Levha: 18 Nisan 1983... Okul sıralarının bulunduğu bir yerde, birkaç kişiyle beraberim... İçlerinden biri bana, içinde resimler bulunan bir zarf veriyor... Açıyorum; benim resimlerim... Sadece birine bakıyorum; sol KAŞIM, yüzümün hafif yandan görünüşü içinde dikkat çekecek kadar kalın... Biraz karikatürize edilmişe benzeyen yüzüme desitanî bir hava vermek istercesine dikkat çekici... Resim, sanki heykelden çekilmiş... 7-8 resim içinde o resmi beğeniyorum ve bu hususu belirtiyorum... Yapan, Haşim imiş ve yanımda duruyor... Masanın üzerinde duran gazetelerden NEVZAD isimli birinin resimlerini arıyoruz... Onun resminin benimkiyle alâkası var... Evet; aradığımız kişinin resimleri şurada... Boksör kıyafetli... Ben de boksördüm bir zamanlar!

*

Hacib: Kaş. PERDE. Perdeci. Kapıcı. Başlangıç. (İbtida: Başlangıç. Evvel. Baş taraf... İbtida’: Benzeri olmayan bir şey yaratmak. İBDA’): 14.
Vacid(e): Vücuda getiren. Varlıklı. Zengin ve gani. Mevcud olan. Fâtır-benzeri bulunmayan şeyleri yaratan, Halkedici Allah. (Fatir: Taze şey. Mayalanmış hamur: 289: Racife-şiddetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa. İlk nefha.): 14.
Vehhab: Çok fazla ihsan eden. (Allah’ın 99 güzel isminden biri): 14.
İç: Bâtın. Bir şeyin görünmez yüzü. Orta, merkez: 14.
Taha: Kur’ân-ı Kerim’de mukattaat-ı hurufiyeden olup, Allah ile başta Resûlullah Efendimiz olmak üzere sevenler arasında şifre. Resûlullah Efendimiz’in bir ismi. (Taha: Bulut... Taha’: Bir nebat ismi. Döşenmiş ve yayılmış yer... Hacegân silsilesinin 31. büyüğü, Seyyid Fehim Hazretleri’nin Şeyhi’nin ismi.): 14.
İcade: İyi yapma, iyi işleme. (İcad: Vücuda getirme. İbda’): 14.
Vech: Her şeyin karşısına gelen ve karşısında duran. Bir şeyin zâtı ve nefsi. Tarih. Suret. Sebeb. Tarz, üslûb. Yüz, surat: 14.
Yed: EL. Kuvvet, kudret, güç. Yardım. Vasıta. Mülk: 14.
Salih Mirzabeyoğlu: 1013= 14.

*

Hacac: Kaş kemiği. (Hacace: Su üstünde olan yağmur kabarcığı... Ab-süvar: Su üstünde yüzen. Sudaki kabarcık... Ab-süver: Su âyetleri - Rahman Sûresi’nin 19-20. âyetlerini hatırlayınız.): 15. Hicac: Göz çukuru ve kaş kemiği. Delil ve sened göstererek konuşma, tartışma. (Hecace: Kurbağa... Mürg-ab: Kurbağa. Su kuşu.): 15.
Hud: Büyüklük. Çok hürmet. Bir Peygamber ismi. (Hud Aleyhisselâm’da tecelli eden hikmet EHADÎ. (“Her nakışta o mânâ” hakikati ile, bütün mazharlarda Allah’ı idrak ettiği için, bu hikmet O’na isnad edilmiştir. “Hiçbir canlı mahlûk yoktur ki, Allah onu tepesinden yakalayıp da hükmü altına almasın. Muhakkak Rabb’ım doğru yol üzerindedir” âyeti, Hud Aleyhisselâm’ın hikmetini gösterir.): 15.
Cebhe: Harb sahası. Yüz, surat. Ayın menzillerinden birisi ki, dört yıldız aslan alnına benzetildiği için, arslan suretinin cebhesidir. Bir kavmin ve cemaatin seyyidi, büyüğü.): 15.
Cay’: Yağmur: 15.
Davud: 15.
B.D - İBDA: 15.

*

Ebru: Kaş: 209.
Muksid: Adaletle iş gören: 209.
Sun’: İBDA. Yapmak. Eser, yapılan iş. Tesir. Güzel iş yapmak: 210= 1209.
Her-ca: Her yer: 209.
Meskat: Doğum yeri: 209.
Dehr: Çok uzun zaman. Dünya. İnsan sûresi de denilen, Kur’ân’ın 76. sûresi’nin ismi: 209.

*

Revak-ül Ayn: Kaş. (Revak: Kemer. Kubbe. Çardak... İcad: Kapı ve pencerelerin üzerinde bulunan kemer.): 469.
Arvasi - Simyan. (Siman): (Süryanice bir kelime olan “simyan”, HAK demek.): 469. Arvasi - Keselan: (Arvasî, sahil, Kusto... Keselan: İnsan ve cin.): 469.
Arvasi - Mâ’nâ: 469.
Arvasi - Umman: (Okyanus. Büyük deniz: Kamus: Deniz. İlim. Denizin ortası, derin yeri. Büyük lûgat. Sırdaş.): 469.
İSTİVA: İstilâ eylemek. Üstün olmak. Yükselmek, yüksek olmak. Müsavi oluş. Temasül. İ’tidal, istikamet ve karar. Kemâlin sâbit olması. Kaba kuşluk zamanı: 469.
Arvasi - Akademi: (Akademi: Yüksek mekteb. Edebiyat heyeti. Resim, heykel, tezhib vesaire sanatların öğrenildiği yer. EFLATUN’un talebelerine ders verdiği yer... Üstadım’a nisbetimin, “Sokrat’a nisbetle Eflâtun tavrı” olduğu hatırlanmalı.): 469.
Arvasi - Nakib: (162= 1161: Nakib: Vekil. Bir kavmin reisi veya vekili. Halkın hayırlısı. En eski derviş veya dede. Müfettiş.): 1469.
Arvasî - Şemlak: (Şemlak: Pîr): 469
ALB - Kırvan: Alb: Eser. Yiğit, kahraman, cesur gibi mânâlara gelir bir sıfat... Kırvan: Kafile, kervan. Dünyanın her tarafı. DOĞU ve BATI.): 469.
Salih Mirzabeyoğlu: 470= 1469. Millet: 470= 1469.

*

Yevmiye: İmâm-ı Gazâli Hazretleri... Üstadım’ın ona ilgisi malûm; ama onun hakkında eseri ve müstakil bir bahsi yok: “Bir eser daha yazmak isterim, Allah izin verirse... BÜYÜK MUZDARİBLER diye... TARİH BOYUNCA BÜYÜK MAZLUMLAR’ı yazdık, ama bunu yazmadık. Bu BÜYÜK MUZTARİBLER’in ŞARK’tan ve GARB’tan olması lâzım gelir. Şarkta en büyük mümessili İmam-ı Gazâli’dir!” ... Yevmiye: “HAFAKAN... Kelimeyi beğenirim... Eski tıbbî tâbirlerdendir; onu edebiyata, fikriyata intikâl ettirmekte rolüm olabilir. RUHÎ HAFAKAN mânâsındadır o...”
DÜŞÜNCE TARİHİNE BAKIŞ alt başlığı ile BÜYÜK MUZTARİBLER’i hangi sebeble yazdığım anlaşıldı sanıyorum. 4 ciltlik eserin birinci cildi, Mart 1998’de çıktı. HAFAKAN başlığı altında bir bölüm: Doğu’nun eksiğini Batı’da görmek ve Batı’nın eksiğini Doğu’da – Doğu’yu temsil hakkı olan İslâm’da– göstermek davasının insanoğlunun varoluş şartı hâline geldiği bir hengâmede, “muzdarib olmak” ile “Doğu ve Batı” mânâlarının aynı kelâm klişesinde örtüşmesini görmek, bu zaman ve mekân keyfiyeti ile kelâm tevafuku, ne kadar da mânâlı... Hafakan-hafıkan: Muzdarib olmak. “Doğu ile Batı”... Malûm olduğu üzere “kelâm”ın ses ve harflerden müteşekkil mânâsı yanında, ses ve harften mücerret ve “kalbte deveran eden söz” anlamı da var.

*

Yesar - Revak-ül Ayn: Sol kaş. (Sol, sol el. Varlık, zenginlik. Gençlik. Bolluk. Kolaylık.): 740. Hilkî: Hakikate âit. Yaratılıştan: 740.
Mütefekkir: 740.
Mürtesem: Resmolunmuş: 740.

*

Muştzen: Yumruk atan. Boksör: 797.
Mezun: İzinli, izin alınmış. Selâhiyetli. Diplomalı. İcâzetli: 797.
Yesar - Revak-ül Ayn: Sol kaş: 740= 1739. Metris Cezaevi: 1739.
Metris: 680.
Sakalan: İNS ve CİN: 681= 1680.

*

Nevzad: Yeni zâd. Yeni doğmuş: 58.
Hiss: Farkına varmak. Duymak. Duygu: 58. Cinler Şatosu: 1057= 58.
Nevzad: (1 ekleyerek): 69.
Hindî: (Hindu: Ben, benek: 65: Necîb): 69. Büyük Doğu - İBDA: 1069.
Panzde(h): Onbeş: 69.

CİNLER ŞATOSU

Bu, bir benzetme ile “gerçek” arasında salınan benim, KARTAL CEZAEVİ’ne yakıştırdığım- gerçek gördüğüm bir tesbitti. Sayısız git geller arasında oluşan. HAYAT İRADESİ’ni geriden bırakan ve beş duyu dünyası ötesinde öz benliğimizin suretlerini-sembollerini bir aynada idrak eden şuurun seviyesinde başlayan sanat, nasıl ki geniş bir alanda güzel sanatlar - örf ve adetler - mitler - ayinler - törenler vesair şekilde bir mânâda günlük hayatımıza sinen ve görünen RİTLER hâlinde beliriyorsa, “Cinler Şatosu” imajı bütün içiyle bana görünen bir RİTLER âlemiydi. Müz: Derin düşünce. Rit: Fikir. Ahenk... Surette görünen mânâ. Bana mahsus. Ama 2000 senesi itibariyle, benim için başkalarının farkedemediği gerçek hâlindeydi.

*

Pazar yeri: Orada dolaşan insanları görürsünüz. Hukukçu gözüyle, orada belirli kurallara uyan insanları. Sosyolog, oraya mahsus içtimaî münasebetler, ilişkiler alanı diye nazar edebilir. Tabiî ki iktisatçılar, mevzularının gözüyle. Çevreciler, bunu mevzu edinen bir veriler alanı olarak. Daha neler ve neleri ihtiva eden bir pazar manzarası, bu “neler ve neler”in giderek kişiler sayısınca bir âlem olduğunu sergiler. Bir âlem ki, şuur sayısınca âlemler. Kim bilir cinliler ne ve kimleri görüyorlardı? Ya deliler? Her nefs, orada kendini empoze edeni görecektir. Bütün dünya ve kâinat için bu böyle. O, “zât sırrı neyse o” dururken, sırrını idrak edene göre veren, İlâhî kanun böyle.

*

CİN’den bahsediyorum diye sırıtabilecekler için birkaç cümle: Biz, “hakikati olmayan mahiyetleri” bile, “böyle bir hakikat” diye niteleyen, son tecridde İNSAN bütününe âit olarak zıt kutuplar içinde de olsa, neticede bir lûgattaki kelimeleri farklı terkiblerde ifâde eder gibi bir irtibatla yaşıyoruz. Bir din ve ölçüleri kefaletinden başka bir düşünceye ram olmayacak bir hakikattir bu. Öyle ya: Bugün bedahet ve mütearife gözüyle baktıklarımız vesilesiyle kurduğumuz irtibatlar, yarınki insan bugünküne benzemez bir beden ve duyu verilerini başka algı idraki içinde olursa, ne olacak? İNSAN’ın malûm şekilde bulunacağına dair MUTLAK FİKİR KEFALETİ yoksa, daima bir zandan ibaret kalacak beşer düşüncesi, bu teminatı veremez. Ben Müslümanım ve hâliyle MUTLAK FİKİR ÖLÇÜLERİ’ne bağımlı bir düşünce faaliyeti içindeyim; O CİN diye, zaman zaman göze hitab etse de aslıyla tesirlerinden tanıdığımız “gizli ve örtülü” bir varlığın mevcudiyetini tasdik ediyor, hakikati olmayan bir mahiyet denilemeyeceğini söylüyor. Zihnin bir kuruntusu olmadığını. Gerisi, “istişhad-delil ve şahid gösterme” hükmünde, pekiştirmeye dair başvurmalara girer: Selim akıl dairesine âit, müşterek insan keyfiyetine hitab eder deliller, yaşayanların paylaştıkları ortak hakikatleri, anlayışları olarak. Sırasında, birbirine zıd dünya görüşleri arasında bile olan soydan.

*

“Cinler Şatosu” deyince Kartal’dan ilk aklıma gelen, zaten çoktandır emin bulunduğum “her biri bir cinin emrinde veya bir cini kontrol ediyorlar” hakikatini(!) yaşatan gardiyanlara âit bir sahne: Epey zamandır bu hissin istilâsı altındayım ya, koğuşun bulunduğu koridordan ana maltaya
geçince, karşılıklı koridorların giriş kapıları önünde sandalyelere dikçe oturmuş, hepsi sessiz ve başları oynamaksızın tabiî bir duruşla karşılarına bakan gardiyanların, bana ruhları çekilmiş cesetlermişçesine duruşları. Ziyarete mi çıkıyordum, yoksa Avukat görüşüne mi, şimdi hatırlamıyorum. Hemen anladım: Bana oynanan bir oyun, duruşlarından, sessizliklerinden belli... Ama bu rol, tertibi cihetiyledir, onların kişilikleri, benim hayâlime uygun gelmeleri bakımından değil. Bunlar gerçekten de, “Cinler Şatosu” olan Cezaevi’nin, Cinler idaresindeki elemanlarıydılar. Fazla yoruma hacet yok sanırım; baştan beri anlattıklarımın ışığında. FİHRİST başlığı altındaki noktalamalar ise, ebced tevafuku etrafında görünenler ve çalakalem yazmak yerine, yeri geldikçe anlatılması gerekenlerden.

*

Cinler Şatosu: 676.
Telegram: 1676.
Müstevki’: Bir şeyin vukuunu bekleyen. Olacak diye endişelenen: 676.
Humul: Bir kimsenin adı sanı batma, ünü ünvanı kaybolma. (Bende TELEGRAMCILAR’ın başlıca gayesi olarak görünen. Küçük ve komik düşmem ve görünmem hevesleriyle.): 676. Mehul: Benli, benekli. (Hindu-ben’in, yüzdeki ben’in “yıldız gibi parlaması” bahsi içinde, TELEGRAM tevafukunu da hatırlayın-ız!): 676.

FİHRİST

Cinler Şatosu: 1057.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: (Şatoda ben): 2055= 57.
Cünd: Asker. Ordu. Bir kimsenin yardımcıları. (Sekalân: İnsan ve cinler... Gerek Kartal, gerekse Bolu’da, bilerek veya bilmeyerek rol alanlarla, Rol almasalar bile bende cin veya cihaz marifetiyle meydana gelen tesir ve telkin neticesi, gerçekleşmiş diye gördüğüm bir ittifak; karşılarında YALNIZ ben.): 57.
Külbe: Kulübe. (Müthiş bir huzur veren, pencereden duvara düşen ışık ile penceresi tamam, gerisi hayâl ettirilmeye ısmarlanmış bir kulübe... Sarı duvarda, sarı renkli loş bir ışıkla dikkat çeken penceresi; bu kulübe bana ikinci kata çıkan merdivenlerde göründü. Halüsinasyon falan değil, basbayağı duvarda alelade bir suret. Vakit akşamüstüydü. Her ne idiyse, bana telkin edilen huzurun, telkin neticesi olduğunu bilmeksizin, sanki burada sonsuza kadar yaşayabilirim hissine kapıldım. Nerede? Böyle bir kulübe olsa duygusu mu, yoksa bulunduğum koğuşta sanki o kulübe hayâli ile mi?): 57.
Neva: Ahenk, ses, güzel sadâ, name. Musikide bir makam ismi. İntizamlı hâl. Azık, zâhire. (Duran’ın, benim müzik zevkim üzerine yaptığı öküzce yorumlar ve Çin müziği niyetine uzaktan üflenen bir flüt –?– sesi, bahse değer. İslâm’da, musikinin yeri ve değeri mevzuundaki tartışmada, onun ne kadar tehlikeli de olabileceğini, malûm hâlim içinde onu duyunca sezdim. Biri, bildiğimiz soydan dümbelek havası içinde içki ve fuhuş aracı, diğeri insanın bütün varlığını sarıp fareli köyün kavalcısı hikâyesindeki gibi, gidenlerin meçhule yolculuğu - bu olağanüstü teshir. Uzatmayalım: Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur. Güzel bazen şaşırtıcı olabilir. Müzik, sanki doktor nezaretinde içirilen ilâç gibi, mutlaka, ama mutlaka, zamanüstü yolun yolcuları izini sezen ergin zevklerin sunuşunda olmalı. Tolstoy, telkinle işlenmiş bir cinayetten
dolayı nasıl telkin edici de mesul ise, masum insan dünyasını bu yoldan yönlendiren ve sayısız iç ve dış cürme sebeb musikinin de denetimini tavsiye eder. Bu, kaba bir “millî” veya “millî değil” tasnifi veya “ağız yolunu bilmez, kaşık çalar pilâva” yasakçılığı değil üstün insan gözcülüğü işidir. Yeminle söylüyorum, o Çin müziğinde, “cin müziği” çekiciliğini-çekmesini yaşadım. Kafam yerinde ve sükunet içinde.): 57.
Kalbüd: Kalıp, şekil. Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi. (Yattığım ranzanın altında bir ceset gömülü... Kartal Cezaevi’nin eski devirlerden kalma bir kilise, koğuşların da papazların yatıp kalktığı, tek başlarına ibadet ettikleri - halvete çekildikleri, sözlü ve telkinî olarak bana benimsetildi. Kulaklarımın alabildiğine hassaslaşması veya o zaman için düşünemediğim bir gerçek olarak koğuşun eşya yönünden boşluğu bakımından, arkadaşlara da hep ifâde ettiğim gibi, müthiş bir yankı var. Bu yankı da bana, yalnızlık hassasiyetini arttırmak üzere, özel olarak düşünülmüş gibi geliyor. Benim için, cin tesirini davet niyetiyle mimarinin böyle plânlandığı düşüncesini doğuran. Papazların mekânı - cinler ve bana benimsetilen husus; ranzanın altında sonradan kırılan zeminin harçla doldurulması ile meydana gelmiş bir yama, yama bir cesedi örtüyor... Sözkonusu ceset, Hıristiyan azizlerinden birine âit imiş. Kim bilir kaç defa, ranza altında olan o yamayı yoklamışımdır; parmakla vurdukça, içi boş olduğu anlaşılıyor. Bu bölüm bir FİHRİST ya, tek tek maceralarımı burada sıralayamıyorum... Kısaca: Varlığı ile yokluğunu bir türlü kesinleştiremediğim ceset cabası, cinlerle başbaşayım. Duran, bazen benim oraya gömüleceğimi söylüyor. Devlet himayesi(!) altında, gör ne hâllerdeyim!): 57.
Mucîd: Hazır. İyi edici olan. Ölüm: 57.
Mühîb: Heybetli. Korkunç. Azametli. Tehlikeli: 57.
Vâhime: Vehim veren: 57.
Zen: Kadın. (Yan koğuş ve karşımdaki iki koğuştan gelen, varlığı o zamanın gazetelerinde de çıkan travestilerin sesi. Gerçek mahkûm. Karşı koğuşun bir pavyon olduğu, gerçek seslerin duyulmasından. Sonra oranın, genelev olması. Ardından mahkûmların dövüştürüldüğü bir yer sandırılması. Nihayet; denize giden bir kanalizasyona, kuyu olarak açılan delikten çöplerin dökülmesi, benim cesedimin de oradan postalanacağı. –NYMPHALAR, “canlı canlı” diyorlar.– Sene 2000, Kartal.): 57.
Bedan: Kötüler, fenalar. Yaramazlar, çirkinler: 57.
Bene: İnce urgan, ip. (En başlarda, çamaşır ipim kasdıyla Mehmed’in, benim “manyak mı ne?” diye düşünmeme sebeb lâfı: Hadi erkeksen assana kendini! Sıkıyor değil mi?”... Güyâ cesaret sınaması. O lâfa, salaklığından dolayı kızıyordum; ciddilik payı yoktu. Fakat sonradan neler olduğu, teferruatlı olarak anlatılmamış şekilde malûm. Beni öldürmelere doyamadıkları için uzadıkça uzayan, ölümden ölüme giderken, lütfû İlâhî ile bir aradan sıyrıldığım ölüm oyunları.): 57.
Endaht: Atmak. İlka etmek. Silah boşaltmak. (NYMPHA yardımcılarının, mânâsını pek anlayamadığım İZ SÜRME dedikleri bir operasyonla(!), korkutucu olan(!), benim havalandırma duvarının ardında, Cezaevi iç bahçesinde gerçekleştirdikleri bir eylem(!)... Birkaç gece, birkaç mermi atıldı; sonra sopa taktakları, silâh atılıyor niyetine.): 1056= 57.
Hemeze: Vesvese. Kuruntu. Şeytan’ın desisesi: 57.
İnbac: Münasebetsiz ve lüzumsuz konuşma: 57.
Külbet: Sıkıntı. Izdırab. Zorluk: 57.
Küul: Alkol. İspirto: 57.


Baran Dergisi 218. Sayı