LEVHA: 12 Mart 1989… Üstadım’ın elinde, sayfalarını numaraladığı bir defter… Benim TİLKİ GÜNLÜĞÜ gibi… Ama o rüyâları değil, sadece günlük hâdiseleri yazıyormuş… Bana, “senin yazdıklarında kendimi buluyorum!” diyor.
*
TELERUN. (Teleran-Tele yönlendirme): 688: MERHAMET… RUN-RAN, İngilizce bir kelime. “Koşmak, yürümek, seyretmek, firar etmek, kullanmak, çalışmak, çalıştırmak, kaçakçılık, idare etmek, yönetmek” mânâlarını ihtiva ediyor… Teleran-Telerun, herhalde kolayca anlayacağınız şekilde, benim TELEGRAM’ı tedaî ettiği için aldığım ve gerçekte TELE ile RAN kelimelerinin İngilizce’de birleşip birleştirilemediğini bilmediğim bir birleşik kelime oldu; ve başlıktaki murada uygun bir giriş için… NYMPHALAR, artık ilişki tasviri yapmıyorum, RUN kelimesini epey geveledikten ve kafa ütüledikten sonra, TELE ile telaffuz ettiler; İngilizceleri benimkinden aşağı değil(!), “Ran, yürümek demek!” diye başlayarak. Galiba benim annemin hastalığı ile ilgili telefonda biraz moralimin bozukluğunu alaya almak için başlayan bir lâfla… Her neyse; “rut” kelimesinden başlayıp, ran, sonra run, derken hiç de muratlarına uygun olmayan bir biçimde, onların sadece TELEGRAM’a ses uyumu bir rastgele deyişlerinin, bana dört dörtlük bir başlangıç sağlaması… Bu arada RUT: Tekerlek izi, oluk, değişmez program… Bu mânâlar, zihin kontrolu mânâsına tam uygun; NYMPHALAR’ın kullandıkları, “iz takibi!” lâfının çok geçtiği 2005 yılında bir de bunu zenginleştirme niyetiyle yan hücredekinin parmak izini almakla ve bir gece yine bu cümleden dış avluya bakan havalandırma duvarının tam oradan –dışarıdan– silâh atmakla süslediler… Lâfım karışık oldu: İZ sürme tâbirini “zihin kontrolu” diye kullanırken, dış yüzden de bahsettiğim şekilde pekiştirmek üzere süslediler. Tabiî ki konuşmalar duyulmadığı için, o yapılanların benim için olduğu, o gün için meçhuldü… Ve RUT diye ayrı bir kelime: Ceylanın kösnemesi, aygır istemesi. Çiftleşmek… Bu “çiftleşmek” lâfı, “seks” anlamıyla, tam da NYMPHALAR’ın karşısına resimlerinin asılacağı baş mevzuları. Bu kelime de TELEGRAM’a uygun. “Çift” olmanın, “ikili olmak, hakikatin mahiyeti, şair” vesaire gibi mânâları, yahut en malûm, “Sin, iki kişidir!” şeklindeki mânâsı filân, TELEGRAM için asıl yanında çerez kalıyor… TELERAN ile TELEGRAM arasında doğan bu uyumun ebced tevafuku hâlinde MERHAMET’e denk gelmesi, “Allah’ın, kötülere bile varlık vermesinin, O’nun Rahmet’inden dolayı olmasıyla” birlikte düşünülünce, Üstadım’ın benim kimliğimde MERHAMET’i işaretleyişi sayısız defalar işaretlenmiş olarak malûm, TELEGRAM melânetiyle yanyana gelirken, VAHDET sırrı da görünmüş oluyor… “Geçmiş Zamanı Ararken”, Üstadım’ın ifâdeleriyle Marcel Proust’un, “anahtar roman” dedikleri ve yayınlandığı zaman kendi ülkesinde tatsız tuzsuz bulunmasına karşılık İngilizler’e “Fransızlar romanda bizden 700 sene ileride!” dedirten, insanın kader sırrını arayışına örnek bir romanı. Burada bahsetmemin sebebi, tabiî ki TİLKİ GÜNLÜĞÜ, kimliğimi aramamla ilgili… SENE 2012: BUD-Varlık… HUBUB-Su üstünde kabarcık. “AB-SÜVAR”: 12: A’ZAM-Çok büyük, en büyük… Hatırda, rüyâda gelen mânâ: “Bir apartman katında, üstüste dizilmiş büyük KUTULAR-boxlar. Karşı apartmana gelen siyah cübbeli ve sarıklı adamlar. Bunlar NURCU imişler ama, bildiğimiz NURCU zümresi değil. Sonra onların başı geliyor. Çok heyecanlanıyorum!”… TİLKİ Günlüğü’nde mevcut bu uzun rüyâyı, canım sıkkın, tam olarak vermek için arayamadım… Zannım o ki, o gelen Allah Resûlü idi… BADİH-Beklenmedik ziyaret. Âniden gelen ilhâm: 12: İBT-Koltuk. “Çukur. Hakikat”… HEBBE-Zamandan bir asır. Vak’a: 12: BAGAJ-Arabanın arkasında veya önünde, yük koyacak yer-kutu… KUTU, hem “KUT”un mânâsını hatırlatmak hem de “zarf” ve “ambalaj” gibi aynı mânâda kelimeler bir arada “içinde şekil alınan doldurulabilir boşluk”, dolayısıyla şekil vericinin dıştan içe –içindekini tutan tazyik ve darbe– müessir mânâlarını, bunun varlığı saran bir zar hüviyetini, “yokluk, zaman, ayna” hakikatini hatırlatmak için… ZECEC-Kaşın ince ve uzun olması. “Üstadım’ın Efendi Hazretleri’ni tasvirinde kaşları böyle”: 13= 1012: HARİKULÂDE… DÜVAH-İşi birbirine ulaştıranlar: 13= 1012: ECDAD-Dedeler, babalar… YED-El. Kuvvet, kudret. Yardım. Vasıta. Mülk: 14= 2012: Salih Mirzabeyoğlu… TELERUN: 688: MÜLUHIYA-Ebegümeci dedikleri ot… TELERAN: 683: SALİH İzzet Erdiş… HALENC-Ağaç, şecer: 683: ERBAİYYET-Dört olmak.
 
BİZİM ANADOLU
“KUREYŞÎ - TÜRK - KÜRT”


Levha: 27 Haziran 1992… Rahmetli MUSA Bey… Elinde saksıdan sökülmüş bir çiçek… Bir yazı sözkonusu ve bunun çiçeğin KÖKLER’i ile bir alâkası var!..
*
Levha: 13 Temmuz 1985… Murakabe yapar bir vaziyette ve cezbolmuş gibi bir hâldeyim… Kırmızı bir renk… Üstadım’ın ZÜBEYR diye kükreyen bir sesi… Haşyetle uyandım!
Levha: 13 Temmuz 1985… Mevlâna Hazretleri’nin “acı” diye başlayan bir sözü… Veli kelâmıyla o kadar meşgulüm ki, çeşitli yönlerden gayet net olarak mütalâa ediyorum!
*
MUS-Bıçak: 136: MENAME-Mehd… MUSA-Dört büyük Peygamber’den üçüncünün ismi: 116: MUHASEBE… MUSA-Menfaat. Vasiyet olunan mal: 146: RAHMAN Sûresi 19. âyet… MUS’A-Böğürtlen denilen yabanî bitkinin kırmızı meyvesi: 205: DRAHT-Ağaç. Şecer… MU-SA(y)-Ustura: 107: ULBE-Büyük KUTU. “Büyük Kut”… DOLUNAY: 107: ESHAM-Oklar. Nasibler, hisseler… ARVASÎ: 278= 1277: KÖKLER.
*
ZEHER-Çiçek: 212: ZEHR-Ağu, zehir… ZEHRE-Çiçek. Beyaz, berrak. Kahramanlık: 217: ORDU… RABITA-Rabteden, bağlayan, bitiştiren. Tertib, sıra, düzen, usûl: 217: HİCARE-Su üstünde olan kabarcık. Ab-süvar. Taş. “Silâm-taş, su, hamd”… İŞGÜFE-Çiçek: 406: CEMŞASB-Hazret-i Süleyman… KAHKAR-Taş. “Fihr”: 406: İCTİSAS-Ağacı kökünden çekip almak.
*
KUREYŞÎ: (Allah Sevgilisi’nin 9. atası, KUREYŞ - diğer ismi “avuç dolusu taş” demek olan FİHR… Dedesi Abdülmüttalib’in babasının ismi de HAŞİM… Allah Sevgilisi, topluluğa ismini veren KUREYŞ’in, HAŞİMÎ kolundan… Haşim-Haşmetli, muhteşem: 258: Haneş-Yılan, avlanan kuş. “Miran-Yılanlar, beyler”… Allah Sevgilisi ile Seyf-ül İslâm Hâlid bin Velid Hazretleri’nin atası, 6. batında birleşiyor; MÜRRE bin Ka’b Hazretleri’nde… MÜRRE, “acı” demek, KA’B ise “tahta çanak”… MÜRRE’nin babası KA’B: Cuma günleri toplanmak an’anesi onunla başlıyor. Kureyşlileri toplayarak, onlara hutbe okur, Allah Resûlü’nün Kureyş’ten ve kendi neslinden geleceğini söyler, O’na yetişecekleri tâbi olmaya davet ederdi… Mürre bin Ka’b: 389: Fahiş-İfrat eden. Mübalâğalı. Hayâlî.): 620.
TÜRK: (Türkân-Türkler: 671: Milha-Küçük kutu… Hazine-Define: 671: OSMANÎ): 620.
KÜRT: 620.
BIHRİT: Mücerred ve hâlis nesne: 620.
HAK: Toprak. Türab: 620.
KUBBAZİ: Ebegümeci. (Levha: 25 Haziran 1985… Komiser Enrayt, “ebegümeci” dediği marul benzeri bir çiçeği koparıyor ve “bunu Büyükannem çok sever, iyi bakar!” diyor… Büyükannesi, HANİFE Erdiş imiş, yâni Babaannem… KOMİSER: 417: TEEVVİ-Bir yerde yerleşme. Yurt edinme… VAHDET: 418: ZEYYAT-Zeytin ağacı… NECİB Fazıl Kısakürek: 1417= 418: MUSA Mirzabeyoğlu… İZZET Erdiş. “Dedemin ve benim ismim”: 983: Seyyid Abdülhakîm Arvasî. “Babaannemin dayısı”-Necib Fazıl Kısakürek… Ebu Muammer: 359= 1358: Haşim… Ünbuş-Bitki kökü. Kökü yerden takımıyla çıkarmak: 359: Kıtmîr-Ashab-ı Kehf’in köpeğinin ismi. “Basiret sahibleri, veliler”… Şemid-Karışık: 359: Meşhîd-Mehtab, ay, kamer.): 620.
*
KUREYŞ: (Mürre bin Ka’b: 384: Mehdî Mirzabeyoğlu. “Aynı ebcedle, kalender: Mütefekkir. Felyesof. Dünya alâyişinden uzak”…): 610.
USM: Zeytin ağacı: 610.
MÜMESSİL: Bir şahsı veya şahs-ı maneviyi temsil eden. Aktör… (ULBE: Büyük kutu. Sandık… ÜL’UBE: Temsil, piyes… ÜL’ÜBAN-Aktör. “Rüyâda gelen mânâ: En büyük aktör sensin!”: 154: MEHDÎ MUHAMMED.): 610.
Serasker: Harbiye nazırı. Kumandan: 610.
Mü’şir: Haber veren, bildiren. (Müşir: Serasker. Emreden, bildiren, işaret eden: 550: Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu… Semud-Salih Peygamber’in kavmi: 550: İstanbul.): 610.
*
MÜRR: Acı. Arab beldesinde bir acı zamkın adı. (Cibril-Cebrail: 245: Mürre-Acı. “Kuvvet. Akıl. Kat, kesmek. Sağlamlık.): 240.
Mifsal: Dil, lisân. “Kâinat nizâmı”: 240.
Masduk: Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş: 240.
Kans: Av. Avlama. (Şinak: Kuş kursağı… Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, Mehdî hakkında: Dikkat et o kardeşe ki, kuş tuzağıdır!): 240.
 
HAKİKAT-İ FERDİYE - ŞAHSİYETÇİLİK
 
Herkesin hakikati kendine; bu hakikat Adem Aleyhisselâm’dan bugüne her ferd için geçerli. Mesele hakikatin hakikati olunca, İlâhî vahye muhatab Peygamberler başta, en nihayet bütün kemâllerin aslî sahibi Allah Sevgilisi’nde… Geçmiş ve gelecek bütün insanlık kadrosu, tek tek Allah’a ve kendilerine onun emirlerini tebliğ edenlerin bildirdiklerine tâbi olan veya isyan eden olarak, nihayet Son Resûl, muhatab. Dikkat ediliyorsa, imân veya inkâr kutbu ayırımı dışında, “herkesin hakikati kendine” diye başlıyor ve bundan sonra bütün insanlık tarihini içine alan bir şekilde “Ferd hakikati, Allah Resûlü’nde tecelli etmiştir!” diyoruz; ferd hakikati, hepimizin tek tek ayrı - mesuliyet ve şerefi… İmân, bir hürriyet alanı… İnsanoğlu’nun sözcüsü niyetine ŞAİR’i Kral’dan üstün gören zihniyeti, bizim ŞAİR idrakımız bâki, ayağında çarığı olmayan “varlığı âleme rahmet” VELİ’ye nisbetle DÜNYA işlerinin telâşesinde DEVLET BAŞI diye görürsek, hakikatini belirtmiş oluruz. Mesele, biri İNSANÎ hakikati yerine koyarken ferdî plânda insanoğlunun varoluş sebebini yerine getiren bir temsilde, öbürü dünya telâşesine Allah ve Resulü’nün emir ve anlayışını sindirdiği kadar - dünyayı bir atlama taşı tertibine soktuğu kadar kıymet… Bu iki sivri uç arasında, renk renk ve tek tek şahsiyetimiz beliriyor… ŞAHSİYETÇİLİK bahsine geçiyorum, ÜSTADIM’a: Bütün insanlığı tek sıra üzerine hizaya getirseler, o sıranın yükseklik bakımından ulaşacağı en dik had, içinde en uzun boylu tek şahsiyetin yüksekliğidir. Şu var ki, insan ve cemiyet hayatının namütenahi çapraşık ve girift oluş sırları içinde ve şahsiyetler arasında şube şube, bu teki ve tekleri sıhhatle tartacak hiçbir terazi bulunamayacağına göre, dava, bu teki veya tekleri mutlaka ele geçirebilip geçirememekte değil; bütün bir zümre adına sıhhatle benimsenmesi pek kolay olan ana gayeyi ele geçirmekte… Gaye yerinde dursun da, isterse her zaman ona varmak mümkün olmasın… İşte, BİR CEMİYETTE BÜTÜN TEMSİL HAKKI; mutlak olarak, fikirde, sanatta, ilimde, fende, siyasette, idarede, hülâsa yapıcı ve kurucu insanî verim şubelerinin hepsinde, en uzun çıkıntılı yıldız köşelerinin, dolayısıyla en üstün şahsiyetlerindir. Dünya fikir tarihi boyunca çile doldurmuş her soylu kafa, bir bedahet kolaylık ve zarafetiyle hemen kestirir ki, cemiyet için bellibaşlı bir sınıfa istinad etmeyen hiçbir fikir sisteminin mimarî temeli atılamaz. Öyleyse bizim sınıfımız, o cemiyet içinde, bir bahçenin ağaçları gibi, en olgun ve örnekli ruh ve kafa yemişiyle yüklü, üstün şahsiyet manzumesi… (AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ)... Biz de bir sınıfa bağlıyız. Fakat her sınıfı içine alan bir sınıf… Bu zümreyi bütün dertleri ve ıstırablarıyla kucaklayan ve kendi öz nefsinden başka her nefsi düşünen, mücerred bilmek ve anlamak çilesinin yakıp tutuşturduğu, cins yaradılışlar çevresidir. Hak ve hakikatimizi dayadığımız ıstırab da, her acının üstünde, mücerred idrak ıstırabı… (DİKKAT): Kudret sahibinin, ezelî ve ebedî saltanatını inkâra kadar HÜR yaratmasına rağmen tam ve mutlak irade ve hâkimiyeti altında tuttuğu varlıklar gibi, İlâhî mimarînin bu ulvî mânâya eş olarak insanî mimarîye tatbikinden ibaret olan ve gerçek imânla sarmaşdolaş bulunan bu YEPYENİ SİSTEM, şu ânda, muzdarib ve muhteliç dünyanın rahmindeki KURTARICI ÇOCUK’tur; gelmekte ve gelecek olan, yalnız o… BÜYÜK DOĞU’nun kafasında, bir Mebuslar Meclisi değil, YÜCELER KURULTAYI yaşamakta; ve bu YÜCELER KURULTAYI’nın kürsüsünde, “Hâkimiyet milletindir” levhası yerine HAKİMİYET HAKKINDIR düsturu ışıldamaktadır.
*
ŞAHS: Şahıs. Süje-idrak eden. İnsanın cismanî heyeti. (ŞAHİS-Büyük cüsseli, iri yapılı kimse. “Ebed”: 1000: MEHDÎ Salih İzzet Mirzabeyoğlu… SİN-İnsan. “Rüyâda gelen mânâ: SİN iki kişi demektir!”… İNSAN, şuurlu varlık ve kendinden meçhul yanıyla, FERD’tir… İKİ ŞAHS: 2000: TELEGRAM’ın başladığı sene… DARR-Allah’ın “dilediğine belâ verici” mânâsına gelen 99 güzel isminden birisi… “İnandık demekle kurtulacağınızı mı zannediyorsunuz?” ve “Allah sevdiği kulunu imtihanına alır” meâllerindeki âyetleri hatırlayınız. Aynı şekilde YEVMİYEMİ: “Allah sana o yükü çekebildiğin için veriyor, sevinmelisin!”… Bu çerçevede nice DİVAN Edebiyatı şâirlerinden ve veli kelâmı tedaîlerinden sonra, yine ÜSTADIM’ın bir şiirinden: “Belâ, belâ, bende yakıcı şehvet, — İpten inerim yine uslanmam!”… MAZOŞİST değil, mevzuumuz ŞAHSİYETÇİLİK, idrak esası ve idrak esası uğrunda… ŞAHS, diğer bir kelime ve yazılış olarak, “acı, acı çekmek” demek; İNSAN memuriyetimiz çerçevesinde doğum sancıları… ŞİİR İDRAKI: “Ben söylediğimin ne olduğunu bilmeden, düşündüğümün ne olduğunu nereden bileyim?”… En başta VAHY gelen ve sözü HADÎS, davranışı SÜNNET olarak, Allah Sevgilisi, Peygamberler vesaire, bu hususu kıyas ediniz… Nihayet, ÜSTADIM tarafından “özel” uyarılar çerçevesinde, hâlimce ben: TİLKİ GÜNLÜĞÜ… Ben kimim?: 161: İNSAN.): 990.
TERFİŞ: Görmek. “İdrak etmek”: 990.
NİZAM: Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey. İcaba göre yapılan kaide. Diyalektik-kendinden olmayanı (ne?) dışta bırakma düzeni, fikir: 990.
FEYZ: Ölmek. “Ölüm Odası?”. (FEYZ: Bolluk, bereket. İlim, irfan. Mübareklik. Şan, şöhret. İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak. Suyun çoğalıp dere gibi taşması. Bir haberi fâş etmek. İçindeki düşüncesini izhar etmek.): 990.
MUZA’AF: İki kat artmış. Bir o kadar çoğalan: 990.
*
Şahsiyet, orijinaldir; hiç kimsenin istidad olarak, kaderi birbirine benzemez. Bizim, istidadımıza değil, hâlimize dair bir şuurumuz vardır. Allah’a yol, insan sayısınca. İş ve verim sahasında ŞAHSİYETÇİLİK, her insanda, bildiği üzerinden olduğundadır. İDEALİZE edilen şahsiyet ve şahsiyetçilik, İslâma bağlı bir kâinat muhasebesi üzerine oturtturulmuş ferd ve toplum ve onlar için Devlet kurgusu çerçevesinde, Büyük Doğu-İBDA olarak gösterilmiştir. Bizim şahsiyetçilikten anladığımız, FERD’in hayvan sürüsünde sıra bir birey olmadığı, kestirmeden bir misâl, “kıçını açtı, saçını yarım boyadı” cinsinden kendini kitleden ayırıcı gösterme çabasıyla ilgili bulunmadığıdır; fikirde, sanatta, bütün hayat faaliyetlerinde… Niyet Allah’ın rızası olmak üzere: Bir Hadîs veya Hazret-i Ömer’in sözü — “Kişi kendisine verilen istidadın üzerinde bulunmalıdır!”… Bir veli, “kendisine verilen kabiliyeti yerine getirmeyen bir insanın, öbür dünyada bunun hesabını veremeyeceği” şeklinde ve üretimle ilgilidir… TİLKİ GÜNLÜĞÜ: Filozof Niçe, son felsefi sistem denilen “Zerdüşt Böyle Diyordu” isimli eserinde, onu adeta kutsal kitab yazmışçasınaya getirir ve birbirine zıtlar içinde –kabul görmüşlere zıtlar içinde akan bir PSİKOLOCYA ortaya koyarken, bunun okunup kenara koyulacak bir eser değil, her dem başvurulması gereken bir ezber olmasını istediğini söyler– hep akla gelen. NİÇE, insan iradesini teshir ediveren bir büyücüdür, uçuverirsin, gark olursun; bir şiir ve musiki misâl, güzellikte kaybolursun. Nice doğru olmadığını bildiğimiz hâlde yaptığımız şeyler ötesinde birşey bu boğulma, yoldan çıkmış bâtıl tarikatler de misâl, “Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur; güzel aldatıcı da olabilir!” ölçülendirmesi-idrakı, MUTLAK FİKRİN GEREKLİLİĞİ şuur ve usûlü, MUTLAK ÖLÇÜLER’in kendi olmadı mı, kayboluş - yanlış yerde… Çok kısa: “Ben söylediğimin ne olduğunu bilmeden, düşündüğümün ne olduğunu nereden bileyim” hesabı, elimde olan birşey değil, “senin rüyân güyâ benim için görüldü”ye kadar, TİLKİ GÜNLÜĞÜ benim için odur - tâbir ve düşündüğüm!..
*
ŞAHSİYET: Bir kimsenin kendine mahsus ahvali, karakteri. (HAKAN Yaman: “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe” haykırışı, İBDA Mimarı’nın “seçilmiş kurtarıcı” misyonunu idraktır. Tersinden söyleyelim: İBDA Mimarı’nın “beklenen ve kurtarıcı” olduğunu kabul ve tasdik, “inanmıyorum bana öğretilen tarihe” haykırışına ortak olmaktır. Bu ruhtan payına düşen hassasiyettir ki, SELİM Gürselgil’e ALTÜST OLUŞUN SEBEBLERİ’ni yazdırmıştır.): 1400.
İRFAN: Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemâl. İkrar: 401= 1400.
MACUŞAN: Gemi, sefine. “Nefs”: 400.
TAHT: Hükümdarların oturduğu büyük koltuk - hükümdarların makamı. (TAHT: Toplamak, tasarrufa almak… TAHT: Alt. Aşağı. Kesif. Lâtif. Derin… TAHTE: Alt. Aşağıda… TAHTE: Tahta. Kütük. “Ağaç”… Üstadım’ın şiirinden: “Selâm, selâm sana haşmetli azab, — Yandıkça gelişen tılsımlı kütük!”… CEZL: Kalın odun, kütük. Güzel ve muhkem fikir… Hicrî 1400-Milâdî 1983.): 1400.
*
ŞAHSİYET: 1410.
HÜDAT: Hidayet edenler: 410.
EBU EYYUB-EL ENSARİ: 411= 1410.
ÜÇIŞIK: (Soyadı kanunu çıktıktan sonra, Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri “Üçışık” soyadını almıştır.): 410.
MUSA MİRZABEYOĞLU: (KURTUBÎ: Halid bin Velid Hazretleri’nin kılıcının ismi: 322: Mirzabeyoğlu… EBU Hureyre — “Hadîs: Her ümmetin bir hakîmi vardır, bizimki de Ebu Hureyre’dir”: 429= 1428: Musa Mirzabeyoğlu… TAHTİB-Odun toplamak: 429= 1428: Salih Mirzabeyoğlu.): 1409= 410.
*
ŞAHSİYETÇİLİK: 1473.
Tehaddüs: Bilmediği ve duymadığı havadisi idrak eylemek. Süratle idrak etmek: 473.
Mehdî Muhammed Mirzabeyoğlu: 473.
 
“LEVHALAR DEVAM EDECEK!”


LEVHA: 22 Mart 1985… Üstadım, Büyük Doğu idarehânesinde bana, “Goncagül geldi, hem ağladı, hem ağlattı! Levhalar devam edecek!” diyor.
*
“Levhalar Devam Edecek”: 358.
Haşim: (Haşime: Dimağa erişmiş baş yarığı… Miltat: Dimağa erişmiş baş yarığı. Sahil-Kusto… Haşimî-Peygamber sülâlesinden gelen. Bir tarikatte olan: 356: Başı büyük kişi. “Üstadım’ın BAHRİYE Mektebi’ndeki lâkabı.”… MUŞA-İki renk üzere dokunmuş elbise: 356: FÜRUSÎ-Ata iyi binen. Süvari.): 358.





Baran Dergisi 261. Sayı