LEVHA: 25 Aralık 1991… Bir şiir kitabı okuyorum… AKTÖR Sadri Alışık’ın imiş… Şiirin birindeki mısra dikkatimi çekiyor… Bir kelimenin yerinde KABAK çekirdeği var, onu “K” diye okuyorum: “Anahtar K hece” oluyor… Sonra “çekirdek” diye olabileceğini düşünüyorum: “Anahtar çekirdek hece”… Sanki kitab bir şiir antolojisi ve çeşitli şâirler ve şiirleri kapsayan inceleme… Kitabın kapağında şâir NECDET Evliyagil’in resmi de var ve kitab onun gibi… Kapakta ayrıca bir şâirin resmi altında TİLMİZ yazıyor… Sonra… Çam ormanı içinden geçen bir yol… KİP Başkanı Mehmed Tarakçı’nın elinde bir KAZMA var… Ona, bir-birbuçuk karış büyüklüğündeki ÇINAR ağacını çıkarmasını söylüyorum; SAKSI’ya dikip eve götürmek için… O kazarken, babam ağacın zedelenebileceği ikazını yapıyor; nitekim o boydaki bir çınar ağacı zedeleniyor. (…) Sonra… Naylon bir torbayla bir fındık FARESİ’ni öldürüyorum… Devlet Bakanı Cavid Çağlar’ı görüyorum!..

*

EŞ’AR-Şiirler: 572: DARBI MESEL… İ’TİNAN-Bir kimsenin içyüzü meydana çıkma. İnsanın önünde durma: 572: İTTİSAF-Vasıflanmak. Bir hâl takınmak… TEAKKUB-Her nesnenin akıbetine nazar etmek, sonuna bakmak: 572: PÜRSİŞ-Sorma, suâl etme… İSTIKTAB-Kutublaşma: 572: MÜTEKABİL-Karşılıklı, biri diğerinin karşısında… ŞERCA’-TAHT. Kürsî. Ölüm. “Kalb mertebesi”: 572: TECFİF-Cübbe giydirme. Kaftan giydirme. Kurutma veya kurutulma. “Özleştirme”… ÂKIBET-Netice. Bir şeyin sonu: 573= 1572: İSTİNSAB-Birbirini tâkib etme. Soyu bildirme. Şecere çıkarma. “Ağaç şekillendirme”.

*

HAYAL, “hatıra, hâlihazır, olamaz olan, olabilir olan” adına maddi ve mânevî her ne varsa, hepsini birden ihata edici en geniş şey; insanda da, bunları içine alıcı ruhî bir meleke… MEKR, “alay etmek, eğlenmek, gülünç duruma düşürmek, hile etmek, tevazu ve alçak gönüllülük göstermek” mânâları çerçevesinde ALLAH’a izafetle kullanılırsa, bunun en güzel ifâdesi KIRGIZ dilinden istifadeyle verilebilir… Kısaca mânâları: “Fazla kıvrılmış, sürçmeye sebeb, kanbur, ağzını açmadan ve hâlinden memnun bir şekilde hafifçe gülmek, umumi durum”… İslâm aslı üzerinde Hak ve bâtıl karışık olarak yaratılmış bu âlemde insan, zıtlar arasında hakikate ermek için yol almada… Hiçbir şeyin mutlak olarak esasına ve aslına kavuşulamayacağı bu serüvende, eşya ve hâdiselerin derinleştikçe elden kaçarak meçhule bakması, ayak kaymaları, BERZAH âlemi hakikatlerine nisbetle ona köprü bu âlemin tabiî olarak “hakikate köprü mecaz” durumu, “sefillerin en sefili” bir âlemde Allah’ın bâtınını kendi suretinde yarattığı İNSAN’ın, hakikati tersiyle de tecelli ettirici hâli; bütün bunların toplamı bir mekr tesbitinde, Allah’ın eşya ve hâdiselere bu “istihza” tavrı vermesini, O’nu buna tenzil yerine, HATA’da “efendi olmak” hikmeti yolundan “O’na yakınlaşmayı” vurguda daha münasib bulmak gerek… Allah, kendini görmeyi murad ederken İNSAN’a verdiği varlık ve onun için âlemler, sır bir lütuf. İbadet de, Allah’a, insanın kendi için; O’nun buna ihtiyacı yok… İLAHÎ MEKR, yeri geldiğince hususi ifâde olarak bu… İLAHÎ Komedi: Mantık dışı veya mantıklı da hakikate aykırı, hikmetli, dramatik, trajik, ma’nasızlık içinde bizde uyanan tebessüm ve gülme hissi. Aklı ve gücümüzü aşanda kendimizin de bir oyuncak olduğumuzu hissettiğimiz bir savrulma içinde, bir oyunda ve yer yer oyuncu olduğumuzu… Belki de faaliyetlerimize “dünya telâşesi” derken, “oyun oynamak” mânâsını duyduğumuzdan… Malûm: “Dünya bir tiyatrodur, rolünü iyi oynayan alkışlanır!”… Japonlar’ın dilinde “yapmak, etmek”, oyun oynamak; “o ölümü oynadı”… Ölmek bile bir yapmak, rol… ENGAR: Sanma, zann, tasavvur. Şübhelenme, tamamlanmayan, eksik kalan iş… ENGARE: Tamamlanmayan eksik kalan iş, nakış ve taslak. Hikâye, roman, efsane. Baştan geçen hâdiseyi tekrarlama. Utanarak geri geri çekilme… CAZZ: İri gövdeli adam. “Nefs”… Kırgız dilinde KAT CAZ: Mektub yazma, yazı yazma… Biz, HÜKÜM sahibi olarak, bâtından gelenlerle dışımızdaki âlemden gelen tesirlerin –bilgilerin– üzerimizdeki hakkedilmesi kıvamında bir “şuurlu benlik” belirteniz. “Akıl ve ruh kutubları birliğinde”… Bir edebiyat nevi olarak romanda bahsi geçen hususları, “gülme, tebessüm, istihza, bunların hikmetli, hüzünlü, dramatik” unsurlarla işlenişi vesaire, başta PİYES olmak üzere, diğer edebiyat nevilerinde de KOMEDİ ifâdesi veya paylarını görebiliriz. “Oyun-yapmak”ın gülme payları içinde bu hisse, “ruhun doğrudan verisi”dir, bundan doğar. Bütün insanlar AKTÖR-AKTRİS’dir; sanat dalı sözkonusu olduğunda, malûm, tiyatrocu.

*

ADAHİK-Gülmek. Güldürmek. “Ferahlık. Gayeye ermek”: 832: ABDÜLHAKÎM Koltuğu… NASLI HAN: 832: HAFIKAN-Şark ile Garb… MUAYENEHÂNE: 832: TEBKİT-Delille susturmak… RAHMAN SÛRESİ 19 ve 20. âyetler: 3165: KOMEDİ. “Mekr-Zıtlar arasında beklenmedik tecellileriyle eşya ve hadisenin tabiî hâli. Comedi-Cemadî: Cansız ve kurumuş olmak. Ruhsuz olmak”… Sanatı HAYAT iradesinin buna dair aklî ölçülerinin üstünde bir TERK gören ve bu zamandışı hayâl buudunun eşyayı ihatası olarak SANATÇI’yı bütün varlığın temsilcisi sayan anlayış, hayatın dörtköşe kalıplarında sıkışmış insana burada bir fantezi ve “olmaz olmaz”lar dünyasında eğlence sunar; eğlence, “göbek havası” mânâsında değil, hâyalî mahiyette herşey - konuşan fareden, uçan adama kadar… Burada KOMEDİ, yalnız bir tür değil, üzerinde durduğumuz şekilde “aklı aşan” mânâsında her türdür… RİT dünyası - hayâl aynasında şekiller… Kâinatı insanda ve insanı da sanatçıda toplayan bu anlayış, bu dünyayı da bağlayacağı bir mihrak aramadığı gibi, ötesiyle beraber menzillerin menzilinden terkle bildiğimiz hayatı yaşayan bizim bâtın kahramanlarımızın “zamanüstü” mânâsıyla hiçbir alâkası da yoktur. Bu izâh, daha önceki sayılarda da üzerinde durduğumuz meselelerden dolayı tedâilerle yanlışa düşülmemesi için; sadece MEKR hususunu beslemek niyetiyle arzettik… ARŞ yerine de kullanılan KÜRSÎ, yedi gök üzerinde bir sema tabakası; ARŞ, eşyayı ihata eden ve Allah’ın kudret ve azametinin tecelli ettiği mihrak, KALB mertebesi de BERZAH âlemi’nin başladığı; her ikisi de KALB’de bitişik - bu yüzden kalbe de, Allah’ın ARŞ’ı deniyor… Ruh ve Nefs hakikatini birleştiren KALB hakikati, ruhî tekâmülü boyunca EMR Âlemi’ne âit varlık derecelerini nefsinde bulan… EMR Âlemi, Allah’ı bulamamacasına bir EZEL ve bulamamacasına bir EBED; BİR olmak mânâsınadır bulamamacasına - hani “Mutlak tevhid mümkün değildir!”… ARŞ’ın altı, ŞEHADET âlemi (şu görünen âlem), üstü de ruhlar âlemi, Allah’ın isimleri ve ZÂT Âlemi… ŞEHADET Âlemi ile Ruhlar âlemi arasında, HAYÂL âlemi… RUHAM-Mermer. “Ruhama-Rahim olanlar. İki deniz”: 840: ŞEFETEYN-İki dudak. Kenar. Sahil. Kust… DAHAMET-Vücutça iri olmak. “Nefs”: 1840: KETKAT-Kelâmı çok olan… MÜŞTAKK-Başka kelimeden türemiş: 840: HAMMAR-Şeyh… FİRKATEYN - Harb gemileri. “Hadîs: Harb huda’dır, mekr’dir”: 840: UDHİKE. “Komedi”… MAHR-Yarmak. Delmek. Yükseltmek. Rüzgârın çıkardığı gürültü: 840: MÜTEBERRİR-Allah’a derin duyguyla içten bağlı olan… ADM-Gazab etmek, öfkelenmek. “Hadîs: Öfke döner dolaşır, ümmetimin hayırlılarını tutar!”. “Hadîyd-Öfke. Çabuk anlayışlılık”: 840: HURREM-Sevinçli, mesrur. Şen. Ferahlık veren. Taze ve hoş. Güleryüzlü… İDHAK-Güldürmek. “Sevindirmek. Ferahlandırmak”: 830: MEHDÎ Muhammed Salih Mirzabeyoğlu… MUDHİKE-Komedya: 873: İHTİDA-Tevazu, alçak gönüllülük… A’ZA-Bedenin her bir uzvu. Bir cemiyete üye olmak: 873: İBDA’-Parça parça, hisse hisse etmek. Sorulan şeye –meselelere– güzel cevab vermek. Doyurmak, kandırmak, ikna etmek. Birisine kâr tamamen kendisine âit olmak üzere sermaye vermek… ESKİŞEHİR, BURSA- “Abdülhakîm Koltuğu’nun yan mermerlerinin birinde o, birinde bu şehrin isimleri olduğunu hatırlayınız.”: 873: AZBA’ - Yolun yukarı kısmı.

*

AKTÖR Sadrî Alışık: 1512.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 513= 1512.
Tecsim: Vücutlu gösterilme. Cisimlendirme: 513= 1512.
İstan: Mekân. CA-mekân: 512.
Nisbet: Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. (Bir insanda zekâ ölçüsü, bu taifenin sözlerini anladığı kadardır. – Bu nisbet ölçüsünü koyan da bir veli.): 512.
Zuhurat: Birden oluveren şeyler. Hesabta olamayan umulmadık hâdiseler. Sünuhat - kalbe gelen mânâlar, doğuşlar: 512.
Bastân: Mazi, geçmiş zaman. TARİH: 513= 1512.

*

ANAHTAR: 661.
ESTER: Katır. (Azman - İki ayrı cinsten doğma. Melez. Çok iri… Kıtr - Erimiş bakır.): 661.
LAZLAZ: Yol gösterici, kılavuz: 661.
HİLÂL: Sâfi ve hâlis. DOSTLUK. Zaman ve vakit. İki şey arasına girmiş olan. “Güneş ve Dünya arasında ay”. Buluttan yağmur damlasının çıktığı yer: 661.
SİR’ET: Nefs. Kadınlar. (Siret - Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı. Tutmuş olduğu mânevi yol.): 661.
KÜLTÜR: Fikir, sanat, âdet varlıkları. Terbiye. Ziraat. İRFAN-İlk nefha. Dünyayı sarsan hâdise: 662= 1661.
BİSTER: Yatak. Döşek. “Mehd”. (Rüyâda gelen mânâ: Senin yatağın çekirdek dolu.): 662= 1661.
KERAMET: 662= 1661.

*

MİFTAH: Anahtar. Kilidi açan âlet: 529.
Kamer Sûresi, 45. âyet (Noktasız): (Meâli: Kesinlikle bozulup arkalarına bakmadan gideceklerdir.): 529.
Muthef: Hediye. İthaf olunan şey: 529.
Salahat: Salihlik: 529.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2529.
Mistik: 530= 1529.
Tüs’: Dokuzda bir: (İmam-ı Rabbanî Hazretleri “…….”, Mektubat: 869: Necib Fazıl Kısakürek - “Salih Mirzabeyoğlu”.): 530= 1529.

*

KIRGIZ dilinde, HARF-Kavun koparma: 289: RACİFE-İlk nefha. “Kün-Ol emri”… KAVUN. “Miv: Kıl. Mive-meyve. Şiir. Secde. Rüyâ, hayâl”: 163: İNSAN. “Nas. Nası’- Her nesnenin hâlisi. Şiddetli beyaz. Mücerret, lâtif. Nasiyy, yaş ot. Nasiyye, nass oluş, kat’ilik, kesinlik. Nasiye, çehre. Nasi, unutan, nisyan eden. Nas, uzaklık”… KAF harfinin ebcedi: 100: GUST.

*

KAF: (Said-i Nursî Hazretleri’nin KÜN için “KAF-NUN” tezgâhı demesinden hareketle… KAF: Allah’ın isimlerinden EL-MUHİT (Varlığı ihata eden) ve kalb mertebelerinden ARŞ’a işaret eder. DA’VA cetvelinde ise Allah’ın KADÎR (Muktedir, herşeye gücü yeten) ismine… NUN: Allah’ın ismi olarak EN-NUR (Işık üstü aydınlık) ve mertebesi 4. Gök. DA’VA  cetvelinde de Allah’ın EN-NUR ismine… KEF: Avuç içi. Ayak tabanı. Avuç dolusu. Köpük. “Suda hava kabarcığı, Hub, Absüvar.”. Bir harf, ebcedi Rahman Sûresi 20. tevafuk eder - “Aralarında birleşmelerine engel bir engel-perde var”. Allah’ın isimlerinden EŞ-ŞEKÜR (Her türlü şükre lâyık) ve kalb mertebelerinden KÜRSÎ’ye işaret eder. DA’VA cetvelinde ise Allah’ın KÂFİ (Kifayet eden, başka bir şeye ihtiyaç bırakmayan) ismine - bu cetvelde KÂFİ isminin sayı değeri 111’dir. Ebced hesabıyla ELF (Ünsiyet etmek, çok şey) kelimesi de 111’dir… KAF: Ufuk. “İstikbâl”. Bir dağ adı. Bu isimde bir Sûre… EL-BÜRZ: Kafkas sıradağlarının en yükseği. Kaf dağı. Uzun boylu ve yakışıklı kimse. Manzur - Görülen, bakılan, nazar edilen. Beğenilen: 240: MASDUK-Doğruluğu kabul edilmiş… KAMİS-Gömlek. Bazı nebatlarda ince zar. “Sıfat”: 240: MİFSAL-Dil, lisân… LEVHA: 24 Şubat 1988 – “Parmaklarımla saya saya Bismillâh çekiyorum ve 240’a tamamlıyorum”… MUKANİN-Kanun yapma. İntizama koyma: 240: MAKSİM-Taksim edilecek, dağıtılacak yer. Suyun kollara ayrılma yeri. Musluk, savak… MÜRR-Acı. Arab beldelerinde bir ağacın zamkı. “Yapıştırıcı”: 240: MAR-Yılan. Mir. Hayat.): 181.

*

AHVAK: Kara karga. Kara deve. Uzun nesne. (Kısakürek: 441: Keraker-Karga. Kuzgun… Devlet: 1440= 441: Dahm-İri, kocaman cüsseli. “Dahme, kabir”…): 181.
FA’AL: Çok işleyen ve çalışan: 181.
FAAL: Kerem. Balta sapı: 181.
KUSTO: Topalak otu. Siyah. Sevda: 181.

*

Kaf Sûresi’nin diğer ismi, BASIKAT-Yükseklikler: 565: Seyyid Abdülhakîm Arvasî… Basik: Gövde damarı. (Dirsekte bulunan üç damardan biri): 173: Pİ’CAZNÜMA-Mucize gösteren. Mucize derecesinde eser göstermek. Aciz bırakmayı göstermek… BASIK-Eli açık. Cömert. Necib. Dolup taşan: 603: SAKIB-Parlak. Bir yandan bir yana delip geçen, koparan, yetiştiren, işi bitiren… RETEC-Büyük kapı. “Hazret-i Ali’nin bir namı: İlim beldesinin kapısı”: 603: Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu.

*

HABB-Tane, çekirdek: 8: BEDA’-Fikir, rey. Çöle çıkmak. “Kurumak. Özleşmek”… PUHTE-Kâmil insan. Pişmiş: 1007= 8: HIRBÜRE-Kavun… DÜBBA’-Kabak. “Kedu: Kabak. Kafatası”: 8: ŞAHASER.

*

HECE-Bir defada söylenen, bir veya birkaç harften meydana gelen kelime: 13: SALİH Mirzabeyoğlu… VAV-Bir harf. Tilki. Gönül: 13: HARİKULÂDE… DEBDAB-Azamet, haşmet, cesamet: 13: ECDAD-Dedeler. Babalar… HE harfi: Ebced değeri 5. Bazen “ye, elif veya hemze”ye kalbolarak okunur… CÂ: Yer. Mekân. Mevki… HECA: Hece. Alfabede harf sırasına göre dizili harfler. Şekil. Kıyafet. Sükût etmek. Yemek, rızk… HÂCE: Hoca, efendi, sahib, muallim, öğretmen, aile reisi. Akıllı… ELİF harfinin, Allah’ın EL-BEDİ’ ismi ve kalb mertebelerinden “İlk Akıl”a tevafuku hatırlanmalı.

*

ANAHTAR “K” HECE: 774.
İ’ZAB: Suyu temizleme. Vazgeçme. Azaba düşme veya düşürülme: 774.
ŞECAAT: Yiğitlik, cesurluk: 774.
Anahtar “K” Salih Mirzabeyoğlu: 774.

*

ANAHTAR “K” HE-CA: (He, nefes hecesi ve Allah lâfzının son harfi olarak, bizzat bu isme delâleten zikretme mânâsında; insan, marifet idrakinde olarak, bilerek veya bilmeyerek Allah’ı zikrediyor… CA-Yer. Mekân. Mevzi: 4: GAZRA-Özlü çamur. “Beden”… SALİH Mirzabeyoğlu: 1004: İBSAS-Sırrı açıklama, yayma… TİCARET-Alım satım. “Cihad’ın ticarete benzetilmesini hatırlayınız. İslâm’da büyük cihad ve küçük cihadın, temel ve esasta insanın öz nefsiyle savaşı olduğunu”: 1004: İGTİŞAŞ-Karışıklık. Karmaşık olmak… DIRAB-Erkek dişiye aşmak. “Nefs’in dişi mahiyeti, EMR âlemi başlangıcında bunun KALB mertebesi hakikati olarak NEFS kutbu ve RUH kutbundan müteşekkil diye vasıflanışı, nefs kutbuyla madde ve mekân-ruh kutbuyla da Allah’ın tecelli ettiği BERZAH mertebelerine açılışı, bu mânâlar çerçevesinde de NEFS’in bir kutbundan diğerine galebesi, erkeğin dişiye aşması hükmündedir. Burada, RUH ve MEKÂN’ın, ruh erkek ve mekân dişi mânâsı, KALB mertebesi hakikatinden ayrı bir mevzudur; buna dikkat”: 1003: DARC-Yarmak. Delmek. Şakk.” Farz-delmek, tamamlamak, vazifeyi yerine getirmek. ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nu hatırlayınız”… MÜSTERŞİD-Doğru yolun gösterilmesini, irşadı isteyen: 1004: ÇAĞ-Zaman, vakit, hengâm, esna, mevsim. Devir. Tarih çağları. Yaş. Boy. Tenasüb, uygunluk. Lüzumu derecede semizlik, uygun cüsse… NEKİSE-Nefs. Halef. Ters, zıd: 585: İCTİSAS-Birbirine imticazla bir arada bulunmak… Ruhun bedende tecellisinden sonra, birbirinden alıcı verici olması, NEFSİMİZ’de “ruh” ve “nefs” kutublarıdır. Nefs kutbu, şu görünen ve 5 hasse ile idrak ettiğimiz ŞEHADET âleminden sonra, - ARŞ’ın altı şehadet, üstü EMR âlemi’nden - VARLIK dereceleri boyunca, daima muhalif mânâdadır. Bu muhaliflik, “ruh kutbu”na tâbiyeti içinde NEFS’in Varlık şartı HALEFLİK olarak devam eder. Daima BİR’e doğru, birleşmeye muhtaç bir süreç; “nefs kutbu” ve “ruh kutbu”, VARLIK ve VAROLUŞ’u temsil ederek, neticede ALLAH karşısında NEFS hakikatimiz… Yevmiye: “Nefsimizin bir hakikati var!”… MÜSTEFAD-Anlaşılıp istihrac olan. Kazanılmış olan, istifade edilmiş. Mâna. Mefhum: 585: ŞER’İYYET-Şeriate uygun olma… TASVİYE-Hesabı kapatmak. Saflaştırmak. “Zıddını tasviye etmek, onun hakikatine doğru saflaştırarak kazanmaktır da. Malûm, küfrün kaynağını bilmeyen gerçek imânda olamaz”: 585: TEFEKKUH-Fıkıh ilmini tahsil etmek. “İslâma muhatab ANLAYIŞ” davası… TAVSİF-Vasıflarını söylemek. Vasıflandırılmak. Bilgi, ilim: 585: TİS’UN-Doksan. “İBDA: 9.”… RASRASA-Muhkem etmek. Sağlamlaştırmak: 585: MEHDÎ Muhammed Salih Mirzabeyoğlu): 771.

*

TELEKRAM: (Mekân, madde, beden, beyin, zihin… NYMPHA-Ser, genel olarak düşünceme muhalif duruşu içinde, ne olursa olsun boz mantığıyla kızdırmalarına ve nihayet benim, “eğer sesimi çıkarmazsam, söylediğinden memnun olur!” düşüncesiyle daha önce dört dörtlük yazdığım ve ona söylediğim şeyleri binbirinci defa söyletmesi - kızdırması işinin üzerinde… “Ne olursa olsun, ben nefsimde bana düşünce ve dalga yoluyla verilen hisse rağmen, imân tezahürü bir fikrî galibim!” havama, takmayı aslında işi icabı malzeme edinen bir tabiîlikle, yine bu “ruh” galibiyetine anlamazdan gelerek tecavüzde… Ona, tam üzerinde durduğum mevzudan cevab geldi… HE: Ebced değeri 5 olan harf… HA: Ebced değeri 600 olan harf… HA, bir kelime olarak alındığında, 601 olan ebcedi değişmez, hem göze hitab mânâsından doğan bir mânâ ile HA(Y): 601: AMENER Resûlü’den - “Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez”… HAYY: Hayat. Hayvan. Beden… Ben, TELEGRAM’ın, hayvanî olana hitab mânâsında TELEGRAM’ın tesirini söyleyince, o “ne farkeder?” diyor. Bedende nefsin beden yönüyle ruh yönünün ayrı olduğunu, can mertebesinde atomaltı parçacıklar fiziğinin bir izâh getirmeyip, canın ondaki tesirini o doğurmuş gibi anlattığını söylüyorum. Tam bir öfkedeyim: “Peki sen HAY’a tesadüf edeceğimi ve bununla karşılaşınca tanıyacağım bende mevcudu biliyor muydun? Bunları düşünmeden önce, dış ve iç müessirler içinde bulunan benim, bunu düşüneceğimi niye okuyamadın? Şimdi söyle, fevkalâde anladığın, ben söylediğimin ne olduğunu bilmeden düşündüğümün ne olduğunu nereden bileyim hakikatine nisbetle, bende düşünmeden ve düşünceme gelmeden bildiğin ne var? Hadi söyle; yazarken, yazıyla istikamet bulan veya bulacak olan ne var şimdi bende?”… “Şu ânda, eğer beyinden doğuyorsa, oku ne var” hikâyesi; hissî zekâ derken, düşünceyi beyin-beden-madde-mekâna indirenler anlasın… “Unutmak, saklamanın başka bir şekli”dir; bunu tecride dökerseniz, İNSAN, nisyan-unutmadan gelir; ve şu görünen ŞEHADET-Misâl âleminde, ruhun hatırlayabildikleridir anlatılan… Ezel hepimizde; ve idrakimizce, bu bakımdan farklı farklı “mazimiz”… NETİCE: TELEGRAM’ın ruh ve beyin tesiri, ŞEHADET âlemi cümlesinden… Eğer, beyin, düşüncenin doğuranı-kaynağı olsaydı, o zaman psikolojik bozukluklarda sadece beyinle ilgilenmek yeter ve psikoloji ilmine de lüzum kalmazdı… HİSSİ zekâ; evet. Önce hissederiz, sonra fikrederiz, böyle anlaşılırsa eyvallah. HİS, bütün varlık mertebelerinde… “Hatırlamak da ruhî aksiyon!”…): 772= 1771.

İFTİRAS: Fırsat gözlemek. Fırsatı ganimet bilmek. (Ben ve TELEGRAM): 772= 1771.
İSTİ’MAR: Bir yeri imar etmek. Bir yerin mamurluğunu istemek. İstimlâk etmek. Sömürgeleştirmek. (Telegram’ın niyeti şu, maddeyi istismar payı içinde cihazla gelen 5 duyu ve onların hissini uyarıcı yük - yine dalgaya yüklenmiş görüntü ve sözlü telkini bir gıda gibi sindirerek faydaya alan ben. Devam eden bir süreç. TELE-GRAM: TELE-YÜK): 771.
PUTŞİKEN: Put kıran. (İnsanı Allah’tan alıkoymak için içyüz ve dışyüzde tutucu herşey.): 771.
TAKA’UR: Çukurlaştırma. Kuyunun derin ve çukur olması. (Hakikati alan nefs. “Abdülhakîm Koltuğu”. Tasarruf eden… TAK’İR-Çukurlaştırma. Çukur yapma: 780: TA’KİR-Bir uzvu, organı yararak sinirlerini çıkarma.): 771.
İSTİKTAR: Damla damla akıtma. Damıtma: 771.
İSTİŞHAD: Birisinin şâhidliğini isteme. Eserlerden delil getirme. Delil olarak ileri sürmek. Şehid olma-eylemi: 771.

*

CÂ: Mekân. Mevki. Yer… (LEVHA: 5 Nisan 2003… Birisi bana, “MUSA Bey, 10 vilâyetin mirliğine terfi etti!” diyor. Dedemin babası MUSA Bey… Ben onun MİR olduğunu ve 10 vilâyetin mirliğine ne dendiğini düşünüyorum!)… Musa Mirzabeyoğlu: 418: Necib Fazıl Kısakürek… Musa Mirzabeyoğlu: 1428: Salih Mirzabeyoğlu… BALIK-Şehir. “Kırgızca’da”: 143: SALİHA-Gümüş… HUCURAT-Hücreler. Şehirler: 612: Derviş Muhammed… Hucurat Sûresi, Kaf Sûresi’nin evveli.

*

ANAHTAR Çekirdek Hece: 819.
Tahiyyat: Selâmlar. Dualar. Mülk, beka, devamlılık, malikiyet. (Te’hiye: Birine kardeş olma… Teheyyü: Hazırlanma. Nizam): 819.
Hatir: Tehlikeli, korkulacak durum. Büyük ve şerefli kimse: 819.
Müfettiş: Teftiş eden. (Nakib: Halkın hayırlısı. Müfettiş… Nakibe: Akıl. Nefs. İnsan ruhu.): 820= 1819.
Tetvic: Taç giydirme: 819.
Hayrî: Hayra âit: 819.
Adhâ: Kurbanlar. Kuşluk vakti kesilen hayvanlar. Kuşluk vakti. (Bedene: Kurbanlık deve - “Nefs”): 819.

*

ANAHTAR Çekirdek (Büzür) Hece: 1582: İFTİAL - Bir şeyi iş edinmek. Kendiliğinden yapmak… ÜMSÜLE - Örnek olarak verilen beyit veya mısra: 582: MEHDÎ Muhammed Salih Mirzabeyoğlu… Üstadım’ın, “ikimizin şiirlerini yazıyorum, bayılacaksın!” dedikten sonra okuduğu KAVANOZ isimli Noktalama: “Bir cümbüştür kopsa da gece yakamozlarda, - Münzevî balıklarız ayrı kavanozlarda!”… Birinci mısraın ebcedi: 1478: Kaptan Kusto Müslüman… Causteau. (Kusto): 478: Tesavi - İki şeyin birbirine denk olması… Seyahat: 479= 1478: Hikemiyyat… Teahhüd: 479: Salih İzzet Mirzabeyoğlu… İkinci mısraın ebcedi: 1381: Sırtlan. “Ezel. Rahman Sûresi 19 ve 20. âyetler”… Şegaf - Delicesine sevme: 1380= 381: Şegaf - Yürek kabı. Yüreği çevreleyen nazik deri. Bir nesneyi çevirip kaplamak… İki mısraın toplamı: 2859: Mahuza - Temiz, itibarlı, şerefli, asil. Saf, halis, katıksız. “Necib-Salih”… Davban - Güçlü, büyük deve: 859: Humuza - Ekşilik. “Hamza: Allah Sevgilisi’nin amcası, Abdülmüttalib’in oğlu. Hamza: Ekşi otlar. Hemze: Elif yerine kullanılan işaret. Allah”… MEHDÎ Kontrolu: 860= 1859: BEYİN Kontrolu… BEYİN Kontrolu. (TELEGRAM): 859: SAHİR - Maskaralık eden, maskara eden… Âlemde insan, ben, hem zahir hem de bâtın yönüyle beyin kontrolundayım: MEKRİ İlâhî - Sır!

KAVANOZ: 171: NİSAN

 

LEVHA: 2 Temmuz 2005… Bir câmide, kalabalığın ortasında, ayakta, MAHMUD Efendi Hazretleri vaaz veriyor… Ben, babamla (Şerif Muammer) birlikte, oda gibi bir girintide cemaatle birlikteyim. Mahmud Efendi, gördüğüm bir NASREDDİN Hoca resmindeki gibi zayıf, gözlerinin etrafı ÜSTADIM’ın gözleri gibi halka şeklinde, çukur, dudakları da hafif çıkık ve belirgin. Yüzü de, tavır ve duruş hâlinde değil de, –ekşi yüzlü demeyeyim!– ciddi. Konuşmadan sonra çıkışa doğru bizim yanımıza geliyor; ona Babamı tanıtıyorum. Babam heyecanlı ve hamasî bir tavırla benim için, “onu sizin emrinize bırakıyorum!” veya “o sizin emrinizde!” gibi birşey söylüyor. MAHMUD Efendi de bana NİSAN’da diye geçtiğimiz Nisan’da olan birşey veya Nisan ayı ile ilgili birşey söylüyor. Kafasında kavuğu andıran bir sarık; küçük beyaz kavuk gibi, üzerinde de beyaz entari var!

*

KA’B: Ağaç kab. “Kavanoz”: 172= 1171.
İnkilis: Yılan balığı: 171.
Muayin: Kat’i ve kesin olarak belli olan. Görülmüş olan: 171.
Asvad: Büyük emir: 171.
Maanî: Mânâlar. Sözün hâl ve makama uygunluğu ilmi: 171.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1171.

*

NİSAN: İNSAN: “BEN KİMİM?”

 

BU CESED KİME AİD?

 

Tarihî fasıl açısından 2. Viyana muhasarası sonrası olarak mütalâa edegeldiğimiz 17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılın başlarında OSMANLI İmparatorluğu, Avrupa ile sıcak çatışma hâlindeydi. Rusya ve henüz Alman İmparatorluğu adını taşıyan Avusturya, hep müttefik olarak OSMANLI ordularıyla çatışıyordu. Osmanlı askerî modernleşmesi, bazen yenilgi, bazen direniş ve bazen zaferle geri püskürterek, Avusturya ve Rusya’ya karşı direnebiliyordu. Osmanlı, Doğu’daki değişme şuurunun doğduğu yerdi, zira bu tarihî şartlarda bu şuura sahib olmak zorundaydı. 18. yüzyılın siyasî, sosyal görüşleri en açık olarak sefaretnâmelerde (elçilik yazışmalarında) takib edilebiliyor. Ünlü seyyah ve dâhi EVLİYA ÇELEBİ’nin istisnaî örneğinden sonra SEYAHATNÂME yazabilecek biri çıkmamıştır. Seyahatnâme, OSMANLI edebiyatında zayıf ve geç gelişen bir tür; klâsik İslâm çağı ve Rönesans Avrupası ile boy ölçüşebilecek durumda değil. 18. yüzyılda siyasî tefekkürümüzü bu sebeble memurların genel raporlarından takib etmek zorundayız. İkinci kaynak ordu ve maliyenin başındakilerdir. Fenn cihetinden gelişen ordunun ağır masraflarını karşılayacak zümre, ıslahat üzerinde düşünmek durumundaydı. Nitekim 18. yüzyıl OSMANLI dünyası, artık geçen asırlardaki ISLAHAT lâyihaları geleneğinden daha farklı bir ıslahat fikir ve hareketi ihtiyacı içindedir. 17. yüzyıl OSMANLI yazarları İBN-İ Haldun’cu teorideki çöküşün farkında olarak, adeta “asabiyye-psikoloji” ve “dayanışma”yı askerî reformlarla sağlamayı ve muhafazayı düşünürler; askerî reform, müesseselerin içiçeliği itibariyle toprak nizâmı ve maliyeyi de etkileyecektir. OSMANLI, “devlet-i ebed müddet”e inanır. Binaenaleyh, çöküntü emarelerine rağmen dirilişin, devletin temel müesseselerine avdet ile mümkün olabileceği düşünülür. Kınalızâde’de bu görüş açıkça ortadadır. İSTANOS POLİTİKOS (İstan: Mekân, yer, saha… Poli-tikos: Şehrin işleri, idaresi sanatı) tâbirinden haberdar olan KÂTİB Çelebi, siyaset ilmini toplumu bir İNSAN BEDENİ gibi ele alarak mütalâa eder. Asıl olan HÜKÜMDARLIK, askerî kurumların düzgünlüğü ve malî güçtür. Tabiî ki bu yazarlar, İBN-İ Haldun’u benimsemeye devam eder, ama onun işaret ettiği kaçınılmaz sona kendi reform lâyihalarında pek itibar etmezler… Şeyhülislâm Pirizâde Mehmed Emin Efendi’nin çalışmasını gözden geçirerek İBN-İ Haldun’un çevirisini tamamlayan kişi olduğu hâlde, CEVDET Paşa büyük sosyologa temelden zıt bir düşünce geliştirmiştir. 19. yüzyıl siyasî edebiyatımızda özel bir yeri olan CEVDET Paşa, bir FAKİH’in yaklaşımıyla toplumu ele alır. Hem İBN-İ Haldun’un dâhiyane müşahede ve kurgusundan hem de ROUSSEAU’nun RÖNESANS tipi Antropolojik (İnsanla ilgili ilimler) vurgulardan uzak bir devlet görüşü vardır. Ona göre devlet bir VAHY’dir. Cevdet Paşa’da epistemolojik (Bilgi teorisi) problem, diğer sistemleştirme gayretlerinde de mevcuttur. — İlber Ortaylı.

*

Mekân tâbiri, maddi sergisinin tecellisinden, coğrafyaya, yerleşim yerine, bu malûm mânâlardan sonra mevzu-saha-alan ve fasıllandırmaya kadar, her kelime gibi lûgat, kavram, mecaz vesaire geniş çerçevede kullanılan bir kelime. “Politik mekân”, politika sahasından (ilim ve sosyal sahada bir alan), “fikrin tecelli ettiği yer” mânâ ve madde kasdına kadar açık bir tâbir… Bu tâbirin, “Devlet”in doğuşu ve mahiyeti, yahut nasıl olması gerektiği - şekli vesaire gibi hususlar içinde ona mahsus bir ifâde alacağı tabiidir. Her ne kadar mevzu “siyasî” diye belirtiliyorsa da, neticede yine siyasî olarak nitelenecek olan, “tabiî bir teşkilâtlanma”, “biyolojik nazariye”, “kuvvet ve mücadele”, “iktisadî münasebetlerin organizasyonu”, “hukuken teşkilâtlanma” vesaire gibi tasniflere mevzu oluş içinde, hemen her tasnifte her tasnif mevcut. Bu bakımdan İBN-İ Haldun’un DEVLET’i bir BEDEN’e benzetmesi -yahut onun hakkında bu niteleme, daha ziyâde “devletin canlı bir varlık gibi doğuşu, büyümesi, sonra ölmesi” şeklindeki görüşünden olsa gerek; aslında o, sosyolojinin Batı’da kuruluşundan evvel, onu kurmuş olandır - bu dalın genişliği çerçevesinde de, aşiret topluluklarından bunların çatışmasına, yerleşik topluma geçme, bu süreçte “ekonomik ilişkilerin üretim araçlarına bağlı olarak değişmesi, bunun sosyal temeli üzerinde siyasî kurumun şehir-devlete kadar sirayeti”, bunları izâh sadedinde “tabiattaki maddeden bitkiye, ondan hayvana ve nihayet insana kadar gelen tekamül” misâli üzerinde dururken, malûm Darvin’in “tekamül nazariyesi”nin de öncüsü olması - medeniyetin insana mahsus bir nitelik belirtmesini işaretlemesi; netice olarak, İslâm toplumu içinden çıkmış olsa da, mevzuu ele alışı İslâmî bir çıkıştan değil, dini motiflerin de sosyoloji içinde yer alması gibidir. SOSYOLOJİ’nin ilk kurucusu o - bu ayrı mesele. Marksistler’in “İlmi sosyalizm” şeklinde kendilerini diğer sosyalizmlerden ayırmasından sonra, tarih olarak kendilerini geriye doğru bağlarken en büyük 5 düşünürden biri saydıkları Saint Pierr’den de öncedir o. (1332-1406)… Sosyal meselelerin (siyaset de sosyal bir hâdisedir; her siyasî hâdise bir sosyal hâdisedir de, her sosyal hâdise siyasî değildir) ele alınışında “Sosyoloji”nin doğuşu, bir ihtiyaç -  ama her ihtiyaç gibi temellendirilmesinin temellendirene göre olacağı tabiîdir; bu bakımdan İslâmî bir yaklaşımda bunun FIKHÎ-Hukukî ölçü ve ölçülendirmelere nisbet edilmesi gerektiği de tabiî… BEDEN; fonksiyonlarını sosyal bir teşkilâtlandırmaya benzetmek, oldukça sıradan ve kolay. Meselâ, siyasî iktidarın şekli ne olursa olsun “beyin; hüküm-dar” denmesi gibi. Ama iş nihayetinde ruh-beden karmaşası gibi bir ikiliğe ve son tecridte BİR’e irca zaruretine gelince, BEDEN benzetmesi de ona nisbetle olur… İşte tam burada başlığımızdaki soru: BU CESED KİME ÂİD?.. Ceset-Beden ile kimlik “karakter-ruh” arasındaki farkı ve hangisinin hangisine tâbi olması gerektiğini, farkında olmaksızın ifâde ediyoruz. Bir cesedle karşılaşınca, “bu kime AİD?” diye aranır da, tersi sorulamaz bile; ruhun hangi cesede AİD olduğunu sormak bile mümkün değil. Canlı üzerinde konuş dur, ama ölüm her şeyin aslını anlamada esas. HAYAT kavramının hem ruh hem beden faaliyeti için kullanılır olması gibi, Toplum ve Devlet bir beden, bizim için BAŞYÜCELİK Devleti, her FAKİH’e “aradığının bu mevzudaki karşılığı budur ve mevzularını da buna göre ara ve bul!” der. Bizim HALİHAZIRIMIZ-ANADOLUCULUK için okuduğunuz, neleri nelere vesile kılıcı olma örnek hâlimiz vechile.

  Normal style='text-align:justify'>HALENC: Ağaç, şecer: 684.

SALİH İzzet Erdiş: (Levha: Mayıs 2006… Birinin önünde MÜNŞEAT “Önsöz-Bayramlık” isimli kitab var, ona bakıyor. Sonra kitabı kapatıp, “Salih Mirzabeyoğlu’na BOLU Dağı kaftanı giydirildi!” diyor — NESLİHAN Erdiş): 1683= 684.

*

BOLU Dağı Kaftanı: 701: Osmanlı… BOLU Dağı Kaftanı: 1700: Tefekkür… BOLU Dağı Kaftanı: 1690: Mehdî Kaftanı… Bolu - Ba(ğ)lu - Ba(ğ)lum… Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin kabrinin bulunduğu Bağlum Köyü… KABR: 302: MİRZABEYOĞLU.



Baran Dergisi 265. Sayı