Levha: 7 Temmuz 1989… Üstadım’ın elinde, Büyük Doğu’ya benzer bir dergi var… Sahilde bir kanepeye oturmuş, onun gösterdiği bir resme bakıyoruz: Abdülhakîm Arvasî Hazretleri ve yanında duran biri… Üstadım, o resimdeki kişi için, “İbrahim Kassaroğlu” diyor… Ve yavaş bir sesle onun konuşmasını taklid ediyor; ve o ânda da Kaya’yı andırıyor… O resimdeki İbrahim Kassaroğlu’nun yaşlılığına mukabil, “sanki ben yaşlı değilim!” gibi kendi kendine takılırcasına bana dönüp, “ben onun ağabeyiyim!” diyor. “Tabiî öyle! Canım benim!” diyorum… Karşılıklı iltifat havasındayız… Sonra, bizim gençlerle sahilden bir yere gitmemiz sözkonusu oluyor… Eskiden buraya nasıl gelirdik, onlar bilmezler; şimdi kıyıdaki evler temizlendiği için çabucak gidiliyor!

*

Mecmua: Dergi. (Matbuat: 528: Güzariş-Rüyâ tâbir etme: Tahsin-İyi ve güzel bulma.): 174= 1173.
İ’caznüma: Mucize derecesinde eser göstermek: 173.
Usube: İhâta etmek, kaplamak, içine almak: 173.
Bâki’: Geniş, vâsi: 173.
Buak: Şiddetli sel. (Seylhiz-Taşkın ve coşkun su: 717: Teşbih-Benzemek, benzetilmek: Müsterih.): 173.
Isfa’: Arındırılmak. Hâli olmak. (Boş olmak. “Ben”. NOKTA.): 173.
İzaat: İlân etmek, açığa vurmak: 1172= 173.

*

Mecmua: 174.
KUSTO: 175= 1174.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1174.
Fasd: Damar kesme. Kan alma. (Ta’kir- Bir uzvu yararak sinirlerini kesme: 780: Mahlûka-Başkasının olup da benimsenen manzume… “Kelimenin altında, — Cümlelerin üstünde, — Benim büyük meselem!”… Ta’kir-Suyu bulanık etme: 700: METRİS: Asir-Bir efsaneyi rivayet eden: Temrin-İdman ettirmek: TEFEKKÜR… Taka’ur: Tak’ir-Çukur yapma. Çukurlaştırma: 770: Asr-Asır. Haberli olmak. Gözcülük etmek: Zehlul-İyi at: Tasarruf: Küşten-Öldürmek.): 174.
Mukle: Gözün karası. Gözbebeği. Göz-idrak. Su taksimi için kullanılan taş. Sohbet: 175= 1174.

*

TENEFFÜS: Deniz suyunun SAHİL’e vurması. Dinlenme. Çalışma sırasında verilen ara. Üfürme. Tan yeri ağarma. (Küsul: Tembel. Küst.): 290.
Rak’: Eğilmek. (Rüku’: Namazda eğilmek. Hayvanı temsil. Hayvan, hayat’tan türeme. Nefs.): 290.
Nimr: Kaplan: 290.
Kisra: Hükümdar: 290.
KÜRSÎ: TAHT. Koltuk. Kaide. Merkez. Manevî makam. Arşın altında bir sema tabakası: 290.

*

İbrahim Kassar: (Üstadım’ın “Veliler Ordusu 333” isimli eserinden. 30 yıl sefer etti, halkın gönlünde sofilere sevgi ve kabul uyansın diye… Bazı insanların fesadını düzeltmek için bütün ömrünü ve varını harcadı. Diyor ki: İnsanın kıymeti, himmeti kadardır. Himmeti dünya olana kıymet vermek reva değildir; himmeti Hakk’ın rızası olanı da kıymetlendirebilmek mümkün değil… KASSAR: Leke çıkarıcı. Çırpıcı. Sahil. Kusto.): 650.
Mehdi-i Muntazır: 1649= 650.

*

İbrahim Kassaroğlu: (Hicrî Üçüncü ve Dördüncü asır.): 1692.
Hafaya: Gizli şeyler, sırlar: 692.
Habs: Birkaç şeyi birden karıştırmak: 692.
İ’tikar: Birbirine karışıp sayılamama. (Birbirinden ayırdedilememe): 692.
Münsakib: Delinen. Sırrına nüfûz edilen: 692.
Teserbül: Gömlek giyme. (Tasavvufta, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanma. Ölme.): 692.

*

İbrahim Kassaroğlu: (Şiiri: Sevgili’nin aşkı hücum ettikçe — Gönül onu saklamak ister — Gönül saklamak istedikçe — Vücuda yıldırımlar yağar — Gözümde yaş, kalbimde ateş — Tenimde zaaf, sözümde acılık — Her işde şâhid ikidir, fakat bunda dört…): 1692= 693.
Sabaret: Kefillik. (Kelef: Yüzdeki ben. Şiddetli sevgi… Kefel: Dip. Arka. Son… Kefil: Kefalet eden.): 693.
Besaret: Göz açıklığı. Dikkatli bakış: 693.
Cahif: Nefs-ruh ve beden. Çok asker. (Dehm-Çok asker. Ansızdan gelmek. Çok adet, kesret: 49: MEHD-Yeryüzü. Beşik… Dehma: Belâ. Zahmet. Kesret. Kadim, evveli bilinmeyen hâl. Halis kırmızı koyun. Koyu kızıl.): 693.
Mahzum: Burnunun halkasıyla tutulan sığır ve deve. Her delinmiş nesne. (Yevmiye: Bugün teknoloji, insan ruhunu burnundan mandalla kıstırmıştır, nefes aldırmıyor.): 693.
İhsa’: Yalnız bir ilim ve sanat dalıyla meşgul olup ihtisas yapma. İğdiş etme. (Sistem bütünlüğü içinde yerini almayan her ilim, dalları ve ihtisaslaşma, bütünlüğün aleyhine işler. Neticede ilim, kendi öz hakikati bakımından, zannlardan ibarettir; hakikatine nisbetle doğru ve yanlışta oluşu, ötesine nisbetle görünecek olan… Bir zamanlar, çeşitli alanlardaki ihtisaslaşmanın, bilgide BİR’liği sağlayacağı zannedilirdi. Oysa, bütüne hakîm olunmadan parçalara hâkim olunamayacağı, sözkonusu zanların her ân MÜDÎR FİKİR tarafından tasdikinden geçme gereği, pratiğin kendini dayatmasıyla ortaya çıktı. Bugün fizik bile, bu bütünlük ihtiyacını kendi yönünden dile getirmekte; tâa DİL bahsine, kendi nesnesine vereceği isim ve sıfatın, neticede fizik de düşünce olmak bakımından metafizik, fiziğe yön vermesi bakımından. İhtisaslaşma olması gerekendir; sözlerimiz, “bütünlük bozulmasın diye ihtisaslaşmamak lâzım!” diye anlaşılmıyor herhâlde… Tesbit şudur: İhtisaslaşma, her basamakta kendi branşının da parçalanmasını getirirken, beşer düşüncesi “bütün fikirler”in ister maddeci ister ruhçu geçinsin, bütünlüğünü yıkarak, tersinden MUTLAK FİKİR zaruretine yol açmıştır… “İĞDİŞ ETME”; işaretlediğimiz mesele çerçevesinde, kısırlaştırmadan kasıd anlaşılıyor… BİRLİK, topyekün hakikatleri kendinde toplayan TEK HAKİKATTEDİR, BERZAH hakikatinde; “akıl, işi tahdit ile tek bir esasa bağlar, oysa hakikat bunu kendi nefsinde kabul etmez; İslâm, kalbin yoludur!”… Veli şöyle der: “Körün kadına bakmamasında sevab yoktur!”… Mesele, gözü çıkarmak değil, kendi iradesine hakîm olmakta… Demek ki, insanda semirmeyi İNSANÎ HAKİKAT’te derinleşme ve tekâmül sanmayanlar, bu ruh mütehassıslarının nazarında, iğdiş’in harika’ya dönük mânâsını da anlarlar; nefsin, ruhun tahakkümüne girmesi, atın ehlileştirilerek süvari güdümünde rüzgârlaşması-ruhlaşması… YOLUMUZ - HÂLİMİZ - ÇAREMİZ: 1966: Abdülhakîm TAHT’ı… “Burnunun halkasıyla tutulan sığır ve deve”; her delinmiş nesne, sırrına erilmiş… NEFS devesini yararlı hâle getirmek; ruhun hükümranlığında FİKİR… İSLÂM TASAVVUFU’nun.): 693.
İbtisar: Basiret. Kalb gözüyle görmek. Görüp hakikatine varmak: 694= 1693.
TELEGRAM: (Henüz ebced tevafukları ile meseleye girmeden önce, BOLU’da Telegram’ın sızıntıdan asıla geçmesi döneminde, o zaman hiç anlamadıkları ve hâliyle “alay” ettikleri benim FURKAN LÛGATI’ndan bir kelime etrafında, onun bir yönüyle gerçekle bağlantısını bularak, kurgu yapıyorlardı. Ben, KARTAL kafalı, onların kurgularını buraya göre çözmek isterken, tabiî LÛGATI rahat karıştıramamanın da tesiri var, bir kelimeyi münasebeti gereken yerde arayıp bulamıyordum… İHSA’ kelimesini… Kelimelerin mânâlarını hatırlayarak düşünüp yazabilirim, ama kelimenin kendisini hatırlamada tam hâkim değilim; bakmam lâzım… Bu husus, işin hakikatine değil de, okuyucunun gözüne de hitab bakımından ve ebced tevafukları itibariyle gerekli… Bir meseleyi bende sürekli olarak tekrarla tahrik etmeleri hususunu, “cinlenme” mevzuu ile alâkalı olarak, mânâsı tamı tamına aklımda bir kelime mânâsına bağlıyorum: “Yalnız bir ilim dalıyla uğraşıp, iğdiş etme!”… Tekrara lüzum yok: Tenasül uzvu, bununla oynama ve türeme mânâlar, onların aslî mütehassıslığı… Beni de, bu tek mevzu ile ilgilendirme, başka birşeyle meşgul olmamamı sağlama işi üzerinde (idiler)… Bu “idiler”, şimdi epey zayıf mânâsına… Bu arada da, abarttıkları oyuna kendileri düşmek üzere, CİN oyunundalar… Şu oldu, bu oldu, şu oluyor vesaire. Birçok hâdise, hem tekrara düşememek için, hem de “şartlar” itibariyle anlatılamaz olması, hem de bende anlatmanın hevesi olmaması bakımından şimdi saded dışı kalıyor. Rutin dışı işler, maşayı elinde tutanlara göre göze geliyor; malum-u âliniz… Bu arada, benim için temel mesele, “Ölmeden önce nefsi hesaba çekme işi”, benim ölçümle “düşmanını da kendine hayran edebilme!” seviyesiyle devam ediyor. NYMPHALAR, yaptıkları iş itibariyle, elbette cihaz tesiriyle, beyin ve zihin bir SAVAŞ MEKÂNI, burada ŞUURLU BENLİĞİN nefs kanadında yer alıyorlar; Ruh ve beden karşılaşmasından meydana gelen NEFS’in, akıl ve beden yönünde müessir olarak, RUH kanadına karşı… Mesele, bedeni kontrole alabilmek değil mi; o yoldan gelen verileri zihinde değerlendirmek. Böyle olunca, bütün beden ihtiyaç ve faaliyetlerinden, hastalığa kadar herşey, değerlendirme mevzuu değil mi? Elbette beden acılarından, nefsi incitenlere kadarı da… “Şeriat’ın hak olduğu şuradan belli ki, nefs onun tekliflerinden hiç hoşlanmaz!”; Şeriat’ın nefse teklifleri ile beraber, bedenimiz, sosyal ve siyasi çevremize kadar, kaderimizin de sundukları var… Toplamı ŞERİAT önünde NEFS diye alıyorum; ve nefsin kendi ve gelenleriyle beraber, ŞERİAT’ın tekliflerine uyulmasıdır “YAŞANMAYA DEĞER HAYAT” diyorum. Nefs muhasebesinin aslı astarı budur. Bu temel şuura nisbetle nerdeyim ve kim nerde, ayrı dava; ama TELEGRAM hususunda, ona biçtiğim rol doğrudur… Şu hayat, içinde aslı barındıran bir mecaz, bir oyun; mazlumu da, zâlimi de aynı netice bekliyor. ÖLÜM. Bir hadîs’te, “Amellere, neticelerine göre hükmolunur!” buyurulmuştur… Bize düşen, oyunda, neticeleri Allah rızası olanı devşirmek ve asıl sonda, bunu toplam olarak görebilmek… Demek ki, peşin galib bir yoldayım - TELEGRAM hususunda.): 693.
Tahfe: Mekân, mevzi. (Zamanın bir zar gibi kuşattığı, şu görünen varlık âleminin tecelliyle idrak edilir kıldığı keyfiyet.): 694= 1693.
Sahad: Yakmak: 694= 1693.
Müdahhan: Dumanlı, tütmüş. (Duhh: Duman, keder… Duhh: Dişi-nefs… Üstadım: Marsık kokulu dünya!): 694= 1693.
History. (Yunanca kökenli.): TARİH. (Topyekûn tarih, insanoğlunun tarihi, Allah Sevgilisine yakın ve uzak olanların, Allah’a yakın ve uzak olanların hayat maceralarıdır… Bu yolun pervanelerinden, OSMANLILARIN TARİHİ… Onlar hakkında basmakalıp olmayan değerlendirmelerden biri, Profesör MEHMED GENÇ’in “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” isimli çok değerli eserinde geçiyor: DEVLET-İ ALİYYE-İ EBED-MÜDDET, yâni ebediyen yaşayacak yüce devlet! Bu iddialı adlandırmaya bakarak onun uzun ömürlü olmakta gereği kadar başarılı olamadığı da söylenebilir. Bununla beraber bulunduğu bölgeyi, rakiblerini ve yaşadığı tarih çağını hesaba katarak değerlendirdiğimiz takdirde, bu adın pek de ezbere olamayacağını düşündüren önemli problemlerle karşılaşırız. Kuruluşunun 700. yılında geriye dönüp Osmanlı tarihinin bilinen siyâsi macerasını ana hatlarıyla hatırlarsak, bu tarihle uğraşanları uğraştırması gereken problemlerin neler olduğu net bir şekilde ortaya çıkar. Ancak bunları netlikle görebilmek için, önce uzun zamandan beri okul kitablarında tekrarlana tekrarlana zihinlere yapışmış bulunan an’anevî değerlendirmeyi bir kenara bırakmak ve Osmanlı tarihine bir bütün olarak bakmak gerekir. Osmalı tarihi hakkında tekrarlanagelen dönemlendirme malûmdur: “Kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme ve dağılma”… Bu beşli dönemlendirme bize bu tarihi vuzuhla yansıtmaktan çok, olup bitenleri biraz bulandıran ve mânâlandırmayı zorlaştıran bir kronolojik sınıflamadır. Daha çok askerî başarıları ve siyâsî sınırların genişleme-daralma tempolarını ifâde etme amacındaki bu sınıflama, bu tempoları bile tam ve doğru olarak ifâde etmekten uzaktır. Bu tempoların arkasındaki derinlikleri ise hiçbir şekilde yakalama şansı vermez. Daha isabetli ve derinlikleri kavramaya imkân verecek teferruatlı dönemlendirmeye burada girmeden, sadece siyasî sınırların genişleme-daralma temposuna göre çok daha sade ve istikametleri vuzuhla teşhise yardım edecek nitelikte bir sınıflamayı, OSMANLI TARİHİNİ İKİ ANA DÖNEME AYRARAK yapabiliriz: Bu dönemlerden birincisi, Devlet’in 14. yüzyıldaki kuruluşundan 17. yüzyılın sonuna kadar yaklaşık 400 yıl süren genişleme dönemidir. Bu süre boyunca Osmanlı Devleti, küçük ve davamlı sayılamayacak birkaç istisna dışında, hiçbir önemli yenilgi tanımadı. Başlangıçtan 16. yüzyılın ortalarına kadar çok hızlı, sonra giderek yavaşlayan tempo ile bu genişleme 17. yüzyılın sonlarına kadar devam etti. Yavaşlamayı tarihçiler bazen gereğinden fazla büyütüp, Osmanlılar’ın HAYATİYET kaybı ile eş zamanlı sayarlar; oysa geometrik büyümenin hemen bütün örneklerinde rastlanan alemşümûl bir olgudan öte bir mânâ taşımaz bu yavaşlama. Burada önemli olan, Osmanlı Devleti’nin 1350’li yıllarda ayak bastığı Avrupa kıtasında, 300 yıldan fazla süren zorlu, kararlı ve karşı konulamaz şekilde genişlemesidir. Bu genişlemenin gerçekleştiği döneme, karşı kamptan, yâni AVRUPA açısından bakarsak görünen şudur: Avrupa 1300 yıllarında henüz gerçekleştirdiği ticaret devriminden başlayarak birbirini takib edecek bir seri değişmeyle harekete geçmek üzere bulunduğu bir çağın eşiğindedir. Nüfus artışı, kıta içi kolonizasyon, RÖNESANS, REFORM, denizaşırı hareketlenme ve büyük coğrafi keşiflerle kendi kabuğunu çatlatarak dünyaya hâkim olma yoluna koyulmuş AVRUPA, Hristiyan Avrupa, kendi ana kıtasında rakib dinin bayrağı ile gelip yerleşen ASYALI bir soyun hâkimiyetini tanımak zorunda kalmıştır. Buna engel olmak ve Osmanlı’yı kıtadan kovmak için Avrupa’da icraya konulan projeleri, ittifakları, seferleri, yayınları ve faaliyetleri burada saymaya ne gerek, ne de imkân var. DAHA BAŞLANGIÇTAN BERİ KAYNAKLARLA ALÂKALI DENGE, KESİN OLARAK AVRUPA’NIN LEHİNDE İDİ: Nüfus, üretim hacmi, sermaye stoku, teknoloji ve enerji kapasitesi bakımından Avrupa, Osmanlı’nın asgari 4-5 kat büyüklükleri kontrol ediyordu ve buna rağmen Osmanlı, kıta içinde yüzyıllar süren bir genişlemeyi sürdürebilmiş ve yaklaşık bir milyon kilometrekarelik bir bölümünü, yâni kıtanın yüzde 10'unu kontrolü altına almayı başarmıştı. BU İNANILMASI VE ANLAŞILMASI ZOR BAŞARIYA NASIL ULAŞTILAR? Osmanlı tarihini araştıranların uğraştığı birinci mesele budur ve henüz bütün unsurları ile tahlil edilebilmiş değildir. BU GENİŞLEMEYİ TEK KELİME İLE MUCİZEVÎ DİYE NİTELEMEK GEREKİR. Osmanlı genişlemesi 1683’te 2. Viyana Kuşatması ile başlayan ve MÜTEFİK AVRUPA’ya karşı 15 yıl süren savaşta durdurulmuş ve tersine durumu ifâde eden ikinci dönem başlamıştır. Bu, Avrupa Kıtasından geri çekilmenin de tarihidir. Birinci dönemde bütün göstergeleri ile Osmanlı’nın 4-5 misli büyüklükleri kontrol etmekte olan Avrupa, bu dönemde imkânlarını birkaç misli daha arttırmış ve fiilen dünyaya hâkim olmaya başlamıştır. AVRUPA, işte bu dönemdedir ki, insanlığın tarihini 10.000 yıldan beri benzeri görülmemiş şekilde ikiye bölen büyük bir dönüşümü gerçekleştirmiştir: SANAYİ DEVRİMİ. Kısaca ifâde edersek, modern iktisadî büyümeyi başlatmıştır. Avrupa, bu büyük dönüşüm ile kontrol ettiği kaynakları, (nüfus, üretim hacmi, sermaye stoku, teknoloji ve enerji kapasitesi) inanılmaz ölçülerde arttırmaya başlamış ve aradaki mesafeyi hızla açmıştır. İşte bu devleşmiş Avrupa karşısında Osmanlı kıtadan geri çekilmeye başlamış ama temposu son derece yavaş olmuştur. Viyana’nın kuşatıldığı 1683 yılından İmparatorluğun sona erdiği 1922 yılına kadar geçen süre 239 yıldır. Daralmanın ortalama hızı yıllık 4.000 kilometre civarındadır. Aynı sahanın fethi, genişleme döneminde (1354-1683) 329 yılda gerçekleşmiştir ki bunun yıllık ortalaması 3.000 kilometre kare kadardır. Gidiş ve dönüş hızları arasındaki fark yüzde 25-30 arasındadır. Ama ilerlerken karşı kampı oluşturan Avrupa’ya nisbetle dönüşte birkaç misli daha büyümüş, adeta devleşmiş bir Avrupa vardır. Bu sebebten, bu daralmayı da, birinci dönemdeki genişleme derecesinde, hattâ bir bakıma ondan daha başarılı saymak gerekir. Zira bu ADIM ADIM ÇEKİLMENİN ARKASINDA, ANLAŞILMASI, AÇIKLANMASI VE İNANILMASI ZOR MUAZZAM BİR DİRENMENİN GÜCÜ VARDIR. Bu da Osmanlı tarihi ile uğraşanları uğraştıran ikinci problemdir ve henüz bütün unsurları ile tahlil edilebilmiş değildir. Gerçi ÇEKİLMEDEKİ BU YAVAŞLIĞI DA MUCİZEVÎ diye nitelemek gerekir. Osmanlı sistemi, onu inşâ edenlerin adını koyarken düşündükleri gibi, hayatını ebedîleştirmeyi başaramadı. Ama yerli ve yabancı, eski ve yeni pek çok gözlemcinin 18. yüzyıldan beri yıkıldı, yıkılacak diye beklediği, 19. yüzyıldan itibaren HASTA ADAM ilân edilen bu yapının dağılması pek de kolay olmadı. Dünyaya hâkim olmakta devasa mesafe almış bulunan AVRUPA karşısında Osmanlı İmparatorluğu, açıklanması kolay görünmeyen bir direnç göstererek, 1. Dünya Savaşı’na kadar ayakta kalmayı başarmakla kalmamış, üstelik bu savaşa da etkin şekilde katıldıktan sonra, aralarında bulunduğu İTTİFAK CEBHESİ ile birlikte yalnız kendisini değil kimsenin yıkılacağını düşünmediği ve beklemediği Avusturya, Alman ve Rus İmparatorluklarını da silip süpüren bir cihanşümûl tarihî deprem ile ancak sona ermiştir. Onun için, OSMANLI’NIN DARALMA DÖNEMİ DE BAŞARILI, HATTÂ DAHA BAŞARILIDIR diyebiliriz. Bu ikinci dönemde modern iktisadî büyümeyi gerçekleştirmiş bulunan rakiblere karşı, üstelik bu BÜYÜK DEĞİŞMEYİ GERÇEKLEŞTİRMEDEN DİRENEBİLMİŞ OLMASI, ONUN MUCİZEVÎ BAŞARI NİTELİĞİNİ AZALTAN DEĞİL, AKSİNE ARTTIRAN BİR ETKEN OLARAK KABUL EDİLMELİDİR. Osmanlı sistemi neden Sanayi Devrimi’ni gerçekleştiremedi ve buna rağmen bu kadar uzun süre direnmeyi nasıl başardı? Bu da, Osmanlı tarihini araştıranların inceledikleri üçüncü önemli meseledir… Üç kademe hâlinde ortaya çıkan bu meseleler, tek disiplinli tarih monografileri ile çözülemeyecek çetin meselelerdir. Ancak bu monografik çalışmalar, birer kutub yıldızı gibi bu meselelerden biri veya diğerinin yönlendirmesi ile vücuda getirilirse, Osmanlı sisteminin işleyişi, mekanizmaları ve çeşitli meydan okumalar karşısındaki değişme eğilimleri hakkında bunların sağlayacakları bilgi birikimi neticesinde ve imkân dahiline girecek disiplinler arası sentez çalışmaları ile çözüm denemeleri sözkonusu olabilir.): 694= 1693.

*

İbrahim Kassaroğlu: 712.
İhlaf: Yerine halef bırakmak: 712.
Tebrik: 712.
Müraat: Söze kulak vermek. Bir şeyin akıbetinin ne olacağına bakmak. Hıfzetmek, korumak: 712.
BURSA: Osmanlı’nın ilk başşehri. (OSMANLI: 701: SAGR-SAHİL şehri. Tepe veya başka bir yerde mağara: ESER-Bir hususa dair HADÎS bulunması. Bir şeyin varlığına delâlet eden tesir. KİTAB… ESERE-İkrâm etmek: 706: FİKİR KAHRAMANI): 712.
 

ŞÜHUD ÂLEMİ

 
Misâl âlemi ve Halk âlemi de dediğimiz, dünya, kâinat, şu içinde yaşadığımız âlem… Herkes kendi NEFS gemisinin kaptanı; bakımıyla ve iyi seyir için şekli şemailiyle, kendi rotasına uygun tedbir ve tedarikiyle meşgul ve mesul olduğu… Ruh, VALİ, nefs ise binek… NEFS’İ BEDEN mânâsıyla kullandığımız belli: Âlemde İNSAN… Dünya’da görünüşü, Cennet’ten indirilişi yüzünden: Şeytan’ın aldatmasına kanması… Hatırlayınız: “İnsanı kendim, ÂLEMİ insan için yarattım!”… Buyuran Allah… Âlem’in geniş mânâsı içinde, DÜNYA’ya iniş? Onun sebebi bir yana, hikmeti, “Efendiliği gözüksün!” diye… İNSAN, nefsiyle meleklerden üstün veya hayvandan aşağı… Kur’ân’da “sefillerin en sefili” diye nitelenen bu âlem, nefsin beden ve ruha âit yönüyle, düşüş sebebi malûm, bu dünyada ona bakan HASTA hükmündeki tarafını tımar edecek, iyi edecek; SIHHAT ve HASTALIK… Herşey zıddıyla kaimdir… İnsanın hastalık tarafı, kesiksiz bir eksikliktir ki, NEFS kınanır olmaktan çıktıktan sonra da, ebedî yeniyi kabul eden bir mahiyettedir… Bu, ALLAH ile KUL farkıdır… Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının görünür olması bakımından , İNSAN’ın Allah’a HALİFELİK şânı, bütün mahlûkatı tasarruf için yaratılmışlığı, bu dünyanın şartlarında “onun takva-tekâmülünün görünebilmesi imkânı yönünden, bundan iyisi yok… Ne bakımdan olduğunu söyledik; BERZAH Âlemi’nin bu dünyaya üstünlüğü, hem dünyanın kendisinden yaratılmış olması, hem de terfi makamı olması… Mekânsızlığa nisbetle mekân diye düşünürseniz, mânâları kemmiyet ölçüsü dışında anlayabilmek için, bu duruma, “mekânda mekânsızlık” deyiniz. Kestirmeden bir misâlle, bir Peygamber ve veli, dünya unsurlarından mürekkeb BEDEN ve NEFS’in ona bakan yönüyle alelade bir ferd iken, memuriyetini yerine getirmiş olmakla, benliği “EMR” olmuş olmakla, Emr âlemi’ne âit tecellilerin âlemine, BERZAH makamına mensubtur. Rızası Allah’ın rızası, İradesi Allah’ın iradesi olmuş; başta Allah Sevgilisi ve Peygamberler olmak üzere, hisseler… “Mekânda mekânsızlık” dedik; evin birinci katı, ikinci katı gibi bir münasebetsizlikle mânâlar âlemini eşyalaştırmamak için… Mekânda mekânsızlık olmasaydı, dünyadaki insanın BERZAH’a geçmesi sözkonusu olmayacağı gibi, BERZAH da BERZAH olmazdı: “Şühud âlemi - Şehâdet âlemi - Görünen âlem” ile, Allah arasında köprü… Topyekün varlığı temsille, varlığın İNSAN’da toplanışıyla, bu mânâda BERZAH, her yerde… Berzah’ın özelliği, kendine Berzah olmaması; İNSAN, kul haddiyle ve bu had dolayısiyle, EBEDÎ var… Berzah makamına nisbetle, her İNSAN, ruh sahibi ya, bu BERZAH’tan pay ve istidatta; dünya da… BERZAH Âlemi’ne nisbetle, bu dünyaya, en asgari idrak seviyesinden başlayarak, MECAZÎ BERZAH diyoruz… “Bir Peygamber, bu duvarın konuşması benim Peygamberliğim’in delilidir dese ve duvar da dile gelerek onun yalan söylediğini belirtse, duvarın sözüne değil de, konuşmuş olmasına itibar olunur!”; süflilerin en süflisi ve insanın en yükseğe zıplayışına vasıta DÜNYA’da, hakikatlerin insanlara göre nitelenişine bundan daha güzel bir misâl olamaz. MURADI kestirme bahsi. Hakikatler, Allah’ın muradıdır, rızası olmayanları da… Ve görünüşleri, kendi öz nefslerinin ne olduğu bakımından, neyle neyin arasında BERZAH olduklarındadır. “Nefsini bilen Rabbini bilir!” derken, NEFS ve RABB gibi, bilinen hep NEFS, RABB hep ötesinde; arada, her ikisine âit yönüyle, “Allah’ın EMR’inden olan RUH” - BERZAH… Âlem’de İNSAN - Dünyada İnsan, bizim için BERZAH ÂLEMİ’ne inansın inanmasın, bilerek veya bilmeyerek MECAZİ BERZAH tâbiri içinde uğraşıdadır… Bâtın yolu dışında kalan bütün faaliyetler, mümin için İMÂN esas olarak ŞER’İ hükümlerin tatbik alanıdır; umumî mânâ olarak, MÜSLÜMAN için dünya budur, “ahirete tedarik yeri”dir… Kâfir de, nasibi olan iş üzerinde. Demek ki, BATIN YOLU dışında, bütün ilim ve fikir faaliyetleri, bu MECAZÎ BERZAH esprisi içinde. MÜSLÜMAN, bâtın yolu kahramanları vesilesi ile, gaye Allah’ın rızasını kazanma davasında bir, kendi imân ve ibadetinin sıhhatini delillendirme nimetine de eriyor: HİKEMİYAT, yâni İSLÂM TEFEKKÜRÜ, en asgari anlamda budur… Büyük Doğu İdeolocyası’nın, insan ve toplum meselelerinin halline dair bir cemiyet sistemi, “Başyücelik Devleti” idealinde, “cemiyetin içinden usulca kaybolacak fertlere mahsus” diye belirttiği, kendisinden hareketle kurduğu sistemi yine kâmillerine yol diye işaretlediği TASAVVUF, İslâm tefekkürü içinden yine oraya intikal edebilecek bir mânâ olarak, HİKEMİYAT’a da azamî haddiyle yerini bildirir…YEVMİYE: “Dünya bir fikir kahramanı bekliyor!”… O SURET benim… Mânâları kabule istidatlı, kendisiyle mânâların tecelliye geldiği ve geleceği fikrî sıfat, “tarz, usûl ve üslûb”u malûm, “ben kimim?” suâlinin cevabını kendi haddinin ötesine bağlayabilmiş ve böylece en dipte de olsa, fikrin derecesini en üstün dereceyle ilgilendirebilmiş, bir SURET; İslâm Tasavvufu ve Batı Tefekkürü kanatları arasında, HİKEMİYAT’ı malûm İBDA… Bu mânâ, Büyük Doğu’yu bağrına almış bir ufku açıklıktır: Mecazî Berzah ve BERZAH mânâları yerli yerinde… TERKİN TERKİ’nde kaim olunmuş, müridin bu mânâdan palazlandırılması gibi, hem kendi tekâmülümüz boyu açık, hem nisbetin ufuksuzluğu bakımından tamam, bir SURET… NYMPHALAR, muhalif düşüncede olanlara tercüman, “herşeyi kendine bağlıyorsun!” diyorlar… “İlgilendiriyorsun!” niyetiyle… Aslında bu bir gücün ifâdesi değil mi? Âlemde kendi kendisi için olmadan, başkası için olabilen ne var? Olmak, enaniyet demek olmadığı gibi, tersi de başkasına yararlı olmak demek değil! Olmanın hakikati, “bizim kibrimiz kibriyadır!” diyebilenlerindir; Allah’tan gayrına tenezzülsüz, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklananların… Kur’ân, Allah Sevgilisi’nin nefsidir; nefsi bundan hisse, Kur’ân olanların!

*

MİSÂL ÂLEMİ: 571+151= 722.
Bürsute: Tehlikeli yer. (Ahtar: Tehlikeler. Hatarlar… Ahter: Baht.): 722.
Hastahâne: 1721= 722.
İştika’: Şikâyet etme. Aciz kaldığını ve zayıfladığını haber verme: 723= 1722.
İhlâs: Samimi. Riyâsız davranış. (İmânla terkibi olarak kullanılır, dinde eş mânâ): 722.
İksar: Çoğaltma, fazlalaştırma: 722.
Kezeb: Yalancılar: 722.
Müstekbir: Kibirlenen, büyüklenen: 722.
İfham: Ulu etmek, ulu olmak: 722.
Zekâ: Anlama ve bilme sezgisi. Güzel koku alma: 722.
Tahşid: Yığma. Toplama. Bir mevzu hakkında çok izâh ve konuşmalar: 722.
Züka’: Güneş. (Güneş Allah’a, AY Allah Sevgilisi’ne mecaz. Halktaki HAKKI görenler nazarında, O diye görülen Resûl’ün nefsi. MİSÂL âlemi’ne tevafuk eden GÜNEŞ, bu mânâda enfes; Şems-i Bâtın ve bundan hissedar nefsler.): 722.
Mehdî - Şiar: (İz, belirti, işaret, nişân, ayırdedici iyi âdet. Üstünlük veren işaret. İnsanın gömleği. Ölüm: 571: ŞARİ’-Şeriati ortaya koyan Allah. Bir ismi de “Allah’ın bütün âlemlere hediyesi ve hidayete getireni” mânâsına MEHDÎ olan, Allah Sevgilisi. Kural ve kaide koyan, başlayan.): 722.
 

MECAZÎ BERZAH - MECAZÎ AŞK

 
ŞÜHUD ÂLEMİ: Görünen âlem: 466.
Ketum: Sır saklayan. (Dünya, Allah’la kul arasında hicab perdesidir. BERZAH’tır. Kabir, dünya ile ahiret arasında BERZAH. İnsanda hicab, HAYA’dandır, o da Allah’tan korkmak ve utanmaktır ki, KUL olma haddi, HAYAT sıfatındandır; HAYA’da HAYAT vardır. Dünya’nın perde olmasındaki mânâ, KÂMİL İNSAN denilen nefse gayb örtüsü olmasıdır ki, her idrak edilende, idrak edilecek olana nisbetle oluşan yine gayb örtüsüdür. Demek ki, MECAZİ BERZAH’ta, bir idrak süreci. BERZAH her yerde olduğuna göre, onda bu mânâyı idrak, BERZAH makamındaki zamansızlığın tekamülünde olmak demektir. Hayatı, ölmeden ölenler diye anılan bâtın kahramanları. KORKU, insanın kendi varlık endişesinden doğar ve Allah’a âit olan nefste, kendine olan sevgi, O’na sevgide şuurlaşır; mecazî aşktan da bildiğimiz gibi bu, menfaatten çıkar ve onu Sevgili’den uzaklaştıracak her şeyden - yanlışa düşme korkusuna döner… ÜSTADIM’dan: “AŞK korkuya peçedir, KORKU da aşka perde — Allah’tan nasıl korkmaz, insan O’nu sever de!”… Allah’ın azametinden duyulan korku; bu olmasa, insan yanar… O’na olan AŞK; bu da korkuyu aşar… MECAZÎ AŞK ile toprak seviyeli fikir arasında bir benzerlik hatıra geldi: “Sâlik, bazen sırf mecazî-beşerî aşkla hedefe varabilir. Zira mecazî aşk, kişinin kalbindeki dünya muhabbetini silip yok eder. Öyle ki, bu dünya sevgisi bir daha onun kalbine girmez!”… Karşısındakini SURET’te tecelli eden mânâ hâlinde, ondaki belki ondan da gizliyi gören, neticede Âlemde İNSAN bahsinden kıyas, mecazdan asıla eren İNSAN. Dünya muhabbetinin silinmesi, idrakın günlük hayat görünümlerinden, atomaltı parçacıklar dünyası hakikatlerine erme kıyasından da süzülebilir. “Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor, — Mekânı bir satıh, zamanı vehim, — Bütün bir kâinat muşamba dekor, — Bütün bir insanlık yalana teslim!”… ŞAİR’in geçtiği yoldan geçenler, dünyayı dünya olarak kabullenmediler de, hep vasıta gördüler. MECAZÎ BERZAH’ta asılı idrak eden FİKİR ADAMI da, o asılın nitelemesinde yanılsa bile, SOYLU SINIFIYLA idrakın ölüm için ve ölmek için olduğunu bildiler: BAŞKA BİR HAYAT… Hayatın sırrı, onda hayat eksikliği; fikir, bu mânâda dünyayı dürüyor… Âyet meâli: Yeryüzü genişken onlara dar geldi. Nefsleri de onlara dar geldi. Bildiler ki, Allah’tan kaçıp sığınacak yer yoktur. Sığınılacak yine Allah’tır.): 466.
Nüüti: Gemi reisi, kaptan: 466.
Tase: Tasa, kaygı, keder: 466.
Sürur: Sevinç: 466.
ÜSTAD: İlim ve sanatta üstün olmak. (Mütefekkir ve mütefekkir arasındaki farkı, onda onun istidadı kasdı veya velilere nisbetle eksiklerin süsü kasdı ile söylenmiş olsun, Üstadım’dan şâir ile veli arasındaki farka dair bir beyit: “Ver cüceye, onun olsun şairlik, — Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta!”… Veli de şiir söyler ve veli şiiri olur. Demek ki, ya dünyaya bakışının değiştiği kasdı, ya bu dünya hayâlinde şiirin yerde kalması kasdı… Şairliği övülürken, yeni dünya görüşü dolayısıyla yerilen bir zamanda söylenen bu şiiri şiirle yeren söz, onun genel hatlarıyla şairliği içinde, benim “mütefekkirle mütefekkir arasındaki fark” diye nitelediğim aynı kişideki tekâmül farkı kasdına daha uygun düşüyor. Nitekim o, hem fikir ve hem şâir olarak, “zamanüstü hayata ermiş” bir kahramandır.): 466.
Tenahi: Son bulma, bitme, tükenme. (Üstadım’dan: Allah, Resûl aşkıyla, yandım, bittim, kül oldum, — Öyle zaif düştüm ki sonunda Herkül oldum!): 466.
Tevkil: Birini kendine vekil tâyin etmek. (Beklenen mütefekkiri… Yevmiye: “Seni ben yetiştireceğim!”… Belli olmuyor mu?): 466.

*

MECAZÎ BERZAH: (Ehl-i kalb, HALK ÂLEMİ diye, EMR ÂLEMİ’nde tecelli eden KÜN-OL emrine bağlı olmayan iş ve hareketlerin vukubulduğu âleme derler. Bu âlemin varlığı, Allah’ın ZÂT ÂLEMİ ile HALK ÂLEMİ arasında BERZAH olan EMR ÂLEMİ’ndendir; bu bakımdan, varlık ve bilgisi plânındaki PERDE ve BERZAH’a MECAZÎ BERZAH denir. “Ayrık, yarık” vesaire… Bu âlemin hakikatleri, EMR ÂLEMİ hakikatlerine, “varlık-yokluk, ruh-madde, ruh-beden” zıtlıkları hâlinde zıttır; hakikatleri öz ve asıl mânâsıyla BERZAH’ta toplu olmak üzere HALK ÂLEMİ ve EMR ÂLEMİ, birbirine zıddır. Her varlığın ona mahsus derecesinde kaim olan Allah’ın BİRLİK tecellisi ve her varlık derecesinde ona mahsus görünen HAYAT sıfatı bakımından, ruhanî varlık teşmili ile bunlara da BERZAH’a nisbetle MECAZÎ BERZAH izafe olunur.): 870.
MUDİLL: “Allah’ın doğru yoldan çıkaran” mânâsında, 99 güzel isminden biri. Varlığını, Allah’ın umumî rahmetine borçlu varlık ve bilgileri: 870.
Zank: Dar yer. Dar şey. Darlık, sıkıntı: 870.
Hura’: Devenin delirmesi: 870.
Menafiz: Delikler. Menfezler, pencereler. Nüfuz edecek yerler. Hakikatler: 870.
Müsta’rik: Terlemek için yatan. (Terlemek.): 870.
Danik: Nezle. (Şarlo: Dehâ, beyin nezlesi gibi birşey.): 871= 1870.
Taaşşuk: Aşık olma. (Kalbin, Allah’ın rızası veya tersine meyletmesi. Varlık’ın bilgi sebebi olması bakımından, bilgide kurulan varlık bağlantısı, bu çerçevede SEVGİ bahsi: “Kişi sevdiği ile beraberdir”… Müsbet veya menfi, varlık veya bilgide, bu Hadîs’in hikmeti görülür.): 870.
Hünkâr: Hür irâde ile, nefsi müsbet veya menfiye, idare eden.): 870.

*

MECAZÎ AŞK: Misâl Âlemi’nde karşı cins alâkasından başlayarak, kalbin-gönlün ön plânda meyli olarak, bu türlü alâkalanılan her şey, mecazî aşka mevzu olabilir. Bunun özünde barındırdığı istidat ayrı mesele, mümin-kâfir, iyi-kötü, güzel-çirkin, “mecazî aşk” umumiyeti içindedir. MEVLÂNA HALİD Hazretleri, bu “mecazî aşkın” karşı cins alâkasından taşkın ve varlıkta YARATICI’nın kendi veya yansımasını hissetme veya karşı cinse platonik-hayâlî bir varlık gibi büyülenme işini de içine alıcı, şu ölçüyü: “Gaye aşk değil ibadettir; kendi kendinden ibaret aşkın bir kıymeti yoktur!”… Eğer mecazî aşk, hakikate köprü değilse, kendi kendinden ibaret güzellik gibi ve aldatıcı da olabilir: Doğrunun olmadığı yerde, güzel ve iyi de hakikatin hakikati olarak yoktur. Hususen kalb marazlarının giderilmesinde zaruri olan tefekkür bahsine de girmiş oluyoruz. MİSÂL ÂLEMİ bahsi etrafında, “mecazî aşk” ile toprak seviyesi içinde kendi kendinden ibaret kalacak ilim ve fikirden, bu seviyede kalarak dünyanın kendi kendinden ibaret bilineceği yerde onu yele vermiş olsa bile, bunun sadece bir istidad - bir oluş vaadi olabileceğinden bahsettik. “Sıbgatullah” Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin hayatı ve bağlıları çevresi hakkında derlenmiş bir eserin, güzel bir tercümesi elime geçti: MİNAH… “Hediyeler” demek… Ondan, ona bağlanan, büyük ilim sahibi bir zâtın sözü: “Hristiyan papazının ortak olduğu ilmi ne yapayım!”… Kendisine, “sen bu kadar ilim sahibi iken neden gelip de Seyyid SIBGATULLAH Arvasî’ye bağlandın?” deyince, Molla Hâlid-i Ölekî Hazretleri böyle buyurmuş… “Şer’i ölçüleri bilmek, İTİKAD’ın aynı değildir!”; İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin belirttiği bu hakikat, Molla Hâlid-i Ölekî’nin hâl beyanında öyle, neticede bir ÖTEDEN’in zaruretini beyan ediyor. İMÂN, bu varlık, bir Hadîs’te işaretlendiği gibi, bu dünyadan değildir: “Vatan sevgisi, imândandır!”… MİSÂL ALEMİ’nin varlık ve bilgilerini, bir boncuğu İP’e dizercesine toplayan, bu “varlık-yokluk” temposunda devam eden hayatın içinde kesiksizliği ve sürekliliği temsil eden RUH’un gayeliliği, İMÂN, bize göre müsbet ve menfi ne türlü görünmüş olursa olsun, öz vatanı BERZAH dünyasını özlüyor. AŞK’ı da, FİKRİ de, GEREKLİ OLAN’ı da içine alan ifâde budur; “nasıl, niçin?”, hep burdan izâha muhtaç… “Bir papaz” misâlinin çerçevesini, İSLÂM DIŞI genişliğine yay ve “Şeriat zâhiri akıldır ve tasavvuf dahili Şeriat” idrakının olmadığı yerde, İSLÂM’ın derinlik buudunun yokluğunun ne demek olduğunu anla. Demek ki, bir itikad manzumesi olan kural ve kaideler bütünü Şeriat, amelin fikrî buudunda TASAVVUF’a cevab veremese, bu hayatı yoksa, doğrudan doğruya İMÂN ve HEDEFİ hakkında bir güdüklük belirtiyor demektir ki, HAKK-MUTLAK din olamaz; akıl hercümerci içinde sair din ve görüşlerle karıştırılır. Bütün bu ifâdeler ne? BATIN kahramanları YAŞAYIP bu hayattan bilgilendirmeselerdi? Demek ki TASAVVUF, buna istidad ve HAYAT TARZI olanların ötesinde, dünya hayatı meşgaleleri içinde ve Allah rızası davasında olanlara, İMÂN ve HAKİKATİ bakımından ÖTE DÜNYA’dan bir delil hükmündedir; İTMİNAN vesilesi… Her ne işde olursan ol, Allah’ın rızasını kazanmaya bak; MİSÂL ÂLEMİ’nde bu görev içinsin… Her ne işde olursan ol, GIDA nasıl ki bedenin yaşaması için gerekli, RUHÎ GIDANI da ihmâl etmemeli, bu hususta kimlere muhtaç olduğunu bilmelisin. Toprak seviyeli bir sistemin neye VASITA olması gerektiği, özünde hangi şuuru barındırması gerektirdiği meselesinin aslı budur.

*

MECAZÎ AŞK: 531.
Mütese’il: Dilenen, dilenci. (Sual-Soru. Sorulan şey. İstemek, dilemek. Dilencilik… Şah-ı NAKŞİBEND Hazretleri, “marazın tedavisi için, illetin tesbiti şarttır!” buyuruyor. Soru, meselenin halli için, cevabı dilemek… Üstadım’ın, siz ŞİİR İDRAKİ diye anlayın, ŞAİR’i, “Peygamber eşiğini süpüren en güzel dilenci” diye tarif etmesi… RUB: Süpürme… RU’B: Korku, havf. Kesmek. Ani intikal. Sihir, büyü, efsun… Rub’: Dörtte bir… Rabi’: Dördüncü… Ra’b: Sihir, büyü, bağ… Rabb: Sâhib, MALİK, yetiştiren, terbiye eden, ilim veren. Besleyen. Allah’ın, bütün tekâmül basamaklarındaki bir ismi… RABT: Bağlamak. Bitiştirmek. Bir şeye bağlamak. Bağlanmak… RABB: Bu isim, Kur’ân’da 846 defa geçiyor… Müverrah: Tarihi konulmuş, tarihi belli: 846: Müverrih-Tarihçi. EBCED hesabiyle tarih düşüren: “ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU - Salih Mirzabeyoğlu”… TARİH, ister ferdin, ister insanoğlunun geçmişten bugüne hâdiseler resminin sıralanışı olarak kabul edilsin, HÂLİHAZIR-ŞİMDİ'ye nisbetle ele alınışında, bir NEFS MUHASEBESİ ve cemiyet idealine göre İDEOLOCYA’nın kendi bir TARİH MUHASEBESİ ifâde eder. Geçmişi, hâlihazır bedahete nisbetle sebeblendiren bir model. Üstadım’ın Büyük Doğu İdeolocyası’ndaki TARİH MUHASEBESİ’ni “keramet” çapında diye değerlendirişimi hatırlayınız; derin duyuş ve fikir örneği… Kısa bir not: Profesör Mehmed Genç’in tarih değerlendirmesinin, bir felsefi değerlendirme değil de, tarihi iktisad mevzuu ilgisinde ele alırken, sosyolojiye âit ilimleri içine alıcı umumi bedahet hissiyle hareket ettiğini, bu çerçevede gerçek bir ilim adamı olduğunu, belki ilk ânda şaşırtıcı gelebilir ama, bizim tarih görüşümüze isbat sağlayan mahiyetini belirtmeliyim. Meselâ, bizim AŞK ve VECD devri nitelememiz, onda “mucizevî” diye anılıyor, bu tesbitin hakikatinin duraklama ve gerileme devrimizdeki “mucizevî dayanma” ile daha da sıhhatli olarak göründüğü şeklinde ifâde ediliyor… Şimdi MİNAH’dan bir not, “Sıbgatullah” Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nden, şu âna, bana: “Allah’tan korkan kişiye, manevî feyz ve bereket verilir; muhabbet ehli ise, bu manevî feyiz ve bereketi kendisi çekip alır!”… KORKU, ALLAH’IN KUDRET VE AZAMETİNİ DUYMAKTAN GELEN KÜÇÜKLÜK DUYGUSU olunca, aşıkın O’na ihtiyaç ve açlığı artar; aşk ve korku, idrakin aczini idrakten, bilgisizlik bilgisinden doğar… MECAZÎ BERZAH ÂLEMİ işleri ve TAKLİDÎ İMÂN seviyesi içinde de KORKU’nun aşktan daha umumî mahiyetini, İMAM-I MASUM Hazretleri’nin sözünden daha iyi anlıyabiliriz: “Allah’ın Cemalindense, Celâli bize yeğdir; çünkü onda nefsin payı yoktur!”… Nefsin başıboş temayüllerine, ENANİYET’ine muhalefet asıl, ruhun CİSMANİYET seviyesindeki bu sevgiye tenezzülünü kıran korku-idrak, Allah’a sevginin de kaynağındadır: HİCAB, HAYA’dandır… Bilenle bilmeyen, bir değildir; imân, Allah ve Resûlü’ne “bedahet” hükmünde VEHBÎ bir bilgidir. KESBÎ BİLGİSİ de, istidadın bu şerhidir. Kalbin sır noktasında, FUAD makamında olanı Allah’tan başka kimse bilemez; orası, Allah’ın nazar yeri… Ama ortaya çıktın mı, “imânı Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği” meselesi, saçmalamaya mazeret olamaz. TARTI ve ÖLÇÜ’ye vurulursun; mevzu, mevzunun istediği seviyede konuşulur… Mesele, “yaşanmaya değer hayat hangisi?” tarzında zıddını da hesaba çekici bir MİHRAK davası ise, işte BÜYÜK DOĞU-İBDA!): 531.
İstitan: Vatan edinme: 531.
Selâmet: Kurtuluş, tehlikeden salim olma: 531.
Siyaset: “İslâm’da siyaset, iç’e doğru olmak ve dış’a doğru oldurmak işinde, bir manivelâ dehâsıdır. Bu bakımdan İslâm’da siyaset, her mevzuun kendi usul, esas ve kuralları ile ele alınabilmesi bakımından, iç’e doğru toplu ve merkezi olarak ifâde edilemez. Siyaset’in toplu ve merkezi görünüşü, dışa doğrudur!”… Siyaset: Feraset. At yetiştirme bilgisi - yâni ilim ve fikir yönünden, kalbi nişânlayıcılık aslı sabit bir gaye. Gerisi, kurma, koruma ve yönlendirme işine bağlı, tertibler. İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, FIKHI da kapsayıcı bir genişlikte olarak SİYASET’i, ilim tasnifinde DEVLETİ de içine alıcı ve bütün kuralların tatbikine mevzu olması bakımından önde görür. Herşey kendi öz mevzuu çerçevesinde, bu “teşhis, tedbir, imkân” olarak, siyaset mânâsını işletir: Hadiseye yanaşan insan şuurunu, İslâm’a muhatab anlayış davasını: 531.
Tiffan: Her nesnenin vakti: 531.
Tasi’: Dokuzuncu. (İkinci Bin yılının yenileyicisi İmâm-ı Rabbanî, Mevlâna Halid, Seyyid Abdullah Tagî, Seyyid Taha, Seyyid Salih, Seyyid Fehim, Seyyid Abdülhakîm Arvasî, “MEKTUBAT: 869: Necib Fazıl Kısakürek-Salih Mirzabeyoğlu”… Benim için HİCAB ifâde etmesi gereken bu sıralama, bana değer biçenlere nisbetledir ve şuur gayreti ile değildir. FİKİR KAHRAMANI SURETİ’nde, şuur değil, bu şuurda tecelli eden İMKÂN’ı gösterici… Herşey demek olan KELÂM ilminde, rüyâ-keşif, Hazret-i Ali’nin “Kelâm ilimlerinde müçtehidsin!” buyurduğu İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin şahsında hem İkinci Bin’in yenileyiciliğinden kasıd görünmüş, hem de “Ahir zamanda gelecek olan Mehdî, yazdıklarımı bütünüyle doğrulayacak” diyerek, husus görünmüştür.): 531.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2529= 531.

*

Manzur-u Nazar-ı Piran-ı Kiram Esseyyid Abdülhakîm Lî Küllî Emrin Fehim: (VEDA Hutbesi’nden: “Zaman devrini tamamlaya tamamlaya gaye noktasına erdi!”… Zamanın gayesi O, O’nun yüzüsuyu hürmetine Kıyamet’e kadar işleyecek… Söz O’nun: “Ümmetimden öyle bir taife gelecek ki, Peygamberler bile onlara gıpta edecek!”… Onlar, PADİŞAH’ın Veziri’nin onun adına ümmetin işlerine bakması zaruretine karşı, bir ân bile Padişah’tan ayrı düşmeyen İBRİKDAR gibi olanlar; gıbta edilecek yönleri makamları değil, yakınlıkları. Onlar, Allah Resûlü’nü gören sahabîler, tâbiiler, tabiine tâbi olanlar derecesinin dışında bu mânâda olanlar; bu mânânın sahibleri, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ali’den başlayan bellibaşlı kollar olarak, bahsi geçen derece sahibleri de hissedar, bugüne uzanan bir tarih süreci içinde yaşamış ve yaşayan bâtın kahramanlarıdır… Üstadım’ın Abdülhakîm Arvasî hakkındaki tesbitini, Allah Resûlü’nün VEDA Hutbesi’ndeki sözüne nisbet ederseniz, maraza çıkmaz: “Tesbihin en başa bitişik, son tanesi”… Allah Sevgilisi’nden sonra zamanın devamı, nasıl o sözün çelimi değilse, sözkonusu tesbit de bâtın yolunun tahdid edilmesi değil… Bu izâhın gayesi şu: İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin MEKTUBAT’ı, “bütünüyle idrak eden büyükler”in birbirinden büyük en büyükleri ile tarikat edebi içinde elden ele, “yazdıklarını bütünüyle doğrulayacak”tan kasıd idrake erdi. İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin kendisinin MEHDÎ olmadığı hakkındaki sözlerinin kokusu ve bir bakıma MEHDÎ’nin bâtın idrakını verdiğine göre ESER’i, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nde yatağına erdi. Son tanenin ZAHİRİ?): 4180= 184.
İNKILÂB: Başka tarza değişme. ALTÜST olma: 184.
Kandal: Büyük başlı. KOCAKAFA. (Üstadım’ın BAHRİYE Mektebi’ndeki lâkabı.): 184.
Mukaddim: TAKDİM eden. (NAKŞÎ NECİB FAZIL KISAKÜREK: 1923: Cumhuriyet’in kuruluş[u]: Cem-i Ezdad): 184.
Mukaddem: TAKDİM edilen. Büyüğe sunulan. (Ben.): 184.
Ayka: Deniz kenarı. (KUSTO: Derinliğine ve genişliğine ÜÇIŞIK… Abdülhakîm Arvasî Hazretleri bu soyadını, Soyadı Kanunu’ndan sonra almıştır. Nesillerin içtimaî değişimlerle temsiline nisbet, Cumhuriyet devrinde alınan bu soyadının, Cumhuriyet neslinden olmayışına dikkat.): 185= 1184.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: (Ölçü: Din, edeb demektir, edeb de hadlere riâyet… “AKIL, karışık dava”; bir ucu BERZAH, öbür ucu HALK ÂLEMİ işlerinde… Sözkonusu ismim, neyin nerden geldiğini ve neyin nereye bağlanacağını gösteren bir alâmet, bir SURET. Ben, bana: BEN KİMİM?: 1183= 184.
 

FİKİR KAHRAMANI

 
FİKİR KAHRAMANI: 706.
Üsre: Seleften gelen şân ve şeref: 706.
Serv: Suyun çok olması. (Mürid ve ilim): 706.
İktidar: Güç. Takat. Kudret. Yapabilmek: 706.

*

FİKİR KAHRAMANI: 696.
SURET: Yol, gidiş, hâl. Şekil. Tasvir. Çare: 696.
Hafiye: İnsan bedeninde gizli olan CAN. Gizli, örtülü. (Hafiye: Gizli şeyleri araştıran. Dedektif.): 696.
Tevfir: Arttırma, çoğaltma. Bir kimsenin hakkını tam olarak verme: 696.

*

DARBUM: Eskişehir’in Bizanslılar zamanındaki adı: 253.
Cemir: Zaman. Dehr: 253.
RUBBAN: Kaptan: 253.
Merc: Muzdarib, çalkantılı. Çeşitli nesne, muhtelit. Karışık: 253.
Mürid: 253.

*

BURSA: 712.
Yesrib: Medine’nin İslâm’dan önceki ismi: 1711= 712.
Mürteib: Korkan: 712.
Perestan: Taparcasına sevenler: 712.
Kuvve-i Tahayyül: Tahayyül kuvveti. İBDA kuvveti: 712.
TAKRİB: Yaklaştırma. TAHMİN. Yolunu bulma: 712.

*

MEKTUBAT: 869: Rahman Sûresi 19 ve 20. âyetler - KÜLTÜR DAVAMIZ…
FÜTUHAT-I MEKKİYE: 980: Şeriat: İSTİKBÂL İSLÂMINDIR: Azîr-ÖZÜR. (Özürden dolayı tecelli eden RAHMET sırrı meselesini hatırlayınız.): Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: Uzriyy-Şiddetli sevgi. (Kelef: Şiddetli sevgi. Yüzdeki ben, nokta.)…
FÜSUS-ÜL HİKEM: 375: Mehdî Mirzabeyoğlu: Raisa-Halka: Şibdi’-AKREB. Dil. Lisân. Belâ, şiddet: Karia-Kıyamet. Allah Resûlü’nün düşman üzerine saldığı asker topluluğu. Ansızın gelen belâ: NİLÜFER-Beyaz, sarı ve mavi renkte açan bir su bitkisi. Bursa’nın hayat kaynağı nehri: Bincişk-Serçe kuşu. Hâkim. Hekim. (Peçe: Kadınların yüz örtüsü. Hâkim. ÇOCUK)…
FÜSUS-ÜL HİKEM: 375= 1374: Münferid-Tek başına. Hapishânede tek kişilik hücre: İş’ab-Ölme, irtihal etme. (Elinizdeki eserin ismi malûm. “ESATİR ve MİTOLOJİ”yi de hatırlayınız.): İnşibak-Balık ağı gibi birbirine girme. (İngilizce NET: 451: Salih Mirzabeyoğlu.): Müstetbeat-Kelâma tâbi mânâlar…

*

MEKTUBAT: 869.
TİLKİ GÜNLÜĞÜ - Rüya: (Bir Hadîs’te, RÜYA’nın, VAHY’in 46 cüz’ünden biri olduğu buyurulmuştur. Allah Sevgilisi’ne VAHY, 40 yaşından 63 yaşına kadar, 23 sene devam etmiştir. O’nun, VAHY gelmeden önce 6 ay rüyâ hayatı yaşaması, “rüyâ içinde rüya” idi. “Nas uykudadır, öldüğü zaman uyanır!” Hadîs’i, ölünce idrakin bu âleme nazaran uyanıklık olduğunu gösterir; zannedilenin tersine, “idrak”, bunu idrak edemeyenler için, bu âlemde uyku hâlindedir. Allah Resûlü bu dünyada iken, O’nun “rüyâ içinde rüya” hâlinde olmasından kasıd, dünyanın hakikatine ermişlik içinde bir rüyadır ki, gelen haberdir. HADİS-İ ŞERİFLER, O’nun Allah’ın HALİFE’den muradının O olduğunu da gösterendir ki, VAHY’i andıranından tabiî hâline kadar, Kur'ân’da “Allah O’na Kur’ân’ı öğretti” âyetinin belirttiği veçhile, O baş tefsircidir. Daha da ötesi. Nasıl ki LOKMAN Hekim bahsinde, Allah’ın hikmeti O’nun ağzından nakli, doğrudan doğruya Âyet olmuş oluyor… Netice: 23 senede 46 tâne 6 ay bulunduğuna göre, RÜYA, VAHY’in 46 cüz’ünden biri oluyor. Peygamberlerden Sahabelere, onlardan velilere, derken alelâde fertlere kadar, Vahy’in 46 cüz’ünden biri mânâsı, derecelere göre sıhhati kırpıla kırpıla geliyor. “Hiçbir rüyâ boş değildir!”; herşeyin Allah’tan olması bakımından doğru, ama o da hisse ve idrake göre değişir… Benim Tilki Günlüğü’mün ne olduğu, ne işe yaradığı, nasıl o işe yararlaştığı, bütün eserlerimde görünen bir husustur: Rüyâ benim, rüyâ anlayışım benim, eserler benim. Kime ne dedi veya ne der, onu bilmem. MEKTUBAT’ın hemen altında görünen ebced tevafukunun, bazılarının kendi hased ve sapıklığını benim üstüme yıkmasına sebeb olmaması için söyleyeyim: Bazen en alelâde bir maddi veya mânevî nesne bile, nelere sebeb olabiliyor, onu düşünün. Ama şunu belirteyim ki, “seni ben yetiştireceğim!” diyen Üstadım’ın, rüyâlardaki basitlik veya büyüklük ayrı mesele, yetiştirme usûlünün isbatıdır; bunun isbatı da, diğer eselerim. “Rüyâna girer, seni her zaman uyarırım; din ve dünyaya âit MURADLARI’nı benimle bulursun!” diyen VELİ sözünü hatırla. GÖKLER’e yol veren işaretler - KÖKLER.): 1869.
MEVSUK - Rüyâ: Muhatab-Kendisine hitab edilen: 652: Muhatıb-Hitab eden: Mevsuk-Kendisine inanılır olan. Sağlam. Vesikalı.): 869.
RÜYÂ - Ma’lat - Salih İzzet Erdiş: (Ma’lat-Derin ve yüksek fikir. Ululuk: 540: Müttesim-Hususi bir nişânı veya alâmeti olan: İstidad: İnfitah-Tıkanan bir şeyin açılışı: Katlâ-Öldürülmüş… Salih İzzet Erdiş: 1112: Hilâfet.): 1869.
KÜLTÜR DAVAMIZ - Kusto: (Kültür Davamız, en umumi mânâdadır, “temel meselelerin” halli hâlinde bütün külliyat. O isim altında esere Üstadım’ın verdiği not ise, onda bir istidad ve bugünlere sarkan mânâsıyla şudur: Bu kitab, Cumhuriyet sonrası kavruk nesiller içinde ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir.): 869.
RUH - Rahman Sûresi 19 ve 20. âyetler: (Rahman Sûresi 19-20 ve FURKAN Sûresi’nin 53. âyeti, aynı meâldedir: PERDE ve BERZAH ile ilgili… Ebced toplamları: 8928: Salih İzzet Mirzabeyoğlu.): 869.

*

Büyük Doğu ve Tasavvuf Bahçeleri: 1896.
Büyük Doğu ve Abdülhakîm Koltuğu: 1896.
Füyuz: Feyizler. İnâyetler. Keremler. Suyun çoğalıp taşması. (MİNAH isimli eserden: GAVS-I HİZANÎ – Allah, kimi zaman müridlerinde tasarruflarda bulunması için mürşide bazı kemâlâtlar ihsan eder. Bu durum, mürşidin yükselmesine sebeb olur. İşte bu sebeble, YAKUB-İ ÇERHİ’den bahsedilirken, “O, ŞAH-I NAKŞİBEND’in müridi, HACE UBEYDULLAH’ın Şeyhi” denmektedir. Dolayısıyla, menkıbesinin anlatılmasına sebeb olmuştur. O sırada mecliste bulunanlardan biri, “Allah’ın müride tasarruf için Mürşide ihsan ettiği bu kemâlât, mürid üzerinde tasarruf ameliyesi devam ettiği müddetçe mi, yoksa artık şeyhin mülkiyetinde mi kalır?” diye sordu. GAVS-I HİZANÎ: “Şeyhin mülkünde olur!” diye cevab verdi.): 896.

*

Abdülhakîm Koltuğu - Fikir Kahramanı: 1528= 529.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2529.
Tüs’: Dokuzda bir: 530= 1529.

*

Abdülhakîm Koltuğu - Fikir Kahramanı: 1538= 539.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2539.
Selahiyet: Bir işi yapmaya hakkı olmak: 539.

*

Abdülhakîm Koltuğu - Halef: 1542= 543.
Abdülhakîm Kolutğu - Şehâdet: 1542= 543.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2542= 1543.
Abdülhakîm Koltuğu - Nesh: (Nesh-Şer’i bir hükmü, şer’i bir hükümle kaldırmak. Bir şeyin “aynını” çoğaltmak: 710: Tefkir-Düşündürme veya düşündürülme. Endişe etmek: HAYLA’-SIRTLAN, KORKU SURETİ. KORKU. Cin taifesinden bir nesne… Kasah-SIRTLAN: 169: RAHMAN Suresi 19 ve 20. âyetler: KUSTO… Hayl: At. At sürüsü. Düşündürmek… Hayle: Zannetmek, sanmak… Hayyale: FİKİR sahibleri.): 1542= 543.
 


Baran Dergisi 237. Sayı