NYMPHALAR, bir-iki sene veya daha önce, benim okuyamadığım, düşüncem bloke edildiği-zabt ve kuşatma içinde anlayışımın ibtal edildiği dönemde, BARAN dergisinde Doktor Hakkı’nın bir yazısı çıkmış, ona atfen ve kendi “istihbaratlarıyla bitiştirerek”, çocukluğumuzda pek bayıldığımız bir film kahramanından bahsettiler ve yorumladılar. Bugün 13 Temmuz 2010, banyo günü: NYMPAHALAR’ın klâsik lâflarıyla sinirlendirmeleri, bana eşlik eden fizikî tesir içinde, uyandım. Karşılıklı mantık atışmalarına eşlik eden alaylarla, saat erdi, vakti geldi, aynı hâlde banyodayım; girdim, yıkandım, çıktım. Sırtıma giydiğim ve daha önce sayısız kurgularına mevzu olmuş bornozumla otururken, lâf döndü dolaştı, NYMPHALAR’ın çalışması neticesi, benim dememiş olsam da mübhem bir imaj hâlinde karikatürleştirdiğim çizgi film kahramanı “tatlı salak” Pembe Panter’e geldi… Onlar bana ne derse, ben piramidin tepesindeyim:
— “Senin Kaptan SİNBAD, niye İskenderun’a gitmiyor…”
Benim tansiyonumla oynayarak hünerlerini icra ettiklerini söyleyen NYMPHALAR, cevab veremiyorlar. Mavi Marmara gemisine İsrail’in saldırdığı gün, onunla eş zamanda gerçekleşen ve 14 denizcinin öldüğü eylemi imâ ediyorum. NYMPHALAR, belden aşağı “şaka”larına devam ederken, takdirkârı oldukları tedâîciliğim ve hazırcevablığımla, aklıma Kaptan Sinbad geldi. Hâliyle onların Kaptan Sinbad yorumları:
— “O zamanki gençlerin Kaptan Sinbad filmini seyredenleri, genellikle bir yelkenli gemiye dolmuş kızlarla, ıssız adaya çıkmayı hayâl ederler, böyle rüyâlar görürlerdi!”
Bu cümleden olarak, benim Orta bir veya ikide aynı sınıfta okuduğum bir sarışın kızı sözkonusu ederek “yoklama” ve çeşidleme: Onu, bisikletimin arkasına atıp gidiyorum. Beni hem mahçub, hem mahçub(!) edici bu tür “yaman” istihbarat ve yorum sağlamalarnın ardından, bana âit bilinmedik hiçbir mahremiyet kalmamış olarak, beni istedikleri zaman REZİL edebilirler-miş. Yazdıklarımdan kolayca anlaşılacağı üzere, ISLIKÇILAR’la birlikte hiç rezil bir tip çizmemiş olanlara soruyorum:
— “Siz ne yapıyorsunuz?”
Örgüt’ün beyni olarak, beyin kontrolü yapıyorlarmış, Cezaevi güvenliğini sağlıyorlarmış. Tek kişilik hücrede, gözlerim bir kamera, düşünce tarafım ayrı, her saniye kontrol altındayım. Televizyon’daki “Biri Bizi Gözetliyor” programı ne ki, beynim sözkonusu. Doğru dürüst zaten seyretmediğim, sayelerinde seyredemediğim Televizyon programları, gazete veya kitabta geçen bir kadın, bir erkek, hatta bir çocuk, müthiş bir arzuyla “bulmak” istedikleri malûm, şuurumu ve altını yoklamak üzere bir vesile teşkil ediyor-du. Televizyon’daki haberlerde bile, doya doya(!) bakamadığım güzeller de dahil. Benim cevabım hazır:
— “Unutma, bu bir hayat tarzı; ve bunun için asker mayına basıyor!”
Kartal’da, ARAR’ın da pek sık kullandığı beylik hikmet:
— “İnsan, sonradan, hatıralarını değiştirerek anlatır veya yorumlar!”
Bilirkişi(!), bunu bana söylüyor; bu derin(!) düşünceyi! Ama bu tür derin(!) hikmeti olur olmaz kullananların, pek bilmedikleri bir genel bilgi de şu:
— “Geçmişteki bir gerçeği değiştirmekle, onun zaman içindeki açılımlarını, tıpkı bir çekirdeğin zaman içinde sürekli değişen kemmiyet ve keyfiyet şekilleri boyunca yorumlamak ayrı şeydir. Bu değişimlerdir o çekirdeğin havi olduğu potansiyel ve hakikati gösteren… Bunu, günübirlik vaziyeti kurtarıcı tutumla karıştırmamak gerekir!”
Şu bisikletin arkasına atma misâlinden, NYMPHALAR’ın bir başka çelişkisine geçelim: Kartal’da, TELEGRAM’da rol sahibi olarak görüntüsü KENAN’ın 30-35 yaşlarında gösterilişi ile karıştırılan ve 2005’de Kartal’da düştüğüm duruma düşürülebilmem hevesi içinde “tekrar”, fakat bu sefer görüntüsüz ve hayâle ısmarlanmış Banker BAKO diye tanınan şahıs, o zamanki yer ve imkânlarım içinde tarafımdan bir soruşturmaya mevzu olmuştu. Acaba TELEGRAMCILAR’la birlikte mi hareket ediyor, yoksa yönlendiriliyor muyum? Kartal’daki son günlerime yakın, ben onu düşünürken, DURAR ARAR bıkkın bir sesle, “bir adamı bir odaya kilitlersen, ona istediğini inandırırsın; o bu işte yok!” dedi. Gelelim NYMPHALAR’a: Bir insan bana, geçmişteki bir hâdiseyi anlatıyor, filân kişiden bahsediyor, hatırlamıyorum, yahud hem var-hem yok kararsızlığındayım, veya vardı diye hatırlıyorum; halbuki yokmuş. Bu, alelâde bir yalan ve uydurma ile, “geçmişin öyle olmasını isteyen” bir psikolojik icâd da değildir. Bu işaretlediğim durumlara nisbetle, içiçe girmiş veya girebilecek olan şeyler de söylenebilir, ama lüzum yok. DELTA Serdar, hususen yazarken, bu durumların hepsine âit ayrı dalgalarla beyne tesir verebilir ve sözlü olarak destekleyebilir bir cihazın başında, üstelik saçma idrakimle alay etmiştir-etmektedir. Lâfı kısaltıcı keskin bir misâl vereyim: İmâ ve mecazdan istifade, neticesi fasa-fiso çıkacak kurgulara âit cümleler bir yana, diyelim ben KARTAL’la ilgili düşünür ve yazarken, o sinsi bir tesir hâlinde KARTAL’ın içini AHTAPOT’la doldurmuştur. Aklımda KARTAL diye bir mevzu yokken, belli belirsiz, bazen kalkınca zor hatırladığımız rüyâlar gibi de olabilir. Burada şu hususa da dikkat çekmek istiyorum: Onların TELKİN’le yapıyoruz dediği, kelime klişesindeki mânânın sende uyandırdığı değil, o klişe ve mânâya kendi istediği dalgayı vererek, bunu uyandırmaktır. BİSİKLET mi? Sizin istediğiniz gibi olsun. YANİ?
 

“NORMATİF ŞUUR HATASI”



Hani banyodan çıkmış, NYMPHALAR’la atışıyordum ya; lâfın gelişi içinde “normatif şuur hatası”na misâl vermem gerekti, Freud’un görüşünü seçtim. Yaptıkları iş, “demokratik açılım”, terörle mücadele filân derken, TELEGRAM’ın “anlam ve önemine” de uygun bir misâl, erkek çocuğun anaya meyli babında: İnsan ruhunu darmaduman eden bir mantıkla, onun ana rahminden çıkışından başlayarak, meme emmesine, babasıyla çekişmesinin ve halihazırdaki bütün davranışlarının geriye doğru takibinde şuuraltı olarak temelde buna dayandığına dair görüş, çeşitlenmişlikleri ile malûm. Seksin unsurları belli: Ten teması ve sıcaklığı, karşı cins özellikleri vesaire. Bu türlü bir akıl yürütme, tabiî olarak aynı cins ve sübyancılığa kadar, sistem ilkaı rolünü oynar, telkin yerine de geçer. Yılana karşı aşırı korku duyan ve kabus hâlinde rüyâlarındaki hâkim motif bu olan birinde, unutulmuş bir hatıra olarak bulunmak üzere, yılan veya ip veya başka bir sembolik varlık arayışı, neticede gerçek o olmasa bile, telkin yoluyla kişide sebeb yönünden tatmin duygusu sağlayabilir. Psikolojik telkin mevzuunda, gayet kaba tecrübî misâller sayısızdır: Başı ağrıyan bir hastaya, inanılan bir kişi veya muayenehâne dekorunun ve doktor hüviyetinin sağladığı işin erbabı güven verişiyle doktorun verdiği bir bardak su, aslında hiçbir tıbbî alâkası olmadığı hâlde, iyileşmeye sebeb olabilir… Psikolojik tahlilde asıl cevabı verilmesi gereken vakalardan biri şudur: Hiçbir sebeb ve bahane olmaksızın, tedarik etmek istesem de bulamadığım, ama çevrenin ilgisine nazaran bir sebeb uydurmak zorunda kaldığım sıkıntılar. İnsanın şöyle demek isteyip de, çevre anlayışsızlığına nazaran diyemediği: “Ne bileyim ben, neyim var!”… Bu, “oyalanacak birşey bul!” tavsiyesi çerçevesinde aşılabilecek bir ruhî durum değildir. Böyle bir durumda, psikoloji ilminin düpedüz felsefeye dönmeden söyleyebileceği birşey yoktur. Atın tedavisinin, insanın tedavisinden daha zor olmasının sebeblerinden biri de bu: At, derdinin ne olduğunu anlatmıyor, konuşamıyor. Anasından yeni doğmuş çocuğun davranışlarını sebeb tutma meselesine gelince, aynı yukarıdaki durum: Çocuk, hâlini anlatmıyor, konuşmuyor, sen bulunduğun yerden onu mânâlandırıyorsun, sonra da mantık silsilesi içinde bir mânâlandırmayla, sözkonusu “normatif şuur hatası”nı hakikat niyetiyle telkine geçiyorsun. Bu çerçevede, beden üzerindeki tıbbî inceleme ve buluşlar vesaire de, “sen ne söylersen söyle!”, neticede “hâdiseye yanaşan şuur”a nisbetle kurgulanandır; son tecrid’te iş, tezahürlerinden tanıdığımız –ruhîliğimiz de buna girer!–, “RUH NEDİR?” suâlinde ve bu yoldan MUTLAK FİKRİN GEREKLİLİĞİ davasında biter… NYMPHALAR’ın muziplikleri arasında, onlara söylediklerimin yazı diline geçirilmiş hâli, okuduğunuz gibi. Son bir not: Hâlini anlatamama bahsinde söylediklerim, anlaşıldığını tahmin ettiğim üzere, her ihtimâle karşı uyarayım, asıl olarak “psikolojik rahatsızlık” kasdıyla sınırlı değil. “Hiçbir derdi yokken pencereden atladı!” türünden haberlerde de, akla hemen “hiç kimseye belli etmedi!” türünden şablonlar gelmesin: O ânda teshirine girdiği bir yaşamanın mânâsızlığı hissiyle, bomboş bir ruhîlikle, başı sonu o ândaki sebeb, pencereden uçmuştur.

*

NYMPHALAR’a: Gerçeklik diye, bana söylediğiniz “organik işler”i, niçin hiçbir rütbe ve makam gözetmeksizin, “elbisenin altında ne olduğunu herkes biliyor!” rahatlığınızla, onlar için bana olduğu gibi söylemiyorsunuz. Yoksa onlarda olmayan bir hakikat mi? Ben, bana söylenenleri yana yakıla anlatırken REZİL olacağım –ne onlar, ne cihazları görünmeksizin!–, peki siz kendinizin onlar hakkındaki sözleriniz bir yana, niçin benim sizin gerçekler ve gerçekliğinize uygun onlar hakkındaki sözlerimi olsun, ortaya çıkıp da söylemiyorsunuz? Ben, herşeyi, ama herkese tatbik etmek üzere, ilmî ve fikrî olarak konuşmaya hazırım, yazıyorum da: Bu benim için bir imkân olduğu kadar, “imkân olduğu hâlde anlatmıyor, anlatamıyor!” şeklinde beni zora sokucu umudunuzu da yıkmak değil mi? Fikir esası üzerindeyim: Şu gerçek, bu gerçekçilik derken, hiçbir yere gitmeyen bir verim anlayışıyla, nereye varılabilir ki? Her işi böyle, bütünlenemeyen, bir bütünlük ihtiyacındaki memleketim ve dünyanın hâli!

*

Dış yüzden, isterse hayatî çapta görünsün, günümüzün bütün meselelerini bahane kılan ve siyasetçilerle, siyaset etrafında organize bir menfaat güruhunu temsil eden meslek grublarının mantık oyunu oynarken yanaşmadıkları asıl mesele, yukarıda bahsi geçen “BEN, BANA NE OLDUĞUNU NEREDEN BİLEYİM?” meselesine yanaşmamalarıdır. Anlamamaları bir yana, anlayanın da işine gelmeyen. NYMPAHLAR’ın siyâsî yönden lâf atma ve yoklamalarına, hiçbir hileli kurguya ihtiyaçları olmaksızın, benim düpedüz söylediklerim bu asıl etrafında: Ne Ergenekon davası ve tarafları, ne Kürd meselesinin tarafları, küçük ve değersiz bir melodinin değişik enstrümanlar, tertibler, sayı kalabalıkları çerçevesi dışında, dişe dokunur birşey söylüyorlar. Nitekim iş, döne döne kendi çapına doğru toplanınca, –belki bana öyle geldi!–, konuşmacılara darlıklarının hissi ve mahzunluk çöktü. İşte tam bu zamanda, harika(!) meydana geldi ve tedhiş hareketleri başladı: Oh be(!), konuşacak ne çok şey var… Uzun uzun yazmak isterdim, ama içinde bulunduğum şartlarda bu kadar. “Gerekli olan bilinmiyorsa, bilinenlerin de hiçbir kıymeti kalmaz!”… Alâka gerekmiyor, NYMPHALAR’a istim koyar gibi bir lâtife: Azınlık hakları filân derken, aklıma geldi… “Demokrasi, yalnız çoğunluğun hakkını değil, azınlığın da hakkını korumaktır!”; başta büyük iş adamları sınıfı, siyasî, askerî, idarî ve genel olarak “sosyal” diyebileceğimiz bir sınıflamayla toplumun kaymak tabakası ki, demokrasi ve “nimetlerini” de onlar sayesinde tadıyoruz(!)

*

Derli toplu ve “doğru dürüst” diye niteleyebileceğim tek TELEGRAM’a dair not, “Klâsik Bir Zihin Kontrolü Operasyonu” ismiyle sunulan; TELEGRAM kitabımda çıkan o kısmı bu eserde tekrarlamadan önce, tedaîleri ve kıyaslarıyla bugüne kadar verdim. Daha önce de verdiğim ve bundan sonra da vereceğim gibi.
 

KLÂSİK BİR ZİHİN KONTROL OPERASYONU



Milli Güvenlik Mezunları Derneği Elektronik Gözetim Projesi’nden Rapor:
Ben, yüksek seviyede eğitim görmüş eski bir ABD Haber Alma memuruyum. Halen yönlendirilen enerji silâhlarının kullanımını, gözetim ve nöro-teknolojik sistemleri ihtiva eden ve ülkede habersiz İNSAN KOBAYLARI üzerinde odaklaşan bir PROJE’nin yöneticisiyim. Savunma Bakanlığı bu sonunculardan “psiko-teknolojiler” olarak sözetmektedir. Bu olağanüstü ACIMASIZ operasyonlar, “zihin kontrol operasyonları” olarak nitelendirilir. Klâsik bir “zihin kontrol operasyonu”, başka şeylerle birlikte, aşağıdaki hususları kapsar:
1) Hedef kişiden, gelecekteki şantaj ve istismarlarda kullanılmak üzere, şahsî ve biyolojik örnekler toplamak gayesiyle UZUN SÜRELİ, GÜN BOYU SÜREN FİZİKÎ VE ELEKTRONİK GÖZETİM.
2) Kobay’ın AŞIRI BASKILARA dayanma kapasitesini incelemek için ardarda yapılan örtülü ve açık tacizler.
3) ABD Adalet Bakanlığı tarafından hâlen, “öldürücüden daha hafif silâhlar ve gözetim sistemleri” olarak tanımlanan teknolojileri ihtiva eden, aşırı intibaksızlığa ve yeteneklerin ortadan kalkmasına sebeb olacak ağrılar meydana getirmeyi
amaçlayan, YÖNLENDİRİLMİŞ ENERJİ TACİZİ.
4) KOBAY’ın kafasında ve uykuda iken, rüyâların âlemşümûl gelişimini etkileyebilen şuuraltı seslere sebeb olma kapasitesindeki nöro-teknoloji ve psiko-teknolojilerle tecrübe.
5) Uzun dönemde KOBAY’ı kendi itibarını yoketmeye yönelik davranışlara ve ifâdelere zorlamak için, uzun dönemli manipülasyonu, yönlendirilmesi.
6) Kobay’ın tecridi ve malî yönden yoksullaştırılması.
7) Kobay’ı İNTİHAR veya CİNAYET şeklinde bir şiddet hareketine zorlamayı amaçlayan sürekli TACİZ ve TAHRİK.

Açık taciz, –açıkça gözlenen demektir–, kişilerin uzun dönemli ELEKTRONİK tacizi için “ön şartlandırma” amacıyla tasarlanabilir. Anlatılmayan açık tacizle dehşete düşürülen kişilerin elektronik tacizinin, daha aklı başında bir durumda, anî başlangıçlarıyle başetmeleri imkânsızdır. Tacizin bu görülen örneği şimdi incelenen bütün hâllerde ortadadır. Açık tacizin elektronik taciz başladıktan sonra bile sürdürüldüğü durumlarda, asıl amacın uzun dönemli aşırı baskıyı devam ettirmek olduğunu akla getirmektedir.
Aşağıda tartışılan açık taciz taktiklerinin çoğu, ELEKTRONİK TACİZİN SEZİLEBİLİR ŞEKİLLERİNİ KAPSAMAYAN durumlarını su yüzüne çıkarmaktadır. Bunlar potansiyel haber değeri taşıyan dahilî bilgileri sebebiyle, yönetim ve yönetim tarafından kabul gören işverenler için özel sıkıntı tehditleri oluşturacak ISLIK ÇALICILAR olarak adlandırılanları ihtiva eden durumlardır. Elektronik tacizin, ELEKTRONİK TACİZE MARUZ KALANLARA YARDIM ETMEYE ÇALIŞAN KİŞİLERE KARŞI BİR MİSİLLEME ŞEKLİ OLARAK SU YÜZÜNE ÇIKMAYA BAŞLADIĞININ FARKINA VARDIK. (Islıkçı tâbir edilen, belirli rol yüklenmiş YARDIMCI HİZMETLİLER’in, elektronik tacize uğrayanların yakınlarına karşı da hasmane tutumları.) Bu yardımı kesmeye çalışıcı misilleme, zihin kontrolü yapanlar adına bir KONTROL KAYBINI akla getirir. (Bunu böylece ifâde, meselâ benim adıma, bir tür yardımcıları vazgeçirme gibi safça bir taktik olarak görülebilecekken, diğer yönüyle İLGİLİSİNE, yardımcılardan cihaz başında olanlara varılabileceğini de gösterir.) Bu şartlar altında ISLIK ÇALICILAR’ın uzun bir süre daha “görevlerini” devam ettirmek isteyeceklerini tahmin edebiliriz. (ISLIK ÇALICILAR’ın kontrol kaybına, yâni TELEGRAM’ın “herkesin bildiği bir gizli(!) iş” hâline dönmesine sebeb tutumları, şuna benzemektedir: Bir tecrübeye katılanların yarısı mahkûm, yarısı gardiyan yapılmıştır. Bir müddet sonra roller sahicileşmeye başlayıp da, kanun dışı uygulama şekline dönüp tadı kaçınca, mahkûmların süresiz diye başlanılan bu işin bitmesini istemelerine karşılık, gardiyan rolündekiler buna şiddetle karşı çıkmışlardır.)
Kişiler, şimdi aşağıdaki AÇIK TACİZ şekillerinin hepsi değilse bile, birçoğunu ihtiva eden kendi şartlarını tanımlayan proje ile temas hâlindedir:
– Ânî, acaib kaba muamele, önceleri kendine dostça davranan komşuları tarafından tecrid, taciz ve yıkıcı davranışlar.
– Hedef kişi, rehberde numarası bulunmayan yeni bir telefon aldıktan sonra bile devam eden, rahatsız edici telefon konuşmaları.
– Mektubların önlenmesi, çalınması, açılması.
– Gürültü seferberliği.
Acımasızca rahatsız eden telefon konuşmaları bu tertibte düşünülürken, diğer taktikler de kullanılır. Çalan telefonlar, düdükler, sirenler, apartman çevresinde oldukça uzun bir zaman devresinde aynı zamanda çalan kornalar, düdükler, sirenler, çöp atıkları ve kaydedilmiş “umumî sesler”in kuvvetlendirilmiş yayınları kişiyi gözetim altında olduğuna inandırmak için, tasarlanan şartlar altında tekrarlanan bir temel üzerinde kullanılırlar.
Bu durumların hepsinde, ferdin komşuları ânî, sürekli ses patlamalarına karşı sanki kayıtsızmış veya farkında değillermiş gibi görünürler. KAPI ÇARPMAK DA ÖZELLİKLE APARTMANLARDA, POPÜLER BİR OYUNDUR. (Cezaevi’nde de!) Bir kişi, tacizin en yüksek seviyede olduğu bir dönemde, kendi kapısını açtığı her seferinde, kapı komşusunun da kendi dairesine girip çıkmaya başladığını rapor etmiştir.
İlâve aşırı frekans (ELF) tesirleri:
1) Depresyon meydana getirilmesi.
2) Katarakt ve göz problemleri meydana getirmek.
3) Alınganlık ve öfke durumları meydana getirmek.
4) Genel ruh hâlinin değişimi.
5) Zorlanmış davranış kalıpları meydana getirmek.
6) Cinsî saldırganlık.
7) Davranış ritminde hasar meydana getirmek.
8) Korku verme ve yanlış yönlendirme.
9) Uyku düzensizlikleri ve uykusuzluk.
10) Kısa ve uzun dönemli hafıza kaybı.
11) Lösemi ve kanser.
12) Katatronik (zombie benzeri) görüntüler. (Zombie: Afrika mitolojisinde, ruhu ele geçirilip esir edilmiş, hayat ve ölüm arasında kalmış kişilere verilen isimdir.)
13) Şiddet hâlleri ve suçlu davranış örnekleri meydana getirmek.

*

Yukarıda maddeler hâlinde geçen hususların hepsi, ufak tefek farklarla bana aynen yaşatılan şeyler… TELEGRAM etrafında, gerek teknik bilgi, gerekse fantastik olarak anlatılan pek çok şey, –buna dikkat!–, ortaya çıkmış bir vakıanın mübhemleştirilmesi, işin hayâle havale edilerek bir yandan kişilere bir üstünlük karşısında duyulan eziklik duygusu vermek, diğer yandan anlatanı zor duruma düşürmek içindir; yukarıda maddeler hâlinde geçen hususlara tamamlayıcı ek hâlinde vereceğim aşağıdaki bilgileri, bu gözle okuyunuz… Ya eski bilgilerin yeni imiş gibi sunulması, yahut da vakıanın henüz deneme safhasındaymış gibi anlatılmasına da misal:
— “1995 yılında Amerikan Ordusu’nun eski bir mensubu olan Albay Edward Danes, Amerikan hükümetinin insan beynine istenen fikirleri aşılayabilen bir cihaza sahib olduğunu iddia etti. UYUYAN GÜZEL olarak adlandırılan bu projenin daha korkuncu ise, tecrübeye katılanlarda istenene tam ters olarak “psikolojisi bozuk-çok kişililik” gibi problemlere sebeb olan MONARCH-HÜKÜMDAR isimli proje… Zihin kontrol silahlarından birisi de, SUN’İ TELEPATİ olarak da bilinen MİKRODALGA DUYUMU’dur. Bu metodla beynin duyma merkezine darbeli mikrodalga sinyalleri yollanarak, kişinin GAİBDEN SESLER duyuyor gibi olması sağlanır. Bu yolla, düşük yoğunluktaki sinyallerle DUYU, SES VE SICAKLIK DEĞİŞİMİ HALÜSİNASYONLARINA SEBEB OLUYOR.”
Burada, GAİBDEN SESLER duyma ifâdesi, bir nevi anlaşılması okuyucunun hayâline havale edilen bir “mistik duygu” gibi veya “kafayı üşütmüşler” kasdıyla söylenmiş sanılmasın; içinde bu da olabilir, ama asıl olan, sürekli tekrarlarla içi onların yönlendirmelerini tedaî edecek şekilde doldurulmuş kelimeler boyunca, sağdan soldan gelen, gerçek, lâkin KURBAN’dan başkasının duymadığı düzgün konuşmalar, yahud anahtar kelimelerin tedâîsi hâlinde kişinin kafasında şekillenen cümleler, hattâ insan sesi olmadığı hâlde gelen sesleri öyle anlama şeklinde, bir sürü çeşidi var. Benim, zihnimden doğrudan aldıkları veya basbayağı konuşmalarımın, sanki cep telefonu ile gerçekleşiyor gibi olduğunu bilmeyenler, kendi kendime konuşuyormuşum sanabilirler; gaibden(!) sesler duyuyor niyetine… Bütün bunları, tane tane, bütün çeşitleriyle anlatacağım.
 

ZİHİN KONTROLÜ VE…



ZİHİN KONTROLÜ deyince, TELEGRAM’la, zihin kontrolü adı altında, bir hastahâne veya deneme mekânında geçen tıbbî ve tecrübî faaliyetleri birbirine karıştırmamak lâzım; bazen birbirini andırır yönleri olsa da. Bir hastahânede, kafaya yapıştırılan elektrodlarla, vücudun hastalık ve ihtiyaçlarını beyinden bilgisayara nakille tesbit etmek, bu mânâda “beyin dili” ve “beyin kontrolü”nden bahsetmekle, düşüncenin beyinle ilgisi bakımından beyin fonksiyonlarından malûm mânâda “düşünceyi okumak-beyin kontrolü-zihin kontrolü” farklı farklı şeylerdir. Birinci, niyet olarak da ikinciye benzemez; çünkü, bir insanın düşüncesini okuyarak onun hastalığını tedavi sözkonusu olsa, zaten adam o cihazlara lüzum kalmadan kendisi anlatır. Tıbbî denemelerde yine “zihin kontrolü” ile karıştırılan bir misâl: Diyelim, sağır ve dilsizler için, onlara yardımcı olmak üzere, bilgisayar ekranında düşüncelerinin yazılı olarak görülmesi, bu yolla onlarla karşılıklı konuşma imkânının aranması. Benim düşünceme göre, TELEGRAM’da, zaten yazılı görüntüye ihtiyaç yok, ceb telefonuyla konuşma rahatlığı içinde, karşılıklı olarak konuş konuşabildiğin kadar; bunun yerine ekrandan yazı okusalardı, “ya ben ne okuyorum?” sorusu yanında, onların da 24 saat takibi kabil olmazdı. Bir şeyi benzeriyle anlatmak bakımından, sözkonusu işlerden şöyle bir misâli verebilirim: TELEGRAM’ı andıran yönü, bir mıknatısa bitişik bir metal parçasının, mıknatıstan uzaklaşmasına rağmen onun çekim alanında ne uzaklığa kadar kalabildiğine bakarak, bu misâl üzere, elektrodların vücudtan uzaklaşmasına rağmen iş gördüğünü farzedin, bunu da “uzaktan kontrol” denebilecek kadar bir mesafeye kadar kabil düşünün. Böyle bir sistem imâjı. Mıknatıs misâli, arama cihazından geçerken, aranan şeyi bildiren ışık yanması yanında, onunla birlikte, TELEGRAM’da “düşünce okuma-kapma”ya da tatbik edilebilir… Bilmiyorum, ama yarım yamalak duymuşluğum var: Benim, vücuduma, duyu organları yolundan fizikî tesirle algılamaya benzer şekilde yapılan “işlemler” gibi, kapalı bir mekânda bir cihaz marifetiyle vücudu yorma veya dinlendirme yapılabiliyormuş; TANSİYONLA OYNAYARAK… Rahatça anlaşılacağı üzere, uzaktan zihin ve beden kontrolü ile, onunla ilgili olmayanlar arasındaki fark belli; farklı olanlar, TELEGRAM’ı anlatabilmek için sadece misâl vezninde işler anlatmaya devam edeceğim.


Baran Dergisi 185. Sayı