İstikbâl, gelecek zamana işaret eder; ve hayâl kuvvemizle idrak ettiğimiz bir keyfiyettir. DEHR’e nisbetle zamanın geçmiş - şimdi - istikbâl buudları, bir izâfiyet kaydından ibaret; öyleyse, geçmiş - şimdi - istikbâl, hepsi içinde bulunduğumuz tek ânda mündemiç, HAYÂL’den ibarettir. Topyekün varlık, “varlık, yokluk, hakikat, gerçek, olmuş, olmakta olan, olabilir, olacak olan, mümkün, gayrı kabil”, insan idrakine hitab eden ne varsa, hepsi MUTLAK HAYÂL’in onda gerçeklenmesi hâlinde, Allah’ın yaratma kudret ve iradesine şahitlik eder: HAYÂL’in, insanda en büyük mevhibe hâlinde, her şeye şâmil mânâsı, bizzat Allah’ın “ben kulumun zannı içindeyim” buyurmasından da anlaşılacağı üzere, bizzat O’nun bilinmesinde imânın aynı mânâya gelir. İSTİKBÂL İSLÂMINDIR; öyleyse şimdi de İslâmındır, evvel de. Bu mânâda, zamanın bir varlık - bir yokluk temposunda tecelli eden eşya sergisi yanında, onu kendine bağlayan “zaman içimizde akıyor” hikmeti, bir nehre benzeyen bu ruh-zamandan, bizim bir YAPMAYI gösteren RUHÎ çabamızla ne kazandığımızı sorduruyor... “Kişi üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir!” buyuruyor veli: Kendi varlığınla, davan –neyse!– aynılaştığı kadar, dışı iç’e irca edici bir teshir olarak o sensin.
Ben, şu ânda İSTİKBÂL kelimesinin HAYÂL melekesi ile ilgisi üzerinden TELEGRAM’da HAYÂL’in rolü, dolayısıyla HİPNOZ-MANYETİZMA üzerinde durmak için bu satırları yazarken, sözlü tacizlerine devam eden NYMPHALAR, usulleri gereği arada bir işi “aynı şeyi düşünüyoruz!” yolundan bana “senin bütün düşüncene ve düşünebilmene hâkimiz!” hissi vermek üzere, hatırlatma da yapıyorlar; “iyi oldu!” diyebileceklerimi de. Bunlardan biri, Telegramın başlarında onları pek sevindiren bir suçum(!): FURKAN LÛGATI’nın takdiminin sonu... Doğrusu, GAZZE’ye yardım meselesiyle ilgili çıkan hâdiselere, FİLİSTİN ve HAYÂL ilgisi içinde değinmek isterken, sözkonusu hatırlatılan pek yakışıklı kaçtı: MÜCAHİDLER’i unutmayalım!

TAKDİMİN BAŞI VE SONU

Üstadım’ın meşhurluğu nisbetinde meçhul baş şiiri Çile’de bir kıta:
— “Bir fikir ki, sıcak yarada kezzab — Bir fikir ki, beyin zarında sülük — Selâm, selâm sana haşmetli azab — Yandıkça gelişen tılsımlı kütük!”
Edeb lâtifesi hâlinde, her ne kadar yerli yerinde bir teşbih ve mecaz unsuru olarak kullanılmışsa da, siz o “sülük”ü, yolunu ve mânâsını bildiğiniz Üstadım’a nazaran “sülûk”, yâni “bâtın yolu” olarak anlayınız... Aynı şiirde şu mısra: “Bütün kâinat muşamba dekor”... Muşamma’: Muşamba... Ebcedi de, “Salih Mirzabeyoğlu”na denk gelir.

*

Sonu başa bağlıyorum... Bir YEVMİYE bahsi: “Bir EL düşer böyle, görürsün; ve kim olduğunu görmesen de, bilirsin. Sinema rejisörlerine kadar bilinir bu. Hazret-i Ali’nin meşhur sözüdür: Parça, bütünün habercisidir. Bazı teferruat vardır ki, aslı gösterir, hakikati ihlâs ile yaşayanda, ihmâle gelmez bu!”... Şerlok Holmes’in vatanı İngiltere, hâdiseleri raksettiren keyfiyeti GİZLİ EL diye ilân etti; yâni, “dest-i hafî”... Ebcedi, dest-i salih’e denk gelir; salih eli... Salih belli; Üstadım ve ölen ve “ölmeden ölenler”i ile salihûn. El de; zihne gireni bileni de, bilmeyeni de avucuna alıyor KENDİNDEN ZUHUR...

*

Bir not: Ruh BİR’dir, her yerde hazır ve nazır. Şuurun tekâmülü nisbetinde, o bütünün temsilcisi olunur; onun içindekiler de o iradenin hareket ve teşvikçileri. Onlar, bunun şuurunda olsunlar
veya olmasınlar... NYMPHALAR’dan mı, yoksa yönlendirici rol alan ve zihin kontrolünde “ıslıkçı” tâbir edilenlerden mi bilmem, Ömer isimli bir mahkûmun, gür sesiyle “Yılmaz abiii!” diye bağırışından ismini tanıdığım, 2007’de ölümünü “kendini astı!” diye duyduğum mahkûm doktor Yılmaz Uzun niyetine, TELEGRAM’da temel seslerden biri, FURKAN’ın önsözünde geçen kısım için şöyle demişti:
— “Hep HAYÂL... Öyle olsun istiyor! Hep hayâl...”
Yılmaz’ın ölümünden sonra o ses çekildiğine göre, gerçekten NYMPHA mı idi; yoksa öyle zannetmem mi isteniyor?
Onun söylemiş olduğu söz için karşılık şu olabilir: Bir adam zenginlikten bahsediyorsa, bunu isbat için kendisinden beklenecek olan bellidir. Gerçekten zenginse, bunu söylemese bile o zengindir. Bizim bahsediş tarzımıza gelince; bizden beklenecek olan da, dünya görüşümüzü GÖSTEREN fikir örgüsü içinde, yine onunla alâkalı ve sözkonusu hâdiseyi yine fikirleştirmek üzere, gerekenin yapılmasıdır. Bu, bir velinin, şöyle veya böyle bilinir veya bilinmez yahud bilinemez tasarrufunu sözkonusu etmiyor ki, inanmayan onu “kuru iddia” mânâsına hayâlle nitelendirsin. Olan şudur: İSTİKBÂL İSLÂMINDIR hikmetine bağlı olarak, tersinden veya düzünden “AKSİYONLARINI BİZDEN ALANLAR” cümlesinden diye, sözkonusu hâdise işaretlenmiştir. Altı çizilen husus, sadece bir veli kelâmı değil, aynı zamanda onun BÜYÜK DOĞU dünya görüşünün içinden fışkıran bir mânâdır. Benim yerim de, o BİZ ifâdesinin içinde, bütün bir İBDA külliyatı. Öyleyse bana, benim gibi geleceksin. Becerebilirsen kendin, beceremezsen güvendiğin ve taraftarı olduğun, KENDİNİ BÜYÜK GÖSTERSİN de görelim. Galiba izâhım da, Yılmaz’ın HAYÂL’den kasdını, tersine, yâni aslına döndürdü!

“HİÇ DEĞİŞME BÖYLE KAL!”

Levha: 17 Aralık 1983... Filistin... Halk bölük bölük toplanmış... Konuşmalar yapılıyor... Hicret edilecek... Ricât hâli... Bir genç kız yanıma gelip, hüzünlü ve mütebessim bir çehre ile, “sen hiç değişme, böyle kal!” diye iltifat ediyor!

*

Hiç Değişme Böyle Kal: (Tilki Günlüğü’nde 17 Aralık başlığı.): 584.
Mütekaddim: Takdim olunan, sunulan: 584.

*

Hiç Değişme Böyle Kal: 584= 1583.
Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: 1582= 583.

*

Ken’an: Filistin. Hazret-i Yakub’un memleketi. (Ken’: Tilki eniği. Gönül. Cem etmek. Yakınlık. Firar.): 191.
UFKÎ: Ufka âit, ufka dair. Mecazî kullanımından biri İSTİKBÂL: 191.
Vakıa: Kıtal. Öldüresiye vuruşmak. Vak’a: 191.
Nekam: İntikam almak: 191. Zafir: Zafer bulan: 1190= 191. Feynan: Güzel ve uzun saçlı: 191.

*

İrtica: Ricat etmek. Geri dönmek. (İrtica: Umma, ümit etme.): 675. Telegram: 1676= 2675.
Salih İzzet Erdiş: 1674= 675.
Mehul: Benli, benekli: 676= 1675.
Hakdan: DÜNYA, arz, yeryüzü. (Mehd: Yeryüzü. Beşik.): 676= 1675.

1999 SONRASI

Kronolojik tarih, ona bakan niyetin muhasebesi mevzu oldu mu, kendini empoze eden taraflarının öne çıkmasıyla, karakteristik özellikleriyle karakter özelliklerinin harmanı bir insan karikatürüne benzer. Gerek İBDA olarak bizim, gerekse bunu dünyaya şâmil bir mânâ olarak görmemiz bakımından, 1999 böyle bir tarihtir. Sözkonusu tarihten önce, o tarih içinde, o tarihten sonra hep bunu işaretlememiz, gerek yurt içi ve gerekse dünyada olup bitenler açısından, ne kadar doğru bir tahmin içinde olduğumuzu gösteriyor. Benim bugün yaşadıklarım, doğrudan doğruya o tarih ile ve o mânâya set çekme gayretiyle ilgili; bir yanda Batı ilminin mamulü cihaz ve ahlâksızlığıyla TELEGRAM, diğer tarafta BÂTIN yolundan gelen kuvvet, iki türlü ZİHİN KONTROLÜ altında, birincisiyle bana set çekme, ikincisiyle benim onu tasarrufa alma çabam, 1999’un mânâsını iki yönden de benim için delillendiriyor. Her şeye rağmen ÜMİTVAR olmam için sebebim var!

*

Yahudî bir topluluk, Allah Sevgilisi’nin huzuruna geliyor ve “ruh”tan soruyorlar. O, “ben Rabbim’in bildirdiğinden başkasını bilmem!” diye cevab veriyor ve sükût ediyor. Bir zaman sonra nazil olan âyet:
— “De ki, ruh, Rabbim’in emrindendir. Ondan size çok az şey bildirilmiştir...”
Ruhun ne olduğunun Allah Resûlü’ne sonradan bildirilmiş olabileceği, ama O’nun, ümmetin takat getiremeyecek olmasından dolayı bunu açıklamadığını düşünen müfessir de vardır. O’nun bildiği de O’na mahsus olarak Allah’tan.
Ruhtan bildirilen çok az şeye gelince; o da bütünüyle İslâm ümmetinin ve kimin hissesine ne düştüyse.
Bizim bu meseleye temas etme sebebimiz, 1999 tarihi etrafında söylediklerimiz vesilesiyle, genel olarak TAHMİN, HAYÂL hakkında bir inceliğe temas etmek, böylece hem kendimizi yönelecek menfi bir zandan korumak, hem de kehanet ve fal benzeri şeylerin saçmalığına değinmek. İslâm’da, kibir ve tekebbür ifâde eden bir “ben bildim, ben bilirim!” ifâdesine yer yoktur. En soylu ve şahsiyetli bir karakter içinde dururken, marifetlerini “şeref İslâmındır!” diye açıklayan Hazret-i Ömer, buna misâl; O, bunu söylememiş olsa da, “şeref İslâmındır!” duruşu içinde bir ben. Sizin anlayacağınız, “şeref İslâmındır!” derken, her hâlinden nefsaniyeti tüten palavracı bir benden de ayrıdır bu dava.
Hazret-i Ömer’in basiret ve feraseti öyle ki, sonradan onun tedbir ve tahminlerini doğrulayan âyet nazil oluyor: Öyle Hakka yakın bir yaşayış. Ümmetinden bazılarının bu yaratılışta olduğu, Allah Sevgilisi’nin medhiyle sabit... Ve şu söz de Hazret-i Ömer hakkında O’nun:
— “Hak, Ömer’in lisânıyla konuşur!”
Ölçü belli: “Gaibi Allah’tan başka kimse bilemez”... Gaib, bir mevcudun ve hakikatin örtüsüdür. Mevcud ve hakikat, ya yaratılmış, yahud henüz yaratılmamış olandır. En genel mânâda GAİB’i, “mutlak gayb” ve “izâfî gayb” diye ayrılırlar. İzâfî gaybın bir kısmı da, bilindiği hâlde gaybdır ki, bunu gaybden saymazlar. Kâhin, yaratıcı değil ki, neyin nasıl yaratılacağını bilsin... Bu umumî deyişten sonra, yerine ve mevzuuna göre, duyu yolundan edinilen bilgilerin tecrübesine dayanan tahminler, adı üstünde tahmin: Tahmin keyfiyeti de tecrübeden çıkmış. Hiç bilinmeyen hususunda tahminler de, buna mahsus bir ilim ve sezgiye dayanak olabilir. O zaman da isabetler, ihtimâl kaydı içindedir: Hani, “istisnalar kaideyi bozmaz!”... Demek ki kâhin, “bilirim!” iddiasıyla yalancıdır. Sihir ve büyü cinsi işlere gelince, onlar da yöneldikleri hedef ne ise, ona mahsus bir ilimdirler. Aynı neticenin değişik yollardan devşirilmesi gibi, sihir-büyü cinsinden bir takım şeyler, teknikle gerçekleştirilir olmuştur... Netice olarak: Herşeyi Allah’tan bilici olmak, hiçbir mevzuda “dır ve tır!” kabalığına düşmemeyi gerektirir. İzafiyet ve bilginin şahsiliği,
şuurunda değilsek de en başta iken, tecrübelerin ışığında ve şuur seviyesinin yükselişinde kendini
göstermiştir, gösterir.

*

“Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de”... Bu ölçüde bizim için, tahayyül melekesiyle şimdide –hâlde– yapılması gereken de var.
Tahayyül: Hayâlde canlandırmak: 1040.
Tertil: Beyân eylemek ve aşikâr kılmak. Yerli yerinde güzel va lâtif konuşmak. Düşüne düşüne okumak: 1040.

*

Mütemehhil: Hayâl eden: 518= 1517.
Mültezim: Bir şeyi kendi üzerine lâzım eden: 517.
Butakat: İçinde maden eritilir pota: 517.
İltihaf: Parlama, yanma: 517.
Heme ost: Herşey odur. (Vahdet-i Vücud’da, Allah hakkında kullanılır... Gören Allah, göreni gördüren Allah, görünen Allah.): 517.

*

“Allah, bir şeyin olmasını dileyince, OL der ve o şey OLUR”; OL emri Allah’tan, OLUŞ da o şeyin yokluktan varlığa çıkması hâlinde kendinden.
KÜN: Ol emri: 70.
Büyük Doğu-İBDA: 1070.
Hipnoz: (Şartlandırma ve telkin, onu kabul eden için hipnozdur. Düş vâri.): 70.
Âyin: Usûl. Dini adab. Merasim. Âdet, örf ve kanun. Ziynet, süs. Güzellik. Rit: 71= 1070.

*

İstikbâl İslâmındır: 1980.
Zuhruf Sûresi, 62. âyet: (61. âyet: Ve gerçekten o –İS–, kıyamet saati için bir bilgidir. Sakın o kıyametin geleceğinden şübhe etmeyin de, bana uyun. İşte bu biricik doğru yoldur... 62. âyet: VE SAKIN SİZİ ŞEYTANLAR ÇELMESİN. Çünkü o, size açık bir düşmandır... 63. ve 64. âyetler: İsâ da o apaçık delillerle geldiği zaman şöyle dedi: “Ben size, hikmet ile ve görüş ayrılığına düşüp durduğunuz şeylerin bir kısmını açıklayayım diye geldim. Bundan ötürü Allah’tan korkun ve bana boyun eğin. İşte bu biricik doğru yoldur.”): 1980.

VİCDAN

TELEGRAMCILAR’da olmayan şey; insanda bulmak istedikleri şey iyi veya kötü, doğru veya yanlış, şu güyâ “ilim adına” herşey meşrudur mel’unluğu ile zulmü meşrulaştıran bir anlayışın içinde, akla hayâle gelebilecek her pisliği muhatabında bulabilmek için, zaferi(!) bu bir vicdansızlık. Devlet adına yapılan yerde bile, “kapalı çarşı yansa bile, benim oradan kapacağım bir altın için değer!” anlayışındaki fert karakteri için biçilmiş kaftan bir iş(!)... TELEGRAM bir yana, kendileri de bir bakıma bir netice olan bu tiplerde, bütün bir ruhî -sosyal - siyasî düzenin özünü-lübbünü gördüm; her türlü doğru - iyi - güzel’i kendine tâbi kılan, bozan bir asıl. Bizzat zaferi, neticede toplumu çürüten imâlinde bir muhafızlık. NYMPHALAR’ın, işin başında “bize toplum düşmanı de!” demeleri, acımasızlık ve gaddarlık yolundan da olsa bir şey olmak, “dünyada ben de varım - ben varım!” çığlığı gibi geldi; onlara acıdım, beni yemeye gelen aç sırtlanlara hak verirken, kendimi onlara yem edemeyeceğim haklılığımla. Bu sadece ekonomik durumla ilgili değil, varoluş gayesi ve yoluyla ilgili bir dava; ne olmak ve nasıl olmak, nasıl bir ruh ve heyete bürünmek, nasıl görünmek? Bu, yalnız onların değil, bütün insanlığın meselesi? Şimdiki dünyada mânâsı kalmamış olsa da, sahib çıkmama ve sahib çıkılmamaya, başıboşluğa
dair malûm bir atasözü var: “Kızı boş bırakırsan, ya davulcuya varır, ya zurnacıya!”... Günümüz dünyasında muradına erenlerin hâli bu; ya eremeyen ezici çoğunluk? NYMPHALAR, onların içinden görünüyor ve “mali güçleri zayıf” çoğunluğun dibe yakın olanlarından... Bu satırları yazarken, NYMPHALAR, “bize toplum düşmanı de!” sözlerini, alay için söylediklerini duyurdular; eğer yaptıkları ve şimdilerde bir hayli zayıflamış olarak yapmakta oldukları “iş”i birlikte düşünürseniz, alaylarının mânâsının onları daha da düşük kılacağını anlarsınız. Neyle alay, neyin alayı?

*

Vicdan, iyi ile kötüyü ayırma melekesidir; kendinden geçme ve dalma mânâsı, akıl ve çıkar duygusunun üstüne çıkan bir his olduğunu gösterir. Duygu, inanç, şuur, bâtın ile hakkı tanıma, din vesaire, vicdanla özdeşleşen veya vicdanı onlara tâbi kılan keyfiyetler.
Vicdanın dört unsuru ve ruhun dört seçkinliği (havassı) olan “irade, zihin, his, Rabbanî lâtife”nin herbirinin, belirli bir gayesi vardır. İradenin ki, Allah’a ibadet; zihnin, marifetullah; hissin, Allah’a muhabbet; lâtifenin, müşahedetullah... Takva denilen kâmil ibadet, dördünü ihtiva eder; şeriat, bunun ölçülendiricisidir.
İnsanda fıtri-doğuştan gelen vicdanî hareketle, şeriatın hükmüne tâbi vicdanî hareket arasındaki fark, aslında birinci ikinciye tâbi bir gelişmişlik içinde olması gerekerek, hikmet için hikmeti sevmeyle, Allah için hikmeti sevmek arasındaki fark gibidir. Bu yüzden, birinde vicdana hitabedeni farketmeme veya aldırmama veya aykırı davranma bir müeyyidesizlik belirtirken, diğerinde vicdana yol göstermek ve onu mecburi kılmak var.
Bize bu satırları yazdıran sebeb, geçen hafta GAZZE’ye yardıma giden İHH gönüllülerinin, çeşitli milletlere, dinlere veya dinsizliklere mensub kişilerden oluşması ile ilgili; bu bir yergi değil, ama o işe mahsus bir birlik tezahürüne bakıp da, sap ile samanı karıştırmamak lâzım.

ABDÜLHAMÎD HAN HAZRETLERİ

Adülhamîd Han Hazretleri, o en büyük suçu merhamet olan koca insan, bizim tarihimizin geriye ve ileriye doğru değerlendirilişinin temel taşıdır; o ve devri... Onun, FİLİSTİN’e ilgisi ve nasıl değerlendirdiği, bu yüzden tahttan indirlişi malûm; yahudi tertibiyle. Üstadım, Seyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin onun hakkındaki sözlerinin ruhuna sinmesiyle, –telkinle aldığını– tahkiken bulmuş, bilinen eserini yazmıştır; Ulu Hakan - İkinci Abdülhamîd Han... Bu eser, bir ideolocyaya bağlı bütün bir dava tezi hâlinde, o güne kadar akîl adamlar arasında bile, minareye kuyu dercesine haksız bir değerlendirilmeye tâbi tutulan sultan hakkında, onun hakikatini gösteren ilk ve temel eserdir. Ana hüküm şudur:
— “O anlaşılmadan, hiçbir meselemiz anlaşılamaz!”

*

Abdülhamîd: 169.
Rahman Sûresi, 19.-20. âyetleri: (Meâl: Allah, iki denizi salmış, birbirlerine kavuşuyorlar — Aralarında birleşmelerine engel bir perde var.): 3166= 169.
Kust: 169.
Kıst: Adalet etmek: 169.
Saade: Yokuş başı: 169.
Kanıt: Delil: 169.

*

Filistin: 640.
Hayâl: 641= 1640.
Hayl: At. At sürüsü. Zümre. Düşünmek: 640.
Muhh: Beyin: 640. Katliam: 641= 1640.

*

17 Aralık 1983 tarihli rüyâmı ve ebced tevafukları içinde TELEGRAM’la ilgisi de dahil yorumunu okudunuz. O rüyâda genç kızın bana, “hiç değişme, böyle kal!” dediğini de. Şabbe: Genç kadın: 308.
Arvasî: 308.

*

Sene 2010 ve 11 senedir süren TELEGRAM maceram... HİÇ DEĞİŞMEMİŞ olarak, aradan geçen şunca yıl sonra, İHH’nın GAZZE’ye yardımı vesilesiyle söyleyeyim: Gerçek bir büyük Doğu projesi içinde, İSRAİL diye bir devlete yer yoktur. Kendi iç oluşumunu tamamlama süreciyle beraber, hedef ve stratejik esası bu olması gereken bir politikaya ve gereklerine inanıyoruz: Bu sadece bir güç yetip yetmeme meselesi değil, gücün yetmese de her türlü taktiğin ve bükülüşlerin kendisine göre yapılması gerekenini gösteren bir anlayıştır; Ortadoğu’ya âit politikaları, günübirlik ve rastgele tâyin etmeye karşıdır. GAZZE’ye gemiyle yardım götüren kardeşlerimiz, İslâm dünyasında uyanan heyecanla, belli belirsiz olsa da sözkonusu hedef etrafında birliği göstermiştir. Ortadoğu’da, birbirine düşman ve çekişme içinde olan devletlerin her birinin, doğrudan veya dolaylı İsrail ile ilişkilerini geliştirme çabalarına mukabil, halkın hissiyatı ters yönde gelişiyor; bu hissiyatın tek bir devlet hâlinde gerçekleşmesi için duacı ve duanın icrada aranması gerektiğine inananız. Şehidlerimize rahmet diliyorum ve hepsini selâmlıyorum; şimdi NYMPHALAR beynimi tasarrufa almaya çabalaya dursun, onlar beynimi asıl olarak tasarrufu altına almışların yanındalar ve onları biliyorlar!

*

Merec-el bahreyn: Salınmış iki deniz. (Merec: Kararsız, mütehayyir. Mecburi olma.): 543. Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2542= 1543.
İfrat hâlde tecrid: 1543.
Mümtehine: İmtihan olunan kadın veya kız: 543.

YEVMİYE: FİLİSTİN

Çeşitli güçlerin savaş alanı, kaynayan Lübnan... Filistin kamplarına saldıran ve Lübnan’ın bir bölümüne çöreklenen İsrail... Nedense böyle bir çerçevede hatırlıyorum Üstadım’ın sözlerini... Türkiye’nin, Suriye’nin Akdeniz kıyısından yürüyerek Lübnan’a geçmesi ve İsrail’e “geri dön!” diyebilmesi ile ilgili olarak konuşurken, Türkiye’nin buna gücünün olmadığını söylüyorum ve ekliyorum:
— “Efendim, bugün dünyada teknik üstünlük ve süratli savaş bakımından, İsrail birinci sırada... Sovyetler ve Amerika hariç, hangi ülkeye vursa ses getirir!”
— “Hareketliliğini ben de yazdım! Ama doğrusu bu milletin onunla başedememesi düşüncesini haysiyetimize yediremem!”
— “Üstadım, Fransa bile İsrail’le başedemez! Sonra Suriye’nin savaş gücü de yabana atılacak gibi değil!”
— “Meselâ Irak-İran savaşında, aradan yürüse ve “bu operet savaşına son verin!” dese... Buna gücümüz vardır!”
— “Efendim, bizim hava kuvvetlerinin de hâli ortada!”
Beni konuşturuyordu aslında... Aydınlık bir çehreyle, oturduğu yerde zıplar gibi kıpırdandı: — “O hâlde, Ortadoğu’da çok şeyler olacak... Bunu bekleyebiliriz!”

HEDEF İRADE

En geniş mânâda, zihnin teshirine girdiği bir şartlanma ve telkin, hipnozdur; TELEGRAM’ın içinde önemli bir yeri olan hipnoz, ilgili olduğu mevzularla da onun anlatımında büyük imkân sağlar. Her şartlandırma ve telkin, onu kabul eden için bir HİPNOZ iken, onun psikolojideki mânâsını ve çeşitlerini birbirinden ayırmak gerek: Meselâ “beyin dili programı” ile, bir tedavi metodu olarak şuuaraltına ulaşmada kullanılan usul ve gayeler farklıdır. Bizim TELEGRAM’daki özellikleri bir yana, bir tür uyku olan ve düşe benzer bir durumu yaşatan hipnoz, bu fasılda rüyâdan, hatıradan, tahayyüle kadar, ebced tevafukları ile birlikte verildi... Gelecek sayıda da devam edeceğiz.
İpnoz: Hipnoz: 66. Vîn: İrade: 66.

*

Hipnotizma: 521= 1520.
Afşelil: Sırtlan. Yaşlı, eti derisi sarkmış kuru kadın: 520.

*

Kasah: Sırtlan. (Çok doğurmuş, çok eser sahibi.): 169. Abdülhamîd: 169.


Baran Dergisi 179. Sayı