LEVHA: 13 Mart 2003… Daire şeklinde, talimli bir hâlde yürüyen dörderli beşerli atlar… AT terbiyecisinin komutuna göre yürüyorlar… Sonra bir takım hayvanlarla sarmaş dolaş oynuyorum!
*
SEYİS: Ata bakan, atı terbiye eden, temizleyen: 130.
Tayy-ı Mekân: Mekânın-mesafelerin hayâl süresinde katedilmesi. Bir ânda “uçmak” tâbir edilen mesafelerin aşılması. Bir adamın muhtelif yerlerde görünebilmesi - bu mânâlarda anlaşılmak üzere, mekânın kalkması: 130.
Kul: “De, söyle, bildir!” mânâsında emir: 130.
*
Siyaset: Memleket idare etme sanatı. Seyislik, at idare işleriyle uğraşma. (Üstadım: İslâm, topyekûn madde ve topyekûn ruh kadrosunda hakikî fâtihlerin ulvî çerçevesini belirtir. Bu yüzdendir ki, İslâm siyasetinin ana gövdesi, madde ve ruh fatihlerinin sayısız iş ve fikir dalını nefsinde düğümleyen yekûn hattıdır.): 531.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2529= 531.
*
HAYYAL: At terbiyecisi, at yetiştiren. (Hayyale: Fikir sahibleri. Fikir adamları.): 641.
Kassam: Hayrı çok olan kimse. Yorulmuş, mahzun kimse. (Dünya, mümin için ayrılık ve gurbettir - Ahireti kazanma yeridir… “Bu din garib geldi, garib gidecektir!”; imân bu dünyadan değildir… Bu hususlar, İNSANLAR’a “eşya ve hâdiseler karşısında, meseleleri karşısında” zavallılığı telkin etmek değil, İSTİKBÂL sermayesinin HALİHAZIR’da bulunduğunun, EBED sermayesinin HALİHAZIR’da ve DÜNYA HAYATI süresinde kazanılabileceğinin ihtarıdır.): 641.
Hayâl: Ezel ve ebed arası maddî ve manevî topyekün varlık ve oluşu kapsayıcı ve mahiyeti ebediyen kuşatılamaz HAKİKAT ile İNSANOĞLU arasındaki biricik vasıta - ki, ALLAH ile KULU arasında vasıta da Allah’ın mahlûku ve Allah’tan: 641.
Mir’at: Ayna. Meşhur bir cins lâle. (Lâle: 66: Allah… Ayna’nın, tecelli eden ve tecelli edilen mahiyeti; İNSAN’ın zâhirî ve “ezel ve ebed” bahsinde geçen bâtınî NEFS hakikati.): 641.
Mer’et: Kadın. (Nefs. Doğuran, çoğalan.): 641.
*
HAYL: At. At sürüsü. Zümre. Düşünmek, hıfzetmek: 640.
Halat: Kalın gemi ipi. İp. (Gemi: Nefs… Akl: İp. Akıl. Ölüm. “Akıl mahlûktur”…): 640.
Muhh: Beyin. İlik. Cevher. Madde: 640.
Hâlide. (Hâlid’in müennesi.): Sonsuz: 640.
Hulud: Ebedîlik. Bir şeyin aslî hâleti üzerine daim olmak: 640.
İrtihal: Ölmek. Bir yerden bir yere gitmek, göçmek. Ölüm: 640.
Tansis: Bir meseleyi ŞER’İ hükümlere isnad etmek. Tetkikten sonra karar verme. (İstikra’: Çeşitli şeylerden umumî hüküm çıkarma… Hasr: İhata etme, kuşatma. İçine alma.): 640.
Meşrık: Güneş doğan cihet. Doğu-yön ve coğrafî mekân. Tövbe kapısının adı. (Mutlak Fikrin Gerekliliği’nin, bir düşünce ve iş metodu olduğunu, her mevzuunun ona mahsus “başıboşluktan kurtarıcı” ve MUTLAK FİKİR hakikatine bağlı mahiyetini, bütün eserlerimiz boyunca sayısız defalar işaretledik… İktisat’ta “zekât ve faiz” bahsi ile sair ölçüler nasıl malzemenin tanzimi ile bir “İktisadî Nizam” doğuruyorsa, KÂBE ve sair kutsal mekânların ibadet ve ziyaretten başlayan ölçü ve ölçülendirmelere mevzu oluşu, SİYASET bahsinde onun kapsamına giren her şeyin aslî ve asıl hedef coğrafyasının yönünü de işaretler. Meşgul olduğun ve olacağın bütün yönlerin nisbet noktası budur… Bunun bizdeki ideolocya manzumesi hâlindeki ismi, BÜYÜK DOĞU… Mehdî: 62= 1061: Büyük Doğu.): 640.
*
AHYAL: Atlar: 642.
Müretteb: Tertib edilmiş, dizilmiş, yerli yerine konulmuş. Tâyin edilmiş. Bir şey için, bir yer için ayrılmış. (EL-HAKÎM: Allah’ın herşeyi yerli yerince eden mânâsındaki ismini hatırlayınız… Ve Abdülhakîm Koltuğu’nu.): 642.
Huule: DAYILIK. (Osmanlı’nın CEZAYİR emsâli yerlerdeki, merkeze bağlı mahalli idare şekillerinden biri.): 642.
*
MÜSEVVEME: Talim ve terbiye görmüş, hilkaten tamam at. Nişân edilmiş, süslü: 151.
Âlemî: İNSAN. Dünya’ya âit: 151.
Mehdî Muhammed: 151.
Kavame: Namazda rükûdan kıyama kalkıp, bir kere “Semiallahu limen hamideh” diyecek kadar durmak. (Sanki, hayvanî nefs teslimiyetinin ruha dönüşümü, cesedimizin ruhanî hâle inkılâbı.): 151.
*
KUNBUL(E): Kalın vücutlu adam. “EBEDD. Nefs”. AT. Bomba. (Bomba ve patlama, bir olan şeyin, ona âit parçalar hâlinde binbir türlü görünmesidir. RUH ve ondan bedene tevdi NEFS, RUH’un bedende tecellisi eseri olarak görünmeden önce onun sıfatı - BİRDİR. Bu mânâda, İnsanlardaki NEFS, senlik-benlik şeklinde bedenlerde ayrılmadan önceki hâlle - aslı olan HAKİKAT’te, RUHU MUHAMMEDİ’dir. NEFS’in AYNA mânâsını, HAYÂL ile içiçe yukarıda göstermiştik. AYNA’da görünenin VAHİD ve VAHÎDE âit mânâsı ELİF-BİR olarak benzer kabul edilirse, ondan akis hâlinde mevcutlar ELF, yâni “1000 adet şey, çokluk, ünsiyet etme” mânâsındadır. Bu çerçevede, İNSANOĞLU’nun Ruhlarının babası ALLAH Sevgilisi’dir. Bu asıl ve esasın HAKİKATİ ise, ezel ve ebed boyunca meçhul kalacak olan… Çerçevelediğimiz hakikat, ALLAH Sevgilisi’nden sonra, Peygamberler, Sahabîler, veliler ve seçkinlerden, bütün mümin ve Müslümanlardan, sair insanlara kadar, nasibleri nisbetinde NEFSLERİ’nde itaat ve isyan hâlinde iradi olarak gerçekleştireceklerini ihata edicidir… BOMBA bir misâl: Birlikten çokluğa ve çokluktan BİRLİK hâline varlık, KALB’te kesret ve vahdet meselesi vesaire.): 187.
RAHMAN Suresi 19 ve 20. âyetler ile, noktalı harfler toplamı olarak FURKAN Sûresi 53. âyet: (BERZAH ile ilgili): 6186= 5187.
Vifak: Uygunluk. Aynılık: 187.
Vâkıf: Bilen, haber sahibi. Aşina: 187.
İslâma Muhatab Anlayış: 1187.
Müzmak: Derviş. (Mürid: İrade eden, taleb eden… Müridd: Cem-birlik iştihası çok olan. Suyu çok olan deniz. “Allah ve Resûlü aşkı bilgisi”… Veli: “Su, ezelden beri kendi yatağı içinde akar”… SU: HAYAT… O su herkeste ve nasibler ayrı olarak: Ezel ve ebed bilgisi-hayâlî gibi ki, Allah ile kul arasındaki vasıtaya en uygun lâfız kabul edilen.): 187.
*
ÜSTADIM’dan: İslâm’ın sayısız dallara ayrılan siyaseti tek gövdede BİRLEŞİR: Bütün insanlığın İslâm’a teslim olmasını sağlayıcı usûl… Teslim olmakta selâmete çıkmak, selâmete çıkmakta İslâm’a ermek, İslâm’a ermekte sonsuz kurtuluşu bulmak vardır; ve İslâm siyasetinin baş hedefi, İSLÂM ÜLKELERİ içinde ve dışında, insanlığı bu saadete erdirmektir. Siyasetinin bu esasî hedefi yolunda, iki esasî vasıta kullanır: Kılıç ve kalem… (Mehdî Muhammed: 151= 1150: Seyf-Kılıç. Kalem) Kılıç maddeyi, kalem de ruhu fethetmenin bütün vasıta ve âletlerine şâmil iki remzdir. İslâm, topyekûn madde ve topyekûn ruh kadrosunda HAKÎKİ FATİHLİĞİ emreder ve HAKÎKİ FATİHLER’in ulvî çerçevesini belirtir. Bu yüzdendir ki İslâm siyasetinin ana gövdesi, madde ve ruh fatihlerinin sayısız iş ve fikir dalını nefsinde düğümleyen yekûn hattıdır. (Son cümle, her şeyin kendine mahsus bir NEFS’i, özü, hakikati, canı olduğunu, sureti bulunduğunu da gösteriyor. Suret’in, sadece RESİM demek olmayışı anlaşılmalı.)
 
“DENİZ GİBİ COŞKUN AT”…
 
Üstadım’dan: Bir gece Mekke’de korkunç bir ses işitiliyor. Herkes yatağından fırlıyor ve bu tüyler ürpertici sesin ne olabileceğini düşünmeye başlıyorlar. Nihayet bir araya gelip toplu hâlde şehirden çıkıyorlar ve sesin geldiği tarafa doğru gidiyorlar. Bir de bakıyorlar ki Allah’ın Resûlü, Ebu Talha’nın atına binmiş, o yerden gelmekte ve herkesi “korkmayın, bir şey yok!” diye sükûnete davet etmekte. Meğer ses işitilince herkesten evvel çıkıp gitmişler, bir şey olmadığını, sesin basit bir hâdiseden meydana geldiğini görmüşler ve halka sükûnet vermek için dönmüşler. Allah Resûlü’nün bindikleri Ebu Talha’ya âit at, KUTAF dedikleri kısa ve hızlı adımlı bir hayvan. Kâinat’ın Efendisi, o korkunç sesin geldiği yerden dönerlerken bu AT için, “atınız deniz gibi” buyuruyorlar. Yâni AT’ı, coşkunluk bakımından denize benzetiyorlar. Ondan sonra Peygamber sözünün bereketiyle o AT, hiç geçilmiyor!..
*
KATF: Diğerinden hızlı. Tırmalamak. Üzüm kesmek. Ağaçtan meyve devşirme. Devşirme mevsimi: 189= 1188.
İslâma Muhatab Anlayış: 1187= 188.
Muhsan: Akıl. Aklın baliğ olması. İslâmiyet. Hürriyet: 188.
Kuffaz: Eldiven. (Hadîs: “Allah’ın eli topluluk üzerindedir!”… Fertte toplu topluluk hakikati, FERDÎ Hakikat’in hakikati, Allah Resûlünde tecelli etmiştir; topluluk hakikati de, hisselerinde O’nu gösteren SAHABE’de… “Allah’ın eli”nin kudret ve irade olarak tâbirinde, İslâm’a Muhatab Anlayış, Allah ve Resûlü’nün sıfatlarına ve vasıflarına bürünülmesi - ELDİVEN’e teşbih edilebilir.): 188.
Akide: İmân. İnanılan ve itikad edilen esas: 189= 1188.
Besasa: Göz. Ayn. “İdrak”: 188.
Mukaddeme: Takdim. İlk söz. Başlangıç. Önde giden. (TAKDİM edilmem ve bütün eserlerime şâmil mânâda “iç yüzünü yazdığım adam”ın tarafımdan takdimime mevzu bir “malûm”, deniz gibi her dem yeni dalgalarıyla: KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN - Dünya Çapında Bir Hâdise.): 189= 1188.
Münhamenna: Allah Resûlü’nün ismi mânâsına, TEVRAT’ta geçen İBRANİCE bir isimdir. (Belirli zaman dönemleriyle kayıtlı Peygamberlere gelen kitablar, hem kitab hem tebliğ eden olarak bütün kemâlleriyle KUR’ÂN ve ALLAH SEVGİLİSİ’nde topludur. Dolayısıyla, evvelki kitablardan İSTİHRAÇ edilen - içinden çıkarılan MÜNHAMENNA gibi mânâların O’na diye tefsirinde, ahmakça “ne malûm?” gibi itirazlara yer yoktur. Hani şu, hakikatin hakikati davası var ya, bu dilden anlamıyorsan zaten TEVHİD’in ne zorunluluğunu, ne de mânâsını İslâmî anlayışla anlamıyorsun demektir.): 188.
*
Sahil: AT kişnemesi. (Horse: At. Süvari. Kamçılamak… Ahadid: Kamçı izi… Ahad: Ehad. Bir… Ahad: Birden dokuza kadar sayılar.): 135.
Naiye: Ölüm haberi götüren. (Ney-Kâmil insan: 60: Sin-“Ey insan!” mânâsında Allah Resûlüne işaret olarak Kur’ân’da geçer. YASİN Sûresi hatırlanmalı. Bir harf olarak ebced değeri de NEY’e tevafuk eden.): 135.
Fedakil: Emirlerin büyükleri: 135.
Felke: Ayın dolunay şekli: 135.
Sea: Güç, iktidar: 135.
Lehak: Çok beyaz. Öküz. Sevr: 135.
 
HIZIR ALEYHİSSELÂM - HAYÂL ATI
 
HIZIR Aleyhisselâm, Kur’ân’da ismi geçen ve Peygamber olup olmadığı hususunda müfessirlerin farklı görüş ileri sürdükleri mübarek bir zât… Ab-ı hayat suyunu bularak ölümsüzlüğe erdiğine inanılır… Lûgat’ta ab-ı hayat, “kan” mânâsındadır; mecazî olarak, “güzel ve lâtif söz”, tasavvufta “hakiki aşk, ilâhî aşk, ilm-i ledün, marifetullah” mânâlarında kullanıldığı gibi, ilim ve hayatın suya işlemesi hakikatine nazaran “hayat ilmi” diye de ifâde edilebilir… İlmin hayat vermesi - mecazî mânâsıyla nurlanma… İDRİS Aleyhisselâm, KALB Hakikati’nde ruhu nefsine tüketesiye baskın, ağır riyazetlerden sonra hayvanî temayüllerden - bedenî hayat iştiyaklarından (şehvetlerinden) arınmış ve böylece ruhanî varlığı cismanî varlığına baskın “hayat” sıfatıyla hayatın yayıldığı hayvanlar âlemine inmiştir; burada inmekten kasıd “tenzil” değil, hayat kavramının “hayevan”dan gelmiş olmasından da anlaşılacağı üzere, “vali” hükmündeki ruhun, beden ve ruh arasında bir BERZAH olan NEFS’te tam hâkimiyeti, dolayısiyle nefsin bedenî yönüne-hayvanî yönüne ve hayvanlarla müştereklik bakımından onların dilinden de anlamaya dair bir yüksekliktir - HAYAT’ı kapsayan… İLYAS Aleyhisselâm, İDRİS Aleyhisselâm’ın ikinci hayatı olarak belirtilirken, O’nun “O’nu yüksek mekâna yükselttik” meâlindeki âyette işaret edilen “mekânet” yüksekliğine dahil, ruhanî makamı “Güneş feleği”nde oluşuna da delildir. Nasıl ki İSÂ Aleyhisselâm da halen hayatta olarak göğe çekildi… Beşerî hayatta ruhun ilgilendiği yer, onun hayat verdiği yer - nasut’tur… Bu mânâda BEŞERÎ ve ayrıca MELEKUT âlemleri arasında bir berzah olan İLYAS Aleyhisselâm’ın hususiyeti, İDRİS Aleyhisselâm’ın ikinci risaleti diye nitelenirken, HIZIR Aleyhisselâm’la ilgili oluşa da uygun görünüyor… ABDÜRREZZAK Kaşanî Hazretleri’nin Doktor Ekrem Demirli tarafından tercüme edilen TASAVVUF SÖZLÜĞÜ’nde de, İLYAS maddesi, ikisini birden zikrediyor: “Kabz hâline telmihtir. HIZIR, bast hâline telmihtir”… Kabz, sıkılmayı ifâde ettiği gibi, KÜN emrinin EMR âlemindeki zuhur SIKINTISI’ndan dolayı HALK âlemi’nin meydana gelişi gibi bir mânâyı da ihtiva eder. Gönül sıkıntısının KABZ’a, gönül ferahlığının BAST’a-genişliğe âit oluşu… Tasavvufta KABZ U BAST: Ruhen daralma ve genişlik… İLYAS Aleyhisselâm’da KABZ, hususiyetinde olanın tasarrufu, HIZIR Aleyhisselâm’da ise bunun genişliği şeklinde, ruhun KABZ ve BAST’ına telmihi… TELMİH: Kâmilen keşfedilenin nazara arzedilmesi, bir şeyi açıkça değil de bir vesile ile imâ etmek… Lûgat’ta geçen “telmih” lâfzı da, “dır ve tır”dan kaçınılması gereken bir hakikat üzre oluştan dolayıdır, sağlamlığından şübhe duyulduğundan değil… “Mansur’un ruhu, 150 yıl sonra Feridüttin’in ruhunda tecelli etti!”; nasıl ki TENASUH, “nasihat almak” mânâsına gelir. (Dikkat, TENASÜH, yâni yeniden bedenlenme değil!)… “Aslı İDRİS Aleyhisselâm olan İLYAS Aleyhisselâm’a LÜBNAN Dağı’nın yarılıp açılmasıyla bir AT TEMSİL olması, O’nun bu AT’a binerek ŞEHVETSİZ AKIL olması”; yeryüzünün hayâlî hakikati üzerinde, bu görüş-hâl, yeryüzü dileklerini ifâde eden ŞEHVET’in kalkmasıdır ki, AKIL-RUH’un mahiyetidir. Bunu, Aklın “Ruh” mânâsı dışında, hasselerden gelen bilgiyi değerlendiren AKLIN bu yönünün tabiî olarak olmayana bakılamayacağı gibi bir hakikatle, doğrudan ruha âit yönünün belirtilişi diye de görebiliriz. Allah’ın her varlıkta O’na mahsus bir Saltanatla görünmesi hakikatine binaen bu mertebede, artık TEŞBİH’e mevzu kalmamış olarak O, yalnız “Allah’ı tenzih” üzeredir… AT’ın “hayâl ve fikir” mânâsına nazaran, ATEŞTEN AT, Hayâl Nuru’dur… Süvarisi, doğrudan Allah’tan alıcı olarak O’ndan gayrını hep tenzihte; bu hikmet, İDRİS Aleyhisselâm’da tecelli etmiştir… Toprak seviyeli saf tefekkürde karşılığı, “ifrat hâlde tecrid!”… Haddi aşan tecrid, eşyanın elden kaymasıdır ki, toprak seviyeli insan ve toplum meselelerinin halli davasında, boşluğa yuvarlanmaya benzer… HIZIR Aleyhisselâm’ın, zaman ve mekân kaydı ile sınırlı olmayarak İMDADA yetişip HİMMETİ meselesi ve bunun hâlâ devamı inanışı ve görüşü, HAYAL ve HAYAT ilgisi’nin, hem içyüz ve hem de dışyüz mânâları çerçevesinde düşünülmelidir.
*
HAYÂL ATI bize, uydurma –uyduruk– hayâlî ile, bir nesnenin veya nesnelerin içyüz hakikatlerinin, nesne veya nesnelerde tecelli eden hakikatlerin içyüzlerinin, yahud mücerret hakikatlerin, cesetlenme-canlanma şeklindeki sözkonusu ruhî hayâlîliklerinin aslı meselesini de göstermektedir… Bu ruhî varlık, kendini tezahürlerinde belli eder surette de olabilir; kelâmı duyulur, hareket ettirmesi görülür, lâkin kendi görülmez… Tasavvuf Lûgatı’nda, “el-cesed”: Beden. Nurdan veya ateşten yaratılmış ve her cisimde ortaya çıkan ruh… Biz bu tarifin, bedenin kendine mahsus bâtını hâlinde, onun cin-yâni gizli ve sırrî can mânâsını daha önce gördük; namazın cesetlenmesi, dua keyfiyetinin şuur sahibinde bir şahsiyet olarak cesetlenmesi, Allah’ın emriyle Hazret-i Ali’nin onu arayıp bulması meselesini de… HAYAL ve HAYALÎ’nin her nesne-suret’in hakikati ve Allah’a eriştiren bu nur ve ruh, nurî ve ruhî vasfında[n] sonra, “biz eksiklerin süsü” şiir plânındaki sanatlarda hayâl ve hayâlîlik, benzer vezninde canlandırılır, işitilir, konuşturulur, hareket ettirilir, hareketi görülür, nihayet bunlarda bir keyfiyet canlandırılmaktadır olur… Bu idrak, toprak seviye ile ruh âlemi arasında bir BERZAH’tan… Bir misâlle bahsi noktalayalım: Hayâlî fertler bir hayatiyeti gösterdiği gibi, iki kişiden aileye, toplumdan bütün insanlık kadrosu toplamına kadar hepsinin şahsiyet ifâde eder bir hayatiyeti vardır… FİKRİN, “hayâlî, fikir, kusto-secde, rüyâ, aşk, istikbâl, ebed” mânâlarının lûgat, iştikak, ebced tevafukları içiçeliğinin HAKÎM ve İBDA - benzersiz yaratıcı ve icâd edici toplamında görünüşünü artık biliyorsunuz. İBDA; fiil ve amelle görünen… ŞİMDİ: İçimizde çöküntü hissi uyandıran ve İNSAN’ı küçültüp değersizleştiren bir teknoloji devri dünyasında yaşıyoruz. Bu dünyada, YEL gibi giden ATLAR’ın hayâline yer yok. İnsan bile, robota benzediği kadar hâkim olan bir hayâle mevzu. Fikrin içine işlemiş işletici sıfat ahlâk ki fikri ileriye doğru zuhur ettirir, içi boşalmış ve çoğu terkedilmiş kelimelerle bundan nasibimiz köreldikçe körelmiş, İNSAN’ı ihyâ edici hayâle yol vermiyor… Ruhî istidat köreldikçe, her tarafından ur fırlakları ile kuru kütüğü andıran beden gibi, ruh dünyamız bu, yaşıyoruz. Yaşamanın bu demek olmadığını hissediyoruz, sonra çaresizlik ve bıkkınlıkla, İNSAN olduğumuzu unutturucu ve avutucu hedeflerle uyuşuyoruz; “yaşamayıp da ne halt edeceksin!”… “Hayatın gayesi ne, ne için yaratıldın, yaşanmaya değer hayat hangisi?”; boşver… Yeni dünyanın yeni meseleleri karşısında, babadan kalma mirasın yeni şartlarda gösterilmesi zarureti yerine, nesil nesil onu bir tezat içinde görüntü, tüketiyorsun-tükettin. Madde ilimlerinde bile kendini dayatan bir bütünlük hakikatinin zarureti ve “ihtisaslaşma bütünlüğün aleyhine” işliyor tesbiti yanında, ruh ve fikrin cemiyet plânında tezahürü, “müesseseleşme olmuyor”; ahlâk belirsiz nesne, bütün çevre hakikatimizin düzenini getiren hukuk ne olur ki? Eğitim? Neye göre, neyin eğitimi? Siyaset, “kurucu, koruyucu ve yönlendirici” rolün neye dair hakikatinde ki, bahsettiğimiz ruh ve fikirden ne alâka, gitgide kuru gürültü ve patırtı oyununa dönüyor… Kahramanları hep TOP cinsinden olmuş bir dünya… ÜRETMEYELİM: Derdimiz, sayısız ilim ve kalem ehli ile yapılmış hastalık tesbitine katılmak değil. Şah-ı Nakşibend Hazretleri’nin dediği üzere, “maraz tesbit edilmeden, illetin tedavisi mümkün değildir!”; onların İNSANÎ Hakikati yerine koymuş bir süreklilikteki maraz tesbitini bir yana bırakalım, cümle herhâlde en basit insanın bile anlayabileceği bizim derdimize tatbik edilebilir bir mânâda, İNSAN olabilmemizle ilgilidir. Bu, ağacın ağaç olması gibi, bizim irademizle hayvandan ayrı yönümüzün besini ile ilgili bir davadır; bütün insan faaliyetlerinin gayesi olması gereken dava… TEKNOLOJİ dünyasının harabeye çevirdiği İNSAN içyüzünün, zaman ve mekân kaydına tâbî bu hükümranlık durumuna, bu dünya ve kâinata hakîm bir zamansız ve mekânsızlık hakikatini gösteren RUH hakikati rejiminden haber ver. Bastığın toprağın hakikatinden başlayarak, ebed yolculuğuna kadar… Şu dirilişe bak, maziden istikbâle: Üstadım’ın “AT’a Senfonî” isimli eserinde, “bir kahramanın ruhu eritilip kalıba dökülse, AT şeklinde çıkar!” diye bir cümle. Morgda yatan DİVAN Edebiyatımızda, bilhassa NEFÎ’de, şu dünyayı NEFY edici bir hayâl baskınlığı ile “kıvılcımlar saçarak YEL gibi giden ATLAR” tasvirleri… RİH: Yel, rüzgâr. RUH… Günümüz dünyasının hız ölçüleri içinde adeta ruh gibi sümsükleşmiş şu “modası geçmiş” diye yüzüne bakılmayanın, “modern cühelâ”ya gülen hâline bak. HAYÂL bahsinde AT yerine UZAY GEMİSİ’ni koyabilir misin? Kelimeler, mânâların suretleri ve ruhun ifâde vasıtalarıdır; onun başlıbaşına bir ruh davası olduğunu, bir hayatiyeti olduğunu bilmiyor musun? Ruhun kökünden bir mânâ oluşunu, şiirin de onun özünden oluşunu, ŞİİR İDRAKI davasını? Şimdi “gemi yelkenlerimizi” indirelim: Kuru bir “şanlı geçmiş” tekerlemesi, “örfümüz, adetimiz” nakaratı, içi boşalmış kelime ve kavramların arkasına saklanmayı bırakarak, mazi ile istikbâl arasında BERZAH olan HALİHAZIRIMIZDA yepyeni olan ruh ve anlayışa uygun olanın MÜBDİÎ olmaya bakalım: YAŞAMAK İNSANÎ MEMURİYETİMİZDİR, herşeye rağmen. Bunu hakikatiyle vazeden… Sahib olunması ve sahib çıkılması gereken üç şey AT, AVRAT, SİLÂH… AVRAT: Kadınlar. Gizli yerler. Gizli zamanlar. “Avra-Kör kadın. Kör fikir. Yalnız dünyayı düşünen nefs”: 676: HAKDAN-Dünya, arz, yer… DEST VAR-Ele benzer. “İradeye benzer”: 676: TELEGRAM… MÜSAFENE-Devamlı meşgul olmak. “Rahatsız eden”: 676: İDLİHAM-İhata edip kaplamak… AVERAT-Tek gözü kör. Yek çeşm. “Yalnız dünyayı gören. Deccal”: 677: HAZ’-Muhalefet etmek… TELEGRAM: 1676= 677: HAZA’-Ameliyat. Kesme. Amelî işler… TELEGRAM: 677: HUVA’-Küst. “Kalb hakikatinde, yuvasında TECELLİ eden ruh. Farz, delmek, deliği doldurmak ve ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nu hatırlayınız. Tabiî, bana yapılan TELEGRAM mevzuunun ensest mahsülleri tarafından icraının karşısında KUSTO’nun bulunuşunu”… AVRET: Eksiz. Gedik. Gizlenmesi gereken şey. Erkeklerde göbek ve diz kapağı arası gizlenmesi gereken yer. Namus… Neticede, AVRAT’ın, aynı yazılıştaki AVRET ile arasındaki müştereklik, erkeğe yakıştırılan MERT’lik ve kadına yakıştırılan NAMUS değerlerinin, içiçe ve bir diğeri için de geçerli oluşunu gösteriyor… HADÎS: “Siz namusunuzu koruyunuz ki, kadınlarınız da korusun!”… Tabiî bu, kadının şahsî mesuliyetini kaldırmıyor - mazeret plânına girse de… SİLÂH: 99: SUDDAD-Suya varacak yol. “Şeria, suya varacak yol”… CANE-Silâh: 59: MEHDÎ-Hidayete eren. Hidayete vesile olan. “Mehd-Beşik, döşek, yeryüzü gibi, insanların beslendikleri yüce mekân”… VESİLE: Kendilerinde “sebebsiz” bir rahatsızlık olduğunu hissettiğim NYMPHALAR, tam bir kuduzluk içinde faaliyette iken - kendi söylediklerine inana coşa kurgularına kapılmış maddî ve mânevî rahatsızlık verirlerken, biri adına bana veya birinden bana duyduklarını bana tevcih ederek, “At, Avrat, Silâh” dediler. Bahsettiğim “kendi kendilerine gaz” durumlarında, çoğu zaman “kendini kaptırma!” diye alay ettiğim olmuştur. Bu seferinde onlarda “panik” sezinliyorum. “At, Avrat, Silâh” lâfını da, tam da mahrumu oldukları bir hisseden bana menfîlik sıçratmak üzere, “dam üstünde saksağan!” şivesiyle söylüyorlar. Ama yazdıklarımı anlamak diye bir “kusurları” olduğu için, hemen benden önce ifâde etmiş olma telâşıyla, BENİM USULÜM fikirden ebced - ebcedten fikir doğumu ve iştikaklardan hatırda kalanı diye “namus, câne silâh demek, at feres!” diyorlar… Siz de iyi takib ediyorsanız, bazı şeyler sizin için de “Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir”e dönmüştür… Ama fena da olmadı değil; gördüğünüz veçhile… Başka bir hoşluk(!) da, bana “bizim söylediğimizi söyleme!” demeleri; yâni sizin anlayacağınız, aramızda sizin olmadığınız bir “sır” gibi imiş bu çalışma - sanki. Zihnim okunuyor ya, “isterlerse, yayına kadar gitsin gitmesin, hepsini, hattâ bütün kitablarımı alabilirlermiş!” vezninde, bunları yapmadıkları, hattâ “katkıda bulundukları” çalışmamı, bu sefer böyle bir sözle söylüyorlar… Onlara bu lâfları yazacağımı söylüyorum, yazdım… Son olarak: AL-TAY lâfzında, “At, Avrat, Silâh” diye toplu olarak ifâde edilen değerlerin hepsi var: Kırmızı-firas, firaset, basiret, kalb gözü, suvarî, İslâmîyete geçince Sûreler, suretler vesaire.
 
OSMANLI ORDUSUNDA SÜVARİLER
 
İkinci Mahmud’un, modern ordu ve donanma için Osmanlı hizmetine çağırdığı İNGİLİZ Amirali Adolphus Slade’in İngiltere’ye dönüşünde yayınladığı hatıralardan: Osmanlı Süvarileri, KELEFÇE Meydan Muharebesi’nde, sene 1827, Tekbirler eşliğinde atlarını Ruslar’ın üzerine sürdüler… Kale düzeni içinde RUS Piyadeleri çaresiz… Sanki atlar üzerinde cirit oynar gibi rahat hareketlerle OSMANLI Süvarisi savaşırken, ordunun yaya takımı harb nizâmında hareketsiz, sadece seyrediyorlardı… Savaş 2 saat gibi kısa bir zamanda neticelendi… Bu süvariler, günlerinin çoğunu AT üzerinde geçirirler. Tâlimlerinde, atlarını alevli fıçılara yanmayacak bir hızla sürterek geçirir, duvarlardan atlatırlar. Dörtnala giderken, hedefleri vurabilirler; cirit atmada üzerlerine yoktur… 100 yarda gibi kısa mesafeden, hız ve sessizlik hüneri, baskın tarzında taarruzu gerçekleştiren nadir ordulardandır. Bu kabiliyetin arızalı arazide ne kadar mühim olduğu aşikârdır… Nitekim, Ruslar’ın ünlü UKRAYNA Kazakları, arızalı arazide aciz kaldılar ve Osmanlı Süvarisi’ne yetişemediler. Yanımda bulunan İngiliz Süvari Yüzbaşısı hayretler içinde seyrediyordu… Süvarîlerin, dört nala giderken ellerindeki mızrakları fırlatıp yakaladıkları altlarındaki yörük atları, uçan kuş sürüleri gibi ovaya akıyorlardı. Rus Süvarileri’ni biçip geçen atlıların, ric’at taktikleri de değişikti. İki süvariyi yanyana görmek mümkün olmadığı için, açılan top ateşinden çok az süvari isabet alıyordu… Çekilmeye başladıkları ânda bir sahne: REŞİD Paşa’nın atı üzerinde yapayalnız kaldığı farkedilememişti. Nihayet biri; hemen geri döndü, Paşa’yı esir etmek üzere olan Rus Subayı’nı vurdu, dizginlerinden tuttuğu atıyla onu ateş menzili dışına çıkardı… 1789 tarihli bir ALMAN İmparatorluk Askerî Jurnali’nde de, “AVRUPA’nın en âlâ süvarisi olan OSMANLI süvarisi” denmekte-idi.
*
SÜVARÎ ve AT: Dördüncü Sultan MURAD, delice ata düşkün… Tayyar, Dağlardelisi, Celâlîyağızı, Nogayelçisi, bilhassa Ağaalacası adındaki atları, yeryüzünde emsalsizdi… Peçevî Tarihi’nde anlatılan bu… OSMANLI DEVLETİ TARİHİ’nden: Dördüncü Murad, Hammer’e göre OSMANLI Devleti’nin hayatını ve büyüklüğünü yarım asır uzattı. O olmasaydı, gerileme 1683’de değil, yarım asır önce başlayacaktı. “Çok güzel ve yakışıklı adamdı. İmparatorluğun en mahir ve değerli muharibiydi. Uzun, mütenasib vücudlu idi. Çehresinden şevket ve mehabet fışkırırdı. Tesirli, parlak gözleri vardı. Dehâ sahibi, kültürlü, fakat çok sertti… Hem askerlik, hem devlet yönetimi, hem politikada büyüktü… Dehâsı, derin zekâsı, korku hissine yabancılığı, her türlü meşakkate katlanması, orduyu büyüledi. Tamtakır bulduğu hazineyi, halefine dopdolu teslim etti. Yayını çektiği ok, tüfek mermisinden uzağa düşerdi ve attığı ciritin delmeyeceği madde yoktu. 200 okkalık gürzleri kaldırırdı. Bütün silâhları aynı maharetle kullanıyordu. Ata binmeyi, emir-i âhur Cündî Halil Paşa’dan öğrenerek, ordunun en mahir SÜVARİSİ oldu. Hindistan Hükümdarı Şah-ı Cihan’ın hediye ettiği “kurşun ve kılıç kâr etmez” denilen gergedan derisi kaplı kalkanı, elçinin gözü önünde önce “harbe” denilen kısa mızrak, sonra ok atarak iki yerinden deldi. İstanbul Üniversitesi Merkez Binası’nın “Eski Saray” olduğu o dönemde, oradan, Bayezid Câmiî minarelerinin birinin altındaki hedefi ciridi ile vurdu. Ciritle deldiği 12 kalkan Budapeşte’nin Beç kapısına, okla deldiği 12 zırh da Kahire kalesine asıldı… Birinci Saltanat dönemi (1623-1632), İkinci Saltanat dönemi (1632-1640)… İranla Savaş… İkinci Bağdad Seferi… Avrupa’da savaşmamış olmasına rağmen, büyük tesiri olmuş ve korku salmıştır… Öldüğünde 27 yaşında idi… Üstün vasıflarıyla devrinin ona ayak uyduramayan ortasında yalnız bir ADAM; yerli ve yabancı tarihçilerin birlikte takdir ettiği… SÜVARİ ve AT… Tekrar: Bir kahramanın ruhu kalıba dökülse, ortaya AT şekli çıkardı… AT, İnsan’a en yakın olan, hayvan ufku; rüyâ gören… İNSAN’ı, insan diye tanıyan tek hayvan… Yavuz Sultan Selim’in, Mısır Seferi’nde, ÇALDIRAN savaşında, bir ara âni bir boşlukla 14-15 askerle kuşatılması, bu çatışmada hepsini tepeledikten sonra atından inip, “seninle iyi iş başardık!” demesi, AT ve İNSAN uyumunun ne kadar BİRLİK olabileceğinin güzel bir misâli; iş artık atı yönetmekten çıkmış, onunla hissi beraberlik içinde anlayışa dönmüştür. Ânı ânına yaşanan ve karşı tarafa tepki veren yekvücut hâlinde!   




Baran Dergisi 256. Sayı