MATLA: Güneş, ay ve yıldızların doğması, tulû’ etmesi. Gök cisimleri gibi maddî veya “fikir, ilhâm, nur” vesair manevî şeyler için, “doğacak yer, doğuş yeri, tulû’ mahalli”. Bir kaside veya gazelin, mısraları birbiriyle kafiyeli ilk beyti: 149: NASSAH-Terzi. Hayyat. (Ratk ve fatkeden, ayıran ve birleştiren.)… NASİH-Nasihat eden. (Ayet meâli: Din nasihattır.): 149: UD-U HİNDÎ-Kust otu neviinden… HAVLEKA-Lâ havle çekmek. (Allah’tan başka kuvvet sahibi yoktur.): 149: TAFS-Ölüm, mevt… KALİÇE-Küçük halı. (Haliçe: Küçük halı. Seccade… Haliç: Liman. Boğaz. Kanal. Berzah. Çanak): 149: DEFİNE… MATLA’nın, “gelecek yer, yâni haberli olunacak yer, yâni kazanç, mevhibe ve ihsanın vukubulduğu yer” mânâsına gelen aynı ebcedteki MUTTALA’ kelimesi ile birlikte düşünülmesi, ALLAH-İNSAN-ÂLEM münasebetlerinin hepsini arada verdiğimiz kelimelerle birlikte kuşatır… Evvelâ BEDİ’ (Vasıfsız yaratıcı) Allah’ın, LEVH-İ MAHFUZ’da yazılı olanı yaratması, BEDİ’nin Allah’a isim olması ve LEVH-İ MAHFUZ’u kendine tâbi kılması, sonra LEVH-İ MAHFUZ’un bu mânâda Allah’ın BAİS ismine (Peygamber gönderen, sebeb olan, icab ettiren, yeniden yaratan, ölüleri dirilten) mânâsı, bu şekilde Allah’ın 99 güzel isminden başlayarak sayısız isim ve sıfatlarının mertebeler hâlinde KALB’de yuvalarının bulunması, Allah’tan gayrı topyekün varlığın hiçlikten varlığa, “bir kab, bir çanak” hâlinde alıcı olduğunu gösterir. ENTELEKTÜEL-Aydın insan, mücerretleri anlama istidadında olan insandır; her türlü meselenin kök hâlinde dayandığı bu düşüncenin zevkine ermeye çalışmak gerek… Bu cümleden olarak, MATLA’ bahsinde göründü ise de, pekiştirici bir hikmet: Görülmüş ve idrak edilmiş bir hakikat, bir suret, aynı zamanda ALICI bir KAB’tır.

*

METALİ’-Matlalar. Tulu edecek, doğacak yerler veya zamanlar. Güneş, ay, yıldızlar vesairenin doğduğu yerler. Kaside veya gazelin ilk beyti: 150: MUAMMA-Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl. (Hadîs: İNSAN, benim en büyük sırrım ve ben İNSAN’ın en büyük sırrıyım… Bu demektir ki, İNSAN kendine meçhul… Yine: Ben kulumun zannı içindeyim… MİLT: Nesebi belirsiz… MİLTAT: Sahil. Nefs. Kara ile denizin birleştiği yer. Sarmaşık. Türkmence Nur-bat, yâni somunun ilerlediği, somunda ilerleyen delik civata)… MÜSEMMA-İsimlendirilen. Bir isimle tesmiye edilen. Muayyen zaman. Belirli vakit: 150: DESİA-Bahşiş, ata, hediye. Atiyye. Huy, tabiat… MEHDÎ MUHAMMED: 151= 1150: İFSAH-Açmak, genişletmek.

*

DİVAN Edebiyatı şâirlerinden RUHÎ (Bağdadi)nin bir beyti: “Senin ey mürg-i gülşen mahzenü’l esrar ise GONCAN / Benim de gül gibi bir MATLAÜ’L envardır dağım!”… Senin ey gülşen kuşu, esrar mahzeni ise goncan — Benim de gül gibi bir yaram vardır ki nurlar tulû’ eder… NEVAD; mahzen, dil, lisân, istikbâl, gelen… GONCE-Gonca. Tomurcuk: 1058: HATUN-Kadın. Sevgili… MUVAHHİD-Tevhid eden. Birleştirici olan: 58: NEHC-Doğru yol. Fırka-i naciye. Usul… MEVHİBE-İhsan. Sevgi. Hediye: 58: AVAN-Anlar. Zamanlar… TAHAZZÜN-Hazineye girmek: 1057= 58: HÎM-Huy, mizaç, tabiat… ÜSTADIM’dan: “Annesi gül koklasa ağzı gül kokan çocuk, — Ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk!”… GONCE-Tomurcuk: 1058= 59: MÜHDİ’-Hediye veren. Hediye gönderen. Hidayete vesile olan. Mürşid. Allah Resûlü’nün bir ismi. (İNSAN’ın bâtını, Allah’ın kendi sûreti üzere yarattığı… Hadîs: “Kişi kendini bildiğince Rabbini bilir!”… Sonsuz… Hadîs: “Bana dünyadan üç şey sevdirildi: Gözümün nuru namaz, GÜZEL KOKU ve kadın!”… Güzel kokuda, ruhun vasfı… Nasıl ki, Veys-el Karanî Hazretleri hakkında Allah Resûlü, “Bana Yemen tarafından Rahman’ın kokusu geliyor!” buyurdu… Mümkün olma özelliğiyle var olan hayat ağacı, O’nun varlığıyla görünür oldu, görünüyor ve görünecek!)… MÜHDA-Hediye gönderilmiş, hediye verilmiş: 59: MEHDÎ-Hidayete eren ve vesile olan… MİHDA-Hediye konulan kab, tabak, çanak. “Üstadım’dan: Nefsini hesaba çek, elinde kalem kâğıt, — Onlar sana verince, sen de kullara dağıt!”: 59: MEVCUD-Var olan. Bulunan. Hazır olan. TOPLULUĞUN HEPSİ. Kâinat. Mükevvenat… HULEFA-İ Mehdiyyin - “Her asrın yenileyici vasfını haiz olan zâtların topluluğu”: 832: ABDÜLHAKÎM Koltuğu.

*

Allah’ın, kendini inkâra kadar hür bıraktığı insan iradesinden sonra topyekûn varlık üzerindeki müessiriyeti ve saltanatı zıtlığındaki SIR da dahil, her hikmetin hakikati ifâde ettiği kadarıyla ayrıca toplayıcı KAB-ÇANAK olması, bizzat RESÛL’ü yolundan tebliğ ve tatbike mevzu FARZ bahsinde görüyor: “Din hususunda icrası zorunlu, terki günah olan İlâhî hüküm. Bir kimseyi bir vazifeye tâyin etmek. Bir kimsenin kendi nefsine âit iken başkasına hibe ve hediye ettiği muayyen bir şey. TAKDİR veya BEYAN etmek. Bir şeyi DELMEK, gedik açmak. Bir işi sıkı TAKİB etme, İŞİ NETİCELENDİRME!”… Demek ki FARZ, “yaşanmaya değer hayat” derdi olan için bir angarya değil, bir gıda rejiminde olan insan için edinmesi gereken bir gıda hükmünde Allah’ın İHSANI’dır… FARZ: 1080: LEVH-İ MAHFUZ. (Her şeyin kaderinin yazılı olduğu İlm-i İlâhî. Kur’an. Allah Sevgilisi’nin nefsi. “Bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır” hikmetiyle Allah ve kulu arasındaki son tecridte erilen teslimiyet sırrı ki, her şeyin öz hakikatini İNSAN’da sonsuzluk olarak toplayan. “Kader, ona teslim olmayı bileni saadete götürür, teslim olmayanı da sürükler”: İMÂN ve İNKÂR kutbunun hâli de, sonların ilminde ne olduğu görüleceği üzere bu. Allah Sevgilisi’nden başlayan ve dereceler hâlinde Peygamberler’den küfür ehline kadar herkesin kalbinde “inanıp inanmama” nasibiyle beraber mahfuz bir mânâ.)… KES-İnsan: 80: HEYLELE-“Lâ ilâhe illallah” demek. (İmam-ı Rabbânî Hazretleri: “Şeriat’ın hak oluşu şuradan bellidir ki, NEFS onun tekliflerinden hiç hoşlanmaz!”… NEFS, hakikatiyle budur. Bir insanın TAKVA’ya-nefs temizliğine ermesi şartlarında HAK ve BÂTIL karışık yaratılmış olan bu dünyada, öz iradesiyle seçimi boyunca müessirleri rengini alan nefs, HAK yolunda –muhal farz– hiç sekmesiz bile olsa, daima “olunacak olan” bir yolda tamlığa nisbetle eksik ve kusurludur. “Olunacak olan”a nisbetle bu hâl, “olunmamış olarak” onun zıddı; nefs, mazeret ve kendinden veya şeytan’dan gelen iğva ve aldatmalarla yoldan geri kalmasa bile, kesintisiz bir tekâmül kabulünde dahi varlığıyla böyle bir KAB.)

 

HULEFA-İ MEHDİYYİN

 

“Allah’ın sır hazinesi ARŞ’ın altındadır ve anahtarı şâirlerin diline verilmiştir!” buyuran İlâhî Vahy’in mukaddes dudakları, her hâdisede olduğu gibi, bütün bir “poetik-şiir hikmeti” davasında da tek cümlenin esrarlı menşuru içinde ve hiçbir fâninin ulaşamayacağı nisbette şiir hakikatini renk ve çizgiye boğmuştur. Bizse, hangi istikametten gelsek o tek istikametin eşiğinde ve tüylerimizi diken diken eden bir vecdin baskısı altında kendi öz ve küçük hakikatimizi de, yine ve daima tek hakikat gibi, Allah Resûlü’nün mukaddes dudaklarında görüyor ve bu yeni ve en çarpıcı delille, topyekûn Hakikat Sultanı’nın eliyle nail oluyoruz… ÜSTADIM’ın dilinden bu ifâdeye, ben tek kelime ekliyorum: ŞÜKÜR… Şekür, “Kullukları kabul edici” mânâsıyla, Allah’ın 99 güzel isminden biri… Mertebesi, KÜRSÎ… Kulluk eden, icâbı teşekkür eden biz, kabul buyuracak olan O… Kulluk EDEBİ’ni ucu açık bir hakikatiyle yaşayan DERVİŞ’in ebcedi ŞÜKÜR ile aynı… BERZAH çanağında Allah vergisi, Kürsî, ABDÜLHAKÎM Koltuğu: 832: HAFIKAN-Şark ve Garb. “Doğudan Batı’ya, bütün dünya Müslüman’a mescid kılındı!”… YEVMİYE: “Gençliğinize güvenmeyin! Cahid Sıtkı’nın, yaş 35 yolun yarısı eder…” … ÜSTADIM’ın bu husustaki bir NOKTALAMA’sını, “şiir, içinde tek bir masa kelimesi geçmeden masayı anlatabilmektir!” diyen Batılı bir şâirin ifâdelendirdiği hakikatle, –aslında genel olarak yorum ve tefsir için de geçerli bir durum–, ebced tevafuklarıyla fikre âlet edilmiş olarak vereceğiz… ŞİİR şu: “Dün geçti, bugünü düşünüyorum, yarın var mı? — Gençliğine güvenme, ölenler hep ihtiyar mı?”… Ölmeden ölmenin ihtiyarlara mahsus olmadığı da hatırlanabilir… HALİHAZIR’ımıza katılan imkânlarıyla, birinci mısra: 1746: MÜESSER-Tesir edilmiş, kendisine birşey tesir etmiş olan… ŞEHAMET-Akıl ve zekâ ile olan yiğitlik. Tez anlayışlı olmak: 746: İSTİRDAF-Beraber olmayı istemek, beraber gitmeyi istemek… TEFSİR-Sidik kabı. İdrar kabı. “Gelir kabı. Varidat kabı”: 746: MUŞTA-Yumruk. (Hepsinin ebcedi aynı: MUŞT, yumruk, MÜTEFEKKİR, SÜMUR, gümüş, saliha)… İkinci mısra: 2570: MÜTESELLİM-Teslim edilen şeyi alıp kabul eden… ŞİİR: 570: SİSTEM… Yine ikinci mısra: 572: BA’S-Gönderilmiş. Vazifeli. İhyâ, diriliş. (Yevmiye: “Dirilişin hakikati bizde, aksiyonlarını bizden alıyorlar!”… Kasıd, o ve ben… Buluttan düşen damlalar, ister dağa, ister ovaya, ister göle, ister denize düşsün; buharlaşınca görünür olur bulut. Bu demektir ki, kim ne yapıyorsa yapıyor, olan nihayesinde Allah’ın dediğidir. Mevzu İNSAN aksiyonu olduğuna göre, HULEFA-İ Mehdiyyin ile ABDÜLHAKÎM Koltuğu tevafukunda tecelli eden hakikat, merama kök gösterilmeye yeter.)… Her iki mısraın toplamı: 4316: NEVRES-Yeni yetişmiş. Genç, tâze… MERKUN-Büyük havuz: 316: SERMAYE-Ana mal. Esas para. Tedavülde geçen. Kazanılmış ilim. Hayat… TAKDİYE-Hacet bitirme, ihtiyaç giderme. “Edeb-hâne’yi hatırlayınız”: 1315= 316: GAŞİYE-Ziyarete gelen dostlar grubu. İstekliler. Perde. “Berzah”… Her iki mısraın toplamı: 4316= 320: ŞİHE-At kişnemesi. Dalga sesi. Sahil. Kusto… MÜLKGİR-Hükümdar: 320: DİROK-Kürtçe “tarih”… KURTUBÎ-Halid bin Velid Hazretleri’nin kılıcının ismi. (FELY: Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. Zenginleşmek. Keskin kılıç, zaman hükmü.): 321= 1320: GİŞ-Kalb, yürek. (Mirzabeyoğlu: 322= 1321: Kurtubî.)

 

“DEHÂ’NIN MATLA’I”

 

YEVMİYE: (Üstadım, “Necib Fazıl’la Başbaşa” isimli eserim yayınlanırken, “senin yazdıklarını benim yazdığımı sanıyorlar!” dedikten sonra lâf arasında, benim ortaokul-lise sıralarında okuduğum RUŞEN Eşref Ünaydın’ın zamanında tanıdığı edebiyat ve siyaset dünyasına mensub tanıdıklarının tasviri ve hatıralarını ihtiva eden “DİYORLAR Kİ” isimli güzel anlatımlı eserini tek cümleyle anıyor): “Ruşen Eşref’in DİYORLAR Kİ isimli bir eseri vardı, o zaman çok alâka çekmişti!”… Üzerinde durulur bulmamışım ki, unuttuğum bu sözü, benim MARİFETNÂME isimli eserimin çıkışından şu kadar zaman sonra, bir yeni baskısını görünce hatırladım… Bu hatırlayış ve ardından unutuşun üzerinden 20 küsur sene geçtikten sonra, bana bunları yazmayı da nasib eden RUŞEN Eşref Ünaydın’ın, onun kasdı ne olursa olsun, muhtevasını benim şu ânda dolduracağım muradıma uygun bir cümlesi: “Yeni belde-i hulefa dehânın matlaı oldu!”… Benim için İSTANBUL: “Yeni HALİFELER BELDESİ, dehânın MATLAI oldu!”… Tarihi GAÎ yorumla ele almak, zamanın maksatlılığına nisbetle ele almak demektir. Bu bildiğimiz KRONOLOJİK tarihten başlayarak, ne hâdiselerin saklanması veya saptırılmasıdır, ne tarih içinde yerini almış diğer ilimlerin istifadesine aykırıdır, ne de tek tek ilimlerin ve bunlar içinde yer alan mevzuların kendi esas usul ve kurallarıyla ele alınabileceği hususuna aykırıdır. Her mevzuun kendine nisbetle GAÎ yorum edinebilmesi meselesini de içine alabilici böyle bir anlayış, kuşatıcı ve tutarlı bir bütün hâlinde sadece MUTLAK FİKRİN GEREKLİLİĞİ bahsi etrafında görünebilir. Sebeb ve netice arasında sayısız nüans ihtiva edebilecek bir meseleler ağı olduğunu anlamaksızın, herşeyde sebeble neticeyi kestirmeden kurulabilir sananlar, GAÎ yorumumuz hakkında evet de deseler hayır da deseler, bizi hiç anlamamış demektirler… Tarihin “engarezan, tamamlanmamış iş” mânâsı bâki, bu usûl, “şu sebebten bu netice” metoduyla bir çeşit kaderci düşünceler yerine, doğrudan doğruya MUTLAK FİKR’in ölçülerine nisbetle kader sırrını arama işidir. MAZİ’nin HALİHAZIR’a nisbetle bu niyetle hâdiselerine bakılması, kader sırrının kurcalanması; hâdiselerde Allah’ın hikmetlerini görmek… HÂL’e nisbetle MAZİ, HÂL’e nisbetle İSTİKBÂL; demek ki, Allah’ın muradına yakın olmak, onun muradına vesile kılınmak “nihaî” gayesine bağlı bir duruş olarak, AKSİYON bahsi de işin içinde… “Düşman hakkında tecrübe sahibi olmak, duanın yardımcısıdır!” hikmet çerçevesinde söylemiştim: Hezimet görünür, bu hâliyle bile bir zafer başlangıcı olabilir - bunu böylece idrak edecek ŞUUR sahibine!

*

“KAPTAN Kusto Müslüman”: 565: TAKNİYE-Çok kırmızı yapmak. (Firas: Çok kırmızı yapmak. Firaset. Basiret. Fikir. İdrak. Besleyip yetiştirmek. Süvari, kaptan. Siyaset.)… MEŞRUTÎ-Bir şahıs ve meclis tarafından yürütülen idare. (Osmanlı’da 1876’da ve 1908’de, iki defa ilân edildi.): 565: SEYYİD Abdülhakîm Arvasî… CUMHURİYET’in kuruluşu: 1923: NAKŞÎ Necib Fazıl Kısakürek… HİLÂFET’in kaldırılmasının tarihi: 1924= 925: SALİH Mirzabeyoğlu Hükümdar’dır.

*

SELİM Gürselgil’in ALTÜST OLUŞUN SEBEBLERİ isimli eserinde, bir yahudinin müstear ismi TEKİNALP’ten yaptığı iktibas: “Kemalist ihtilâl, tarihte iz bırakmış pek çok ihtilâllerden daha derin bir nitelik taşımaktadır. TÜRKİYE’de DOĞU kültürü yerine BATI kültürünü kurmuş, softa anlayışı yerine çağdaş anlayışı(?) getirmiş ve Şeriat anlayışının söndürdüğü milli şuuru, milletin ruhunda uyandırmıştır. PAUL Gentizon, bu ihtilâlin derin anlamlı niteliğini şu sözlerle pek güzel tanımlamıştır: Özetle, 1922’den 1928’e kadar olagelen hâdiselere benzer birşey, bütün dünyada olmuş değildir. Tâbir yerindeyse, bütün bir millet deri değiştirmiştir!”… Sözkonusu tarihler, RAHMAN Sûresi 3. âyetinin mânâsı içinde: (YARATTI insanı): 923: CEM-İ Ezdad-Birbirine zıd olan şeylerin bir arada bulunması… Müsbet veya menfi nitelemesi olmaksızın insanın istidadını belirten bu tevafuk, sadece İNSAN’ın kalıbını ifâdeden ibaret. Üstadım’ın, “Kurtuluş Savaşı” kasdıyla “sadece madde plânında kurtarılıp” diye başlayan ve ruh plânında başıboşluğa bakan olarak sıraladığı işler bir yana, İNSAN plânında sadece KALIB hüviyetinde kalsa bile, Hayvan-canlı keyfiyeti işaret eder, o kadar. Böylece RAHMAN Sûresi ile olan tevafuka da, onu tahdidi bir mânâya sokmaksızın tevil getirmiş oluyoruz… Harf inkılâbının yapıldığı tarih: 1928: MUFAZZİL-Rezil eden. (Bugün harf inkılâbını kabul etse de, bunun yapılış şekli ve eski yazının yasaklanmasından doğan binlerce ciltlik bir kültür birikiminin ve topyekûn bir tarih iptalinin zararından dem vurmayan yok. Üstadım, yakın dönemimizin ferdî-içtimaî-siyâsî bütün problemlerini topluca gösterdiği yerlerde, “eski ve yeni nesil” ayırımını da, HARF inkılâbına bağlı olarak 1928 diye işaretler. Benim NYMPHA-Ser’in bile tadına vardığı EBCED işlerim, eski HARFLERİ bilme ile ilgili bir bereket değil mi? Şu LÂTİN alfabesi davası, bugün keyfe kalmış eski yazının yerini alacağına, o asıl olmak üzere öğrenilmesi şart bir yerde olsa daha iyi olmaz mıydı? HARF inkılâbına “iyi oldu!” diyemem, ama Allah’ın hikmetini de tersinden gerçekleşmiş görmekten edemem: O’nun, “hiçbir eğitim görmediği hâlde doğrudan doğruya kalblerine verdiği ilhâmla yetişen” kulları. Alıcı kılındın mı, zıddından da şifâ bulursun: “Bu taife elini küfre değdirse Şeriat doğar!”… BÜYÜK DOĞU’nun, İBDA’da ifâdesini bulan “kendinden zuhur” hikmeti ki, SALİH Aleyhisselâm’da tecelli eden: “Zıddıyla ilgilenmekten nefsi rahat bulur!”… Bu TEKVİN-Oluş sırrını kendinde bulan, işin bâtınını kavrayan ve onda İlâhî hikmeti görendir. Hani MEVLÂNA Celâleddin Rumî Hazretleri’nin, bir Papazı selâmlaması ve niye selâmladığını soranlara da “bâtınını selâmladım!” demesi. Bakın mesele nereye dönüyor!)… SALİH İzzet Mirzabeyoğlu: 928: HAYSİYET. (Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu’na sevgiyle. — NECİB Fazıl Kısakürek)… İSLÂM Tasavvufu ile BATI Tefekkürü arasında kanatlarını açan ŞİİR İDRAKI İBDA, ikinciyi birinciye ircada; bu tekâmül oluş, zıddını tasfiyede Batı dünyasının kalbine sokulmuş bir hançer mânâsı ile “halkın aklı gözündedir!” sırasında bulunanlara ne zaman görünür; bu da bizim muhasebe ediş haysiyetimize erenlerin sezgisinde, hâdiselerin seyrinde-akışında mevcut… RAHMAN Suresi 19-20. âyetleri ve FURKAN Suresi 53. âyetleri. (BERZAH ayetleri): 8928: DEST-DEST. (İki el. BÜYÜK Doğu-İBDA.)

*

İSTANBUL-Osmanlı’nın hilâfet merkezi. (Rivayete göre, SELÇUKLULAR tarafından BİZANS sınırının Kuzey-batısına iskân edilen ERTUĞRUL Bey’in KAYI aşireti ­­–ki TELEGRAMCI Duran’ın hiç sevmediği– 400 çadırdı; kadınlı erkekli 4 bin kişiden fazla değildi... NAMIK Kemâl: “Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyân’ız kim / Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdet’den / Biz ol â’lî-himem erbab-ı cidd-ü ictihad’ız kim / Cihângîrâne bir devlet çıkardık bir aşîret’den!”... BİZ o nesli şerefli OSMANLI aşireti-çırasıyız ki / Uzun ömürlü ve sabırlı bir dildir baştan aşağı mayamız ve sermayemiz, şehadet kanından / Biz o â’li himmetler ciddî erbabı ve içtihadı ki / Cihangîrâne bir devlet çıkardık bir aşiretten!): 550: ESRARENGİZ... MUKÎT-Muhafaza eden. Amelleri zâyi etmeyip koruyan. Gizliyi bilen. Gıda ve rızık veren. Allah'ın 99 güzel isminden “Kuvvet verici” mânâsına bir ismi: 550: MEHDÎ Salih İzzet Mirzabeyoğlu.

 

VAROLUŞ SAVAŞI

(1923 - 2012)

 

Başlığımızdaki kasıd, bir yönüyle zıdlarımıza sözümüz: “Çözdük her müşkülü derlerse de ki, — Sonunda var oluş müşkülü kaldı!”... Diğer yüzü de İslâm... Her şeyi dışyüzünden seyrederek yapılan parça bölük ISLAHAT’ların neticesi, KANUNİ’den sonra gelen devirde ABDÜLHAMÎD HAN yıldızı gibi sezişler hariç, derli toplu kökten bir anlayış olmamasının varılan nokta bellidir... 1923 tarihini, “olmayan şeyleri kuru kuru sıralama” yerine İSLÂM’a muhatab anlayış’ın dünya görüşü hâlinde bir DEVLET Düzeni ifâdesi ile görmek isteme şansını söyleyebilen biziz: 1943’den sonra örgüleşmeye başlayan BÜYÜK Doğu İdeolocyası ile. KADER sırrını kurcalayan bir GAÎ yorumla işin içyüzüne temas ettik... Halen devam eden dışyüz ise, dibinde PAUL Gentizon’un ifâde ettiği makbul(!) mânâ: “Doğululuktan Batılılığa, İSTANBUL’da Asya kıyısından Avrupa kıyısına geçildiği ölçüde kolaylıkla geçtiği, uzun yüzyıllardan sonra kökleşen Doğu anlayışı yerine, çok kısa zaman içinde Batı anlayışına geçildiği”... DEVRİM adına neler yapıldığı malûm, üzerinde durmak lüzumsuz... AMERİKAN Başkanlarından Clinton’un 90’lı yılların sonunda, “Dünya’dan İslâmı kaldıracağız!” lâfı, Bedreddin Dalan’ın bu sözü ANADOLU için kullanması, NİKSON’un Amerika’ya yem olmak istemeyen AFGANİSTAN’da ve dünya çapında savaşan EL-KAİDE’nin “İkiz Kuleler”i indirmesinden sonra, “Bizim hayat biçimimize saldırıyorlar!” diye İSLÂM’ı ne türlü gördüklerini açıklaması, 28 Şubat Kararları’nın “Bin yıl da sürse mücadelemiz sürecek!” diye İSLÂM’ı hedef alması; sene 2012 - 1923’den bugüne, renkten renge koyulaşıp açılarak süren temeldeki asıl aynıdır... VAR OLUŞ savaşında, bu asıl karşısındaki ASİL, her türlü hareketi kendine bağlayan fikir? Kazanmaya mahkûm bir KADER sırrı olarak, düşüşleri de bu sırdan bilen bir HAYAT olarak biz bunu yaşıyoruz: B.D.-İBDA.

*

ÜSTADIM’ın ÇOCUK isimli şiirinin toplam ebcedi: 28709= 737: SON Devrin Din Mazlumları. (Üstadım’ın bu isimde eseri ki, 1960’ın başlarına kadarki devrede olup bitenlerdir!)... DİN mazlumları: Bu tâbiri, hukukî olarak “kendi koydukları kurallara kendileri uymayanlar”ın zulmü, bildik işkence tâbirleri dışında, asıl olarak “Allah yolunda çalışan insanın önü kesilmesi” diye anlamak, Müslüman için asıl zulmün bu olduğunu idrak esastır. Mazlumluğun, bunun sıkıntısını yaşayana âit bir husus olduğunu bilmek gerek; bu çerçevede bütün müslümanların hâli. GARİBANLIĞIN dışında mazlum olanlar, bu sınıfa girmeyi kabul etmezler... HALİD Bin Velid: 737: MEHDÎ Salih İzzet Erdiş.

*

HULEFA-İ Mehdiyyin. (Mehdî Halifeler): 832: ABDÜLHAKÎM Koltuğu... SALİH İzzet Erdhaje. “Kürtçe’de Erdiş”: 832: HAFIKAN-Şark ile Garb... Şark ve Garb’ın, kültür ve mekân ifâdesiyle toplandığı şehir, İSTANBUL-Merkez; Peygamber buyruğuyla FETH’i ve FETHEDEN ile askerleri tâ o devirden KUTLANMIŞ, methedilmiş sırrî belde... “Her kahramanın yanıbaşında Hocası” diyen ÜSTADIM... FATİH Sultan Mehmed Han ve hâlen BOLU’da medfun AKŞEMSEDDİN Hazretleri... O büyük Veli’nin: “Gördüm ÇOCUK vecdini ayn-el yakîn yâ HÛ derim / Ki sûfî lâ’dan dem vurur ben her dem İLLÂ HÛ derim!”... Zikirde, duada ve Mehter gülbank çekerken, ism-i azam ve ism-i celâl de denen ALLAH isminin kısaltılmış şekli: HÛ... ÇOCUK hikmeti: FAAL kuvvetleri kendinde toplayan, büyük ve küçüğü teshir gücü. Çocuğun kendi yaşıtları dışında büyükleri teshiri, kendine baktırması, hizmet ettirmesi ve korunması, onlara nisbetle “ACZ içinde iken” de tecelli eden bu sır, “idrakin aczini idrak bir ilimdir”i yaşayan için tıpkı ÇOCUK gibi Allah’ın hıfzında ve inayetinde bulunmaktır - ne gelirse eyvallah. Özel olarak MUSA Aleyhisselâm’da tecelli eden mânâ: FİRAVUN’un odur zannıyla öldürttüğü çocukların bütün kuvvetlerinin, MUSA Aleyhisselâm’da toplanması... B.D.-İBDA’da, “bu vatan için şehîd olanlar!” edebiyatında zevzekleşen ruhsuz ifâdenin, lâf değil asıl hâlinde topluluğunu idrak etmek gerek... Divân Edebiyatı şâirlerinden ZÂTÎ: “Ol ebrular seher vaktinde düşmüş iki mısrâdır / Hilâl-i îd vasfında yazılmış hûb MATLA’dır!”... Ebru: Kaş. “Perde”... Hilâl-i îd: Bayram hilâli. Bayram edileceğinin anlaşıldığı hilâl... DEST-DEST. (İki el: B.D.-İBDA): 928: HAYSİYET-Değer. Kıymet. Mesned. Mertebe. Şeref. İtibar... Divan edebiyatı şâirlerinden HÂKÂNÎ: “Kaplamıştı yüzün nûr-u sürûr / Sure-i Nur idi yâ MATLA-İ nur!”... MATLA-İ nur: Ledünnî... RAHMAN Sûresi 19-20[.] âyetler ve FURKAN Suresi 53. âyet: 8928= 936: BÜYÜK Doğu-İBDA.

*

ÜSTADIM: Tanzimat’tan Meşrutiyet’e, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’ten İkinci Dünya Harbi’ne gelinceye kadar süren üç merhale, ufak tefek kemmiyet farklariyle, hesabsız ve kitabsız Batı’ya hayranlık, dünyayı ve nefsini müşahede altına alamamak hastalığının yekpareleştirdiği bir bütündür. BATI buhranının hem illet, hem de deva arama zemini olan demokrasyalar dünyasının takma dişli hatibleri, dövizlerine “insan, cemiyet, millet kadrolarındaki serbest oluş hakkına saygı mefkûresi”nden başka bir ibare yazamıyorlar. Dünya (ve Batı’ya göre ehlileşmeye ve ehlileştirmeye zorlanmış biz), “ne olursan ol, elverir ki olduğun, istediğin olsun!” tesellisine değil, “mutlaka birşey ol; elverir ki, o şey doğru olsun!” itminanına muhtaçtır ve ıstırab ve ihtilâç kaynağı işte bu itminansızlıktır... (RUH’un işe en yakın olduğu KAN aranıyorsa: B.D.-İBDA!)



Baran Dergisi 273. Sayı