Evimin geniş ve uzun bir balkonu var... Mevcut tahta ve çıtaları kesip biçerek birbirine yakıştırdım ve pekâlâ bir parmaklık yaptım... Geçen sene (1992) sunta ve tahtadan çattığım çiçekliklerin yanına, çöpe niyetine yol kenarına atılmış büyük peynir tenekelerinden edinerek ve onları da kesip biçerek yeni çiçeklikler ekledim... Sonra, toprak ıslah çalışmalarım... Geçen seneki çiçeklerden kalma tohumları ve meyve çekirdeklerini ekmem... Ellerim, hapçıların elleri gibi kesik içinde ama, emeğimden ve eserimden mesudum... Uğraştığım için, ruhumu teskin eden bir tarafı var... Tıpkı hâmile kadının, geçmiş doğum sancılarının hatırasıyla yeni bir doğum sancısından kaçınma tecrübesini andıran nafile bir sığınak gibi olsa da, söylediğim üzere bana nefes payı gelen bu çabadan mesudum!

*

Muhabbet kuşu... Kimbilir kimin evindeki kafesinden firar etmiş ve benim bahçeyle bir seviyedeki evin balkonuna konmuş... Lâtifeli bir dille söylersem; demek zevk sahibiymiş... Uyku mahmuru gözlerle çay ve sigaramı içmek üzere balkona çıktığımda, 13-14 yaşlarındaki komşu çocuğu Yalçın, “amca şu kuşu yakalar mısın?” dedi... Baktım, ayakları ve kanatları bir kafes imkânındaki sıçramalara uyarlı muhabbet kuşu... Bilmem yakalayabilir miyim?.. Neticede yakaladım... Kuşun zaten sahibi olmayan Yalçın, kendi malik olma arzusunu askıya aldı ve onu sahibleneceğim kesin kanaatiyle bana, hakkı olmayışına rıza tavrıyla baktı... Ama çocuk; bilmez miyim onun yüreğinin bir kuş gibi sektiğini... Balkondaki delikli bir çamaşır sepetinin altına koyarken, “kuş senin!” dedim.

*

Kimin olduğundan habersiz kuş, çamaşır sepetinin içinde, kafesteki alışkanlıkları ile hareket etmeye çalışıyor ama, tuhaf... Yanlamasına tel kafese yapışmaya uyarlı ayaklar, bizim çamaşır sepetinin yapısı karşısında başarısız... Kuşa kuşluğunu öğretecek değilim; lâkin bunun düşe kalka hareketleri bana çırpınan bir fareyi andırıyor... Böyle olmayacak... Acıyorum... Yalçın’ı tel kafes almaya yolluyorum... Ve içine bir gölge düşmesin diye tekrarlıyorum:
— “Kuş senin!” Yâni kafes de!

*

Kuş gitti... Hâli ise gözümün önünde... Avuçlarımın içinde körük gibi inip kalkan göğsü, çarpan yüreği... Minicik gagasıyla, ümitsiz de olsa elimi gagalayıp kurtulmak istemesi... Kafese ilk girdiğinde, ürpertiden kabaran tüyleri... Aradan birkaç dakika geçmeden, birden canlanıp çevik hareketlerle şuraya buraya sekmesi ve yemlere yumuluşu... Emniyet ve güven hissi... Onu çok iyi anladım!

*

Kafes, insana hürriyetin aksi bir intiba verir; oysa muhabbet kuşu, benim hâlime nazaran bunun tam tersini ilham etti bana... Diyesim o ki:
— “Âlemde bâr olur hâlime bigâneler!”
Bâr: Yük... Yar?

*

Bu hâdiseyi yazmamın sebebi, çalışma odama “Ölüm Odası” diye bir isimle, bu isim altında bir eser yazmaktı. TİLKİ GÜNLÜĞÜ’nde yerini alan bu hatıra, Kartal Cezaevi’nde Telegram seansları başladıktan sonra, devamı gelmeyen bir not almanın başlangıcı ve bana “Ölüm Odası” diye bir durumun hakikati olarak göründü. Orada, başlangıçtan bugüne kayda değer cümlelerden biri şuydu:
— “Bu, sanki bir modern büyücülük; ve robot insan imâl etme hayâl ve çalışmalarına mukabil,
doğrudan doğruya insanı robotlaştırma işi...”

*

Sene 1993... Henüz “Hırka-i Tecrid” bile ortada yok. Bugün, Bolu F-Tipi Cezaevi’nde, durumlarına göre NYMPHA veya Mousa adını verdiğim aynı işi görürlerin nezaretinde, onlarla didişirken bu esere başlıyorum ve “Ölüm Odası” isminin tevafukları bana, sonsuz imkânlar tedaî ediyor. Buradaki Telegramcılar’a NYMPHA ve Mousa isimlerini takmam, Kartal’a göre bir yenilik; ve fikir, sanat, teknoloji, siyaset derken, BERZAH hakikatine vurulacak topyekûn dünya hâlinde bir genişlikte, onlar da son derece zeki, ne kadar da salak, bu kadar hainlik ve vahşet olur mu, alaycı, alay edilen, beni ve bendekini dağıtan, sonra kendi zekiliği imiş gibi bana hatırlatan, aslolan niyeti, övünmek gibi olmasın ama, benim çoğu zaman onlardan bir adım ileri durumumdan dolayı değişen, neticede; Üstadım’ın “çözdük her müşkülü derlerse de ki, sonunda VAR OLMA müşkülü kaldı!” hakikatini en canhıraş şekilde gösteren tipler. Onlar, sanki sihirbazın önündeki sihirli küre de, ne derlerse ve yaparlarsa yapsınlar, ben onları bütün bir bünyenin ifşacısı sivilce olarak görüyorum, durumu onlarda seyrediyorum.

*

Ne yazık ki, NYMPHALAR’dan başka şâhidim yok: bu esere ÖLÜM ODASI ismini vermemin sebebi, ebcedi MEHDÎ MUHAMMED’e uysun diye değil... Aynı ebcedte, MESCEN: CEZAEVİ!

*

Kafes: 240.
Faks: Ölmek. İfsad etmek: 240.
Mifsal: Dil, lisân: 240.
Masduk: Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş: 240. Neyfak: Tilki derisinden olan kürk: 240.

*

NYMPHA ve Mousalar’ın Mitoloji’de ne olduğu, ESATİR ve MİTOLOJİ eserimizde geçti. Bu
eserdeki mânâları, eser boyu gözükecek.

*

YEVMİYE: KOLTUKTA OTURANIN TASARRUFU

Üstadım’ın, Efendi Hazretleri’nin huzurundaki demlerinden:
— “Birgün huzurunda yemek yendi, yukarı çıktık... Karşımda bir hazır iskemle koltukta oturuyor... Hep orada otururdu zaten... Bir sükût ânı oldu... Diğer müridler de isterlerdi, ben geleyim... Çünkü ben konuşturuyordum Efendi Hazretlerini... Onlardan da epey vardı etrafımızda... İçimden bir his geçti: “Biz ne alçak adamlarız; her zaman böyle geliyoruz, huzurunda yıkanıyoruz, nur banyosu yapıyoruz, kapıdan çıkar çıkmaz yine aynı kapkara adamız. Bir tasarruf lâzım bize; biz yapamayız, biz yürüyemeyiz. Bizi yakalasın ve yerinde oturtsun”... Ben böyle düşünürken –ki beni daima tesir altında kalmaya en müsait olduğumu hesabederek dinleyin– bir hâl geldi bana... “Aaa, n’oluyorum?” dedim kendi kendime... Bir acı, kalbimde; anlatılmaz bir acı hissediyorum, bağıracağım... Ve bu arada bir lezzet, dayanılmaz bir lezzet... Acıyla lezzet bir arada... Bir de başımı kaldırıyorum, bakıyorum ki, Efendi Hazretleri iki mübarek gözünü dikmiş bana bakıyor... Hemen teslim oldum orada... Kalbim –ki bir lastik çelik gibi çekiliyordu– yerine geldi o ânda... Ve şu mânâyı çıkardım: Sen mi tasarruf bekliyorsun? Acaba ona henüz dayanabilecek vaziyette misin?”

*

Seyyid Abdülhakîm Arvasî: 566.
Süruş: Cebrail. (Ruh, İNSAN) Melek: 566.

*

Kürsî: Taht. Koltuk. Kaide. Merkez. Vazife. Saltanat, kudret ve mülk. Başkent. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. Mânevî makam. ARŞ’ın altında bir sema tabakası: 290. Fâtır: Benzeri olmayan bir şeyi yaratan. (Allah). Mübdi’: 290.
Kisra: Hükümdar: 290.

KIRMIZI KOLTUK

Üstadım’ı, arkası yüksek, yeni kaplanmış bir kadife koltukta, keyifle kurulmuş ve bana daima düşünme memnuniyetini, dünyada kıymete değer en büyük şeyin bu olduğunu ihtar eden, fikir için yaşadığım bütün pespaye şartlara rağmen beni daima motive eden bir sahne olarak daima hatırlarım; gerçek kıymetimin onun yanında olduğunu bilerek ve yaşayarak... Babıâli isimli eserinde geçen şu ifâdeler, lâfız hâlinde edebî bir anlatım değil, onun tâ kendisidir:
— “Dış dekor kaygısı bende o kadar köklü ve derindir ki, tek kuruşum olmasa ve imzaladığım maddî ve mânevî senetler yüzbini aşsa, derdimin çaresini ipekli bir halı veya şahane bir koltuk üzerinde düşünmek isterim. Çareyi ancak böyle bulacağımı sanırım. İlle de dış dekor, ille de konfor...”

*

Koltuk: 642.
Müretteb: Tertib edilmiş, dizilmiş, yerli yerine konmuş. Tayin edilmiş: 642. Musakkab: Delinmiş, oyulmuş: 642.
Müsakkib: Delen, delici, terkib eden: 642.

ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU

Levha: 12 NİSAN 1988... Oturma yeri hasır olan, taştan bir koltuk... Oturma yerinde, oturak koyulabilecek bir DELİK var... Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin koltuğu böyle imiş... Mermerlerine bakıyorum, “Eskişehir” ve “Bursa” yazıyor... Harun Yüksel ve birinin haber vermesiyle, tarikate girmemle ilgili olarak yaptırmışım!

*

Eskişehir - Bursa: 596+712= 1308.
Şihab: Parlak yıldız. Kayan yıldız. (Bir âyette Allah Resûlü’ne böyle işaret edilmiştir.): 308. Ashab-ı Bedr: 308.
Arvasî: 308.
Nisanmus: Birinci. NİSAN ayı: 308.
Gölgeler: 308.

*

Kun: Ard, arka. Son: 76.
Kun. (Kürtçe): Delik: 76.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1075= 76.
Siyah: 76.
Saye: Gölge: 76.
Bid’: Yeni. İlim, şecaat ve şerafette kâmil ve yegane: 76.

*

Sevd: Siyah. Sevda...
Seyd: Seyyid. Ulu kişi. Siyah...
Sud: Rengi kara olan şeyler. Sevdalar... Suda’: Rahatsız etme, sıkıntı verme...
Suada’: Sıkıntıdan dolayı uzun uzun soluma... Suadî: Topalak otu. Kust...

*

Kust: 169.
Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin doğumu: 1169.

*

Farz: Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek. Yapılması zarurî, terki yasak ve günah İlâhî hüküm. Bir kimsenin başkasına hibe ettiği şey. Takdir ve beyan eylemek. Bir davaya mevzu ve esas kılınan husus. Delmek ve gedik açmak: 1080.
Heylele: “Lâ ilâhe illallah” demek: 80.
Sehaya: Beyin zarları: 80.

*

Mahlul: Delinmiş. Öbür tarafına işlemiş olan şey: 706.
Fikir Kahramanı: 706.
Hanedan: Peygamber sülâlesi. Soyca dindar ve asil aile: 706. Veşt: Güzel: 706.
Esere: İhtiyar etmek. İkram etmek: 706.
Esere: En güzel eşyayı kendine ayıran: 706.
Cezzab: Çok cezbeden: 706.
Sevr: Öküz. Boğa burcu. Dünyayı taşıyan 4 melekten birinin ismi: 706.
Naznaza: Yılanın dilini çıkarıp hareket etmesi: 1705= 706.
Hâl-i siyah: Hususen yüzdeki siyah nokta, ben: 707= 1706.
Aktör: 707= 1706.
Zürkat: Mavi, mavimtrak: 707= 1706.
Tasvir: His ve mahsusata münhasır ifade. Bir şeyi söz ve yazı ile anlatma. Resim yapma. Resim: 706.

*

Havta’: Delik: 1076= 77.
Hakîm: Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatine vakıf olan. Hikmet mütehassısı. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. Tabib, doktor: 78= 1077.
İbda’: Allah’ın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı. Misli gelmemiş bir eser meydana getirmek. Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek: 78= 1077.
Zeml: Yük yüklemek. Arkadaş. Atın ve davarın neşeli yürüyüşü: 77.
Cüda’: Ölüm. Mevt: 78= 1077.
Hapis: 78= 1077.

*

Taht: Hükümdarın oturduğu büyük koltuk. Hükümdarlık makamı: 1400. Milâdî 1980= Hicrî 1400.
Macuşan: Gemi. Boyanmış elbise: 400.
Şems: Güneş: 400.
Nişân. (Kürtçe): Yüzdeki benek, ben: 401= 1400.
Mütesakkıb: Ortası delik olan: 43.

*

Pehlev: Şehir. Medine: 43.
Bolu: Şehir. (Zahir olma. Süryanice’de su.): 44= 1043.

*

Abdülhakîm Koltuğu: 184+648= 832.
Meryem Sûresi, 29. âyet meâli: (Harun Aleyhisselâm’ın kızkardeşi Meryem suçlanınca.): Bunun üzerine Meryem, çocuğa işaret etti. Oradakiler, “biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?” dediler: 1833= 2832.
Mehd(î) Muhammed Salih: 832.
Hafıkan: Şark ve garb: 832.
Muayenehâne: 832.
İnfaz: Sözünü geçirme. Aldığı emre göre birini öldürme. Öte tarafa geçirme: 832.
Tebkit: Tekdir etme. Delille susturma: 832.
Tektib: Yazdırma. Askeri bölüklere ayırma: 832.

HAKÎM İSMİYLE DUA

Hadîs’te buyurulmuştur ki:
— “Allah kendisine dua eden kulunun hoşuna gidince sesi
ondan yüz çevirdiği için değil
ancak kulunu sevdiği için
kabulü geciktirir
tâ ki kul - tekrar etsin duasını!”
İşte bunun için - İsâ Aleyhisselâm duasında: — “Sen Azîz ve Hakîmsin!”
Allah’ın HAKÎM ismini zikretti
Hakîm - her şeyi yerli yerine koyan
Hakk da sıfatıyla hakikatlerin gerektirdiği ve onların istediği şeyden ayrılmaz
şu hâlde HAKÎM
tertibi en iyi bilendir!

İSTANBUL - BOLU

Bizanslılar döneminde, merkezî şehir ve şehrin merkezi olarak, Konstantinopolis-Konstantinopol; Konstantin’in şehri. Fatih’in şehri fethinden sonra, İslâmbol ismi deyişinden, İstanbul’a döndüğü söylenir. İstan-sitan; mekân... Buna göre, İslâmbol, İslâm “bol-pol” olarak “İslâm şehri” iken, İstanbul’a dönüşünde “şehir mekânı” olmuş. Neticede, “polis-pol-bol-bul”, şehir mânâsının ek olduğuna ses uyumları hâlinde değişerek birleşirken, “bol” ve “bul” kelimelerinin Türkçe mânâlarıyla da anılır olmuş. Bu çerçevede, Bolu’nun da mânâsı anlaşılıyor.

*

İstanbul: 550.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1549= 550. Semud: Salih Peygamber’in kavmi: 550. Kıyamet: 551= 1550.

BERZAH - İSTİKBÂL İSLÂMINDIR

İstikbâl İslâmındır: 980.
Şeriat: 980.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1980.
Teşri’: Yolu açık ve vâzıh kılmak. Şeriate isnad ve nisbet eylemek: 980. Temsil: Bir şeyin AYNI’nı veya mislini yapmak. Teşbih etmek: 980.

*

“Allah, nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de!”; Allah’ın vaadi böyle. İmâm-ı Rabannî’den, Esseyid Abdülhakîm Arvasî’ye gelen çizginin mânâsının, Hazret-i İsâ’ya bitişikliğinde tecelli eden bir berzahta yol alıyoruz.

*

Berzah: Âidiyeti bakıldığı taraf olan, bir perde, bir geçit, bir ayna... “Abdülhakîm Koltuğu”ndaki DELİK, bana BATIN ile ZAHİR arasındaki BERZAH’ı hatırlatıyor. OL emri ile OLUR arasındaki dolaysız ve vasıtasız AYNI... Birdenbire zuhur!
Kün: Ol emri: 70.
Ayn: Göz. (İNSAN, Allah katında bakan bir gözbebeği gibidir.) Pınar, nehir. (Mecazî olarak ruh için de kullanılır.) Zât. Kavmin şereflisi. Eşyanın hakikati. Tıpkısı. Muayene etmek. Bir harfin ismi ki, ebcedi: 70.

*

EMR ÂLEMİ, Allah tarafından hiçbir mertebe ve tavrın vasıtası olmaksızın, ancak “kün-ol emri” ile meydana gelen herbir şeydir. EMR ÂLEMİ, Mutlak Vücud’a izafetle ikinci sebebtir. HALK ÂLEMİ’ne nisbetle, birinci sebeb. Tahkik ehli, HALK ÂLEMİ ile “Kün” emri olmaksızın, EMR ÂLEMİ’nden meydana gelen herbir vücudu kastederler. Bütün yaratıklar, ruh ve nefsin neticesi oldu. Zira Allah, RUH’u hiçbir sebeble değil, ancak Zâtı’nın zâtiyetiyle izhâr etti; RUH’un EMR ile işaret olunması bundandır. Gayrını da RUH ile izhâr etti ki, HALK da bundan ibarettir... HALK ÂLEMİ, sanki EMR ÂLEMİ’nde vücud bulanın zuhur imkânı sıkıntısını gösteren bir kuvvetin neticesi olarak vücud bulan. Rüyâmdaki koltuğun deliği de, sanki bu mânâya bir mecaz.

*

EL-HAKÎM; Allah’ın ismi... ABD-ÜL HAKÎM; Hakîm’in kulu, Allah kulu... Demek ki Abd-ül Hakîm, en başta Allah Sevgilisi’nin bir sıfatı; bir sıfat ismi de HAKK olan O’nun. O, Muhammedî Sır olarak, topyekûn varlığın KADER SIRRI’dır; topyekûn varlık İNSAN’da, İNSAN da O’nda toplu.

*

Üstadım, Efendi Hazretleri için bir Noktalama’da, “Düşünün ben ne yüksek bir rütbenin tutkunuyum — O’nun kulunun kölesinin kuluyum!” diyor; bu mânânın ne olduğu yukarıda izah edildi. Sözkonusu mânâ çerçevesinde, “kâfir de, istese de istemese de, tersinden gerçekleştirici” hakikatinin, her mevzu için geçerli bir hikmet olarak, “madem ki ben varım, bu dava var!” diyebilene âit olduğunu, onun hayatından bir kesitle ve İSTİKBÂL İSLÂMINDIR’a ilgi içinde görelim. Kendi ağızlarından, İSTANBUL’a geliş hikâyesi.

ERMENİ MESELESİ

İstanbul’a 1335 (1919) NİSAN ayında geldim. İstanbul’a gelişimin sebeblerini tafsilâtlı şekilde bildirmek isterim. Tâ ki, o zaman çok küçük yaşta olan ve nereden nasıl geldiklerini bilmeyen aile yakınlarımıza ve onların çocuklarına bu bilgiler tarafımdan yadigâr kalsın... Şöyle ki: Vatanımız bulunan Başkale kasabası, bir zamanlar derebeyleri idaresindeydi. Nihayet Hakkâri
vilâyetinin ve sonra sancağının merkezi iken Birinci Dünya Harbi’nin başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek onları istilâ ederken, vatandaşlarımız Ermeniler silâhlandılar ve Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamıyla soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, aile efradımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra İlâhî inayet eseri olarak kasaba geri alındı ve ailece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. O sene Mayıs’ın ikinci pazar gününe tesadüf eden Receb ayının birinci günü akşamı, düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere düştük. Mayıs’ın 12. günü evlerimizi, akaretlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, camilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van taraflarını işgâl altına aldı. Van’ın şimâl cihetinde bulunan bazı Keldânî aşiretleriyle Ermeniler ayaklandılar ve dünyanın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açtılar. O sırada hicret edenlere güney-batı istikametinde bir hicret yolu aramaktan gayri hiçbir tedbir düşmez oldu. Bu istikamete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte, çoğu kadın ve çocuk o kadar insan birikti ki, birkaç ordu kadar kalabalık belirtiyordu. Eli silâh tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cebhede olduğu için bu kalabalık, tam bir ana-baba günü manzarasıyla müdafaasız kimselerden ibaretti. Kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlardan bu müdafaasız küme iki kısım olarak, biri Musul istikametinde çekilirken, öbürü civar kasaba ve köylere sığınmayı tercih etti. Ermeni fedaileri bu perişan muhacirleri takib ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehid ediyor ve elde kalan silâh ve eşyayı topluyorlardı. Zaho’nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hattâ hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Hükümet o günün parasıyla muhacirlere adam başına 3 kuruş tahsis ettiyse de uğranılan yerlerdeki memurlar bu paranın üçte ikisini nefslerine ve ancak üçte birini muhacirlerden kendi adamlarına dağıtıyorlardı. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular. Aşağı tabakadan olanlarsa memurlarla anlaşarak keselerini doldurdular. Böylece muhacirlerin yüzde sekseni mahv ve telef oldu. Yüzde onu Anadolu’nun muhtelif yerlerinde iş bulabildiler. Bizimle beraber Givardan Şemdinan’a ve oradan Ravandız’a kadar tam 29 gün ihtiyar kadınlar, küçük çocuklar, ıssız çöl ve dağlarda, elimize ne geçerse kemirip Haziran’ın birinci gecesi Ravandız’a hepimiz aç olarak girdik. Bir çokları memedeki çocuklarını sulara atmış, biraz daha büyüklerini de kucaklarına birer parça ekmek bırakıp, dağlar, kayalıklar içinde bırakmışlardı. Bunların hemen hepsi öldü. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 40 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylül’ün 2. günü Erbil’e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrahim Efendi’yi kara toprakta Allah’ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler Hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. O sene Kurban Bayramı’nın arefesine rastlıyan Ekim ayının 9. günü Musul’a vardık. Musul şehrinde bazı ileri gelen Müslümanlar’dan gördüğümüz yardım ve iyilikleri ancak Allah’ın ilmi ihata edebilir. Gavs-ı Âzam Hazretleri’nin civarında sakin olarak Bağdad’ı yurt edinmek emelindeydik. Fakat o civarda İngilizlerle muharebe azgın hâlde olduğundan Musul’u bırakamadık. Bağdad’ın istilâsında hicretimizin ikinci yılı ve Musul’da ikametimizin 18. ayı dolmuştu. O sıralarda kıtlık şiddetlendi ve bize yeniden yol göründü. Nüfusu 150’ye varan ailemizden bakiye 66 kişiyle Adana’ya geldik. 18 ay kadar da Adana’da yerli din ve ilim adamlarının yardımlarıyla geçinerek ömür sürdük. Haleb’in düşman eline geçmesi üzerine Adana’nın da düşmesi ihtimâline karşı bu defa ailemizden Adana’da toprağa verdiklerimizin haricinde 29 nüfusla ESKİŞEHİR’e ulaştık. 1335 (1919) yılı NİSAN’ın ortalarında BURSA’ya gitmek üzere İSTANBUL’a geldim. O zamanın Evkaf Nazırı tarafından Eyüp Sultan’da Yatılı Medrese’de barındırıldık. Perakende aile fertlerini Allah’ın inayetiyle orada toplayabildim.
Böylece İSTANBUL’A DAHA EVVEL BİR HESAB SAHİBİ OLMAKSIZIN İLÂHÎ SEVKLE GELDİM ve yıllarca süren mihnet ve meşakkat devresini kapatmış oldum. Bütün bunlar, Mustafa Sabri Efendi’nin Şeyhülislâmlığı zamanına tesadüf etti.


Baran Dergisi 175. Sayı