiyorum. Yalnız şunu ifade etmem lazım: Bir ülkenin siyasî kuvveti, onun iktisadî kuvveti ile paralellik arz eder. Bunu bir sabite halinde başa koymak lazım. İktisadın, ana hatlarını çizdiğimiz güç ilişkileri çerçevesinin dışında olması mümkün değildir. İktisad, bir yanıyla ülkeler arası ilişki olduğu kadar mücadeledir de. Harblerin tarih boyunca sadece silahla yapılmadığını biliyoruz. İktisadî gelişme ve düzen hem siyasî iktidarı besler, hem de onun varmaya çalıştığı bir hedeftir. İlişkilerin içiçe olduğu ile uluslararası serbest ticaretin içi boş bir söylemden ibaret bulunduğu son yıllarda öylesine aşikâr hale geldi ki, en liberal kesimler bile artık bu düşmüş maskeyi tekrar yerine koyma zahmetine girmiyor. 

Faizin yasaklandığı, yüksek kârlara hoş bakılmayan bir cemiyette iktisadî dinamizm ve kalkınma nasıl sağlanacak? Yatırım yapma kapasitesine sahib sermaye birikimi nasıl oluşturulacak? Gelişmenin membaını eşitsizlik ve kıyasıya rekabet gören Kapitalist model (aslında orada da kazın ayağı öyle değil), son raddesinde cemiyetin bir avuç sermayedarın güdümüne girmesi neticesini vermektedir. Birçok iktisad tarihçisi, bu yüzden, Batı tipi kapitalizmin liberal bir modelden ziyade yoğun devlet denetimi altında, hatta “karma” bir mahiyet arz ettiğini belirtmektedir. Yani Batı tipi kalkınma modeli olarak önümüze konan liberal kapitalizm veya serbest piyasa ekonomisinin düzgün bir şekilde çalışmasını temin için, mantık icabı, katı bir denetimin gerekli olduğu, en ateşli müdafileri tarafından bile kabul edilmiştir. ABD’deki sendika, anti tröst ve anti kartel yasaları bunun için vardır. 

Sadece ama sadece kâr elde etme için çalışıp üretme, maddeten izah edilebilir mi? Ama modern ekonominin temel mottosu, herkesin kendi çıkarını düşündüğü ve insanların bütün gayesinin daha çok kazanma, daha çok kâr etmeden ibaret olduğudur. Kârın maksimize edilmesi/en azami raddeye çıkarılması esastır. Bu halin tezahürü katı bir müşahhas olsa da diğer her halin olduğu gibi izahı maddî değil, yine ruhîdir; kazanmanın, daha çok kâr etmenin, insana ait diğer her haslet gibi menşei ruhtur, yani onun müşahhas olanda mücerredi arama iştiyakıdır. O halde, sadece kazanma ve kâr etme yerine yine ruhî bir motivasyon ikame edilebilsin ki bunların sağladığı içtimaî dinamizmi, yol açtıkları tahribata sebebiyet vermeden sağlayabilsin. Bu motivasyon, kestirmeden söylersem, bir inanç ve bu inancın ahlakıdır. Bizden değil, çalışıp kazanmayı iyi bir Hristiyanlık göstergesi sayan Kalvinizm ve Protestanlığı bu söylediğimize örnek gösterebiliriz. Bilindiği üzere Avrupa’nın iktisadî kalkınması bu iki mezhebin zuhuruna bağlanmaktadır. İktisadî gelişmelerin bu mezheblerin ortaya çıkışında bir amil olduğunu iddia edenler bile neticede bu mezheblerin kapitalizmin billurlaşmasında müthiş bir etki yaptığını itiraftan kaçamamaktadır. Mesele, bir inanç mihrakı ile onu insanların iç dünyalarında her dem taze tutacak bir fikir düzeninin mevcudiyeti ve bu mihrak etrafında milli birliğin ve adaletin tesisidir. Söylemesi kolay denebilir ama en azından belli bir noktaya kadar büyük bir iktisadi ve siyasi güç olmanın başka bir yolu yok. Hülasa insanları bir arada tutan güç ortak bir “müteâl/aşkın” varlığa yönelik bağlılıktır. Cemiyet olarak gerçek müteâle bağlanılmazsa, mutlaka bir “şey” gelip o pozisyonu işgal edecektir. O takdirde de klikleşme ve nihayet parçalanma baş gösterecektir. 

Her ülkenin kendi içtimai bünyesine uygun bir iktisadî sisteme sahib olması icab eder. Bugün tıbta her hastaya özel bir hastalığın mevcudiyeti bile kabul edilmişken, bambaşka kültür ortamlarında varlıklarını sürdüren birbirlerinden 180 derece farklı ülkelerin aynı siyasî ve iktisadî normlara sahip olması mümkün değildir. Böylesi bir iddia, bazı ülkelerin çıkarı için diğerlerinden istifade etmesinden başka bir maksad gütmez. Hatta daha da ileri giderek belirtelim ki, benzer kültür ortamlarında yaşamalarına rağmen bir Amerikan modeli bir Fransız’ınkinden, bu iki ülkenin birbirinden farkı kadar farklıdır. Müteaddit defalar ifade ettiğim gibi, en temel insanî öz –mesela, iktisadda “hayatını cemiyetin istediği asgari şartlar altında idame” arzusu- âlemşümuldür; ancak bu arzunun tezahürü bir kültürün yansımasıdır. Her kültürün ürettiği müteâlin de o açıdan farklı olması son derece doğaldır. Ama insanların kendilerini hasredecekleri müteâl bir varlığın (tanrı, milliyetçilik, ideoloji, gurur, gelecek nesillerin saadeti, vs., vs.) zarureti değişmez.

“Düşmanın silahıyla silahlanın.” Bu mukaddes ölçü, bir İslâm devletinin ana stratejisini tayin eder. Harbin esas durum olduğu, düşük yoğunluklu da olsa aslında her ülke için kesintisiz devam ettiği de unutulmamalıdır. Lakin bu harbin mahiyet ve görünüşleri zamandan zamana farklılıklar göstermektedir ki bu da gayet tabiidir. İktisaden kalkınmış ülkelerin, bugün az gelişmiş sınıfındakilere tahakküm ettiği bir vakıa olduğuna göre, onların son tahlilde tahakkümünü sağlayan “araçların” en az dengini elde etmek, sıradan bir Müslümanın olduğu kadar bir Müslüman ülkenin de vazifesidir. Ancak bunu nasıl başaracağız? Bütün meselenin düğümlendiği soru budur. Bu soruya en başta fikir planında/teorik seviyede cevap vermenin gerekli olduğunu kabul etmek zaruridir (maalesef böylesine açık bir hakikati bile bu şekilde söylemek zorunda kalıyoruz). Derin ve hakîm Anadolu irfanının bu soruya verdiği cevab, BD-İbda Fikriyatı’nın tesisi olmuştur. Ancak bu yazımızda fikriyatın teorik çözümlerine pratik bir örnek vermek istiyorum. O yüzden 2. Dünya savaşı sonrası Japon kalkınma modelinden bahsedeceğim. Böylece Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’nde ana hatlarını çizdiği ve “hayalî” bulunan cemiyet tasvirinin, batıl da olsa bir mefkûre etrafında birleşen bir cemiyet tarafından nasıl gerçekleştirildiği görülsün. 

(Bu yazıda faydalandığım ana kaynak, Arrighi’nin Uzun Yirminci Yüzyıl isimli eseridir. Gönüldaşların okumasını hararetle tavsiye ederim.) 

Bir sonraki bölümde, Japon iktisadî modeline yakından bakacağız.


Baran Dergisi 611. Sayı