MATLA’ Beyit: Ol gonca-dehen teveccüh ederse şerm ede gülşen âyineden / Küşâde olur Behişt-i visâle bi niçe revzen âyineden —(Şeyh Galib)… O gonca ağızlı teveccüh ederse, utansın gülbahçesi aynadan / Feth ile açılır visâl Cennetine sayısız pencere –imtihan ve tecrübe– âyineden!

*

GONCE-Tomurcuk: 1058= 59: MAHİ-Yok eden. Mahv eden. Boş eden… DEHEN-Ağız: 59: HAVME-Tasarruf dairesi… “Ol gonca-dehen”: 154: Mehdî Muhammed… SEMEND-Çevik ve güzel at. (Fikir adamı): 154: ÜL’ÜBAN-Oyuncu. Aktör. (Aksiyoncu)… ÜSTADIM’ın ÇOCUK isimli şiirinin MATLA’ Beyti: “Annesi gül koklasa, ağzı gül kokan çocuk, — Ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk!”… Dikkat: Ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk!

*

MAHV Ü İSBAT: (Âlemin yalnızlığının sebebi denen “boşluk halâ, yokluk ve hiçlik”e çıkan soylu bir tecridin haliyle varacağı bu nokta, gerçek ve hakikat tarlasından geçerken izleyeceği yola nisbetle onun “isbatı” kadar, gerçek ve hakikatlerinin ne türlü anlaşılması gerektiğinin ve elbette “doğru olup olmadığının” da “isbatını” gösterecektir. İsbat, “doğrulamaktır, delil getirmektir, şahid kılmaktır” ve bu malûm mânâların dışında “var kılmak, var etmek, tasdik etmek”tir… Mahv ü isbat: Mahv’ı, yokluğu ve boşluğu mu isbat etmekte, yoksa mahv’dan sonra “varlık”ı mı işaret etmektedir? Yokluğun isbatı, “yokluk” diye bir “varlıkı-hakikati” mi kastetmekte, yoksa bir bitiş ve sonu mu? “Bitiş ve son”dan murad, şu görünen âlemin başlangıcı da olabilir, bu ayrı mesele… VARLIK AĞACI sembolünün de oturacağı “boşluk, halâ, yokluk, hiçlik”in, sözkonusu sembolü de şübhesiz kendine göre bir hayâl sunacaktır; hangi düşünce için nasıl ayrı dava, İSLÂM tefekkürü bakımından o, tam da bedende –onun ne içinde, ne dışında, ne bitişik, ne ayrı– ruh’un tecellisinden doğan NEFS’in hâli, şu görünen zâhir âlemle gaib âlem arasında bir BERZAH’tır… VARLIK Ağacı, Topyekûn Kâinat’ın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı ALLAH Sevgilisi’nde, ezel’den ebed’e olmuş ve olacakların hepsini kuşatıcı bir mânâda mahfuzdur; her şeyin “mümkün olma” özelliğiyle var olması bakımından –İNSAN için bir GAİB nitelemesi–, bu hakikat, Peygamberlerde, Sahabîler’de, Tabiinde, İçtihad ehli fıkıh imâmlarında, velilerde, bütün müslümanlarda, nihayet - kendi devirlerinin Peygamberleri’ne tâbi olan bütün müminlerde… “Atom altı parçacıkları” bilmiyorsan, bu hakikati idrak sende yok diye, böyle bir dünyaya mâlik olma hakikatin değişmiyor ya; inanmayan da, ister istemez Allah’ın kulu ve Resûlü’nün kadrosudur - aslı İslâm HAYAT Ağacı’nda onun kıyası da bu… Benim, “İslâm’a muhatab anlayışı yenileyen” ÜSTADIM’a nisbetim, “ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk” hikmeti üzere, “derinliğine ve genişliğine doğru” o; YÜRÜYEN Büyük Doğu… TEFEKKÜR bahsinde, hem zâhire, hem bâtına hitab eder: Hakikat tarlasında, hakikati hakikat olduğu için sevme yolu olan felsefe ve mistik yollar değil, hakikati Allah’ın muradı bilen ve O’nun için seven ŞERİAT yolu - İSLÂM Tefekkürü bu!): 1558: SIBGATULLAH-Allah’ın boyasıyla boyanma. Allah’ın sıfatlarına bürünme. (ŞAH-I Nakşibend Hazretleri: “Varlıktan sana ne gelirse yokluğa sal!”… İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin titizlikle uyguladığını belirttiği bu hikmet, onun SİSTEM olarak ifâdelendirdiği VAHDET-İ Şuhud –Varlığın Birliğine Şâhid olma– mesleğinde, “ne Allah’ın isimleri, ne sıfatları, ne vücud bahsine takılmadan”, Allah’ın daima “ötelerin, ötelerin, ötelerin de ötesinde…” olduğunu düşünerek O’nu hep tenzih etmek yoludur ki, “sonra o hakikatlerin apaçık görünmesi neticesini doğurur”… TARİKAT’e mahsus usûl ve edeb başka, o kökten İSTİSNA işler başka; bu demektir ki, “insan ve toplum meselelerinin halli bâbında bir tefekkür” ruh köküyle ona bağlı iken, bir tarikat yolu değildir. İMÂM-I Gazâlî Hazretleri ve ÜSTADIM örneğinde oluğu gibi, TEFEKKÜR’ün HÂL’e dönüşüyle doğruluğuna isbatı yine o yoldan delillendirmek de nasib; fikrin bağlılarına kuvvet ve heves gelsin diye, o HAL’i de, bilenle bilinenler… Ben, BÜYÜK Doğu’ya İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin MEKTUBAT’ının sinmiş olduğunu, hem telkin olarak aldım, hem tahkik olarak buldum; dikkat, tâbir benimdir, SİNMİŞ… Bu ruh etrafında, malûm bir kütübhâne… Bir şey daha: “Rabbanî mizaçla Muhyiddin-i Arabî”ye bakmak - iki kâmil sistem, bunu da gördüm… Ve şu: Ne fikir, ne tasavvuf, durduğun yerde devamlı nefsinde kemâl dikizlemek işi değildir… “Varlıktan sana ne gelirse yokluğa sal!” davası da, alelâde bakışla gayet tabiî bir şekilde, “kazan kazan at!” gibi anlaşılmaz bir tuhaflık değil, tıpkı “yoklukta asıl varlık” kazancının olması gibi, gittikçe nuranîleşme mânâsında bir tekâmül ifâdesidir; her tekâmülde, geride kalan hâlin yokluğa salınan olması… Varlıktan geçmenin, varlık kazanma adına olması; Allah’ta fâni olmak… Bir şeyde fâni olmak, o şey olmak da değildir… Fani olmak da, olup bitmiş olan bir iş değil… HADÎS: “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır!”… Başka bir HADÎS: “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”… Olmaz; biri hem bilen, hem bilenle bilinen Allah, öbürü hacet ve ihtiyaç sahibi göründüğü kadar O’nun bildirmesiyle bilen kul… Herhâlde şu anlaşıldı: “Boşluğa salmaktan” kasıd, “terk, tenzih ve bırak”… Bizim bahsi geçen “boşluk-halâ” davasının hakikati ise, “Allah’a erme”nin başlangıcından itibaren, ermeden ermeye bir tekâmül mevkii - böyle gider!)… TASHİN-Sahneye koyma. (Sahn: Boşluk… Temsil-Bir şeyin aynısını veya mislini yapmak. Benzetmek. Teşbih etmek. Tiyatro eserinin oynanması, rol yapma: 980: İstikbâl İslâmındır… Şeriat: 980: Teşri’-Şeriate isnad ve nisbet etmek. Yolu açık ve vâzıh kılma. Kanun vazetmek. Havuza su getirmek… Aynı ebcedle, Zalim: Kaymağı alınmadan içilen süt. Kur’ân süt ise, hadîs kaymağı, hadîs süt ise, mezhebler ve bâtın yolu kaymağıdır. Bu çerçevede, hadîs bizim için Kur’ân’dan daha açık olması - hikmet ve tefsiri olması bakımından daha kıymetli, Kur’ân ve hadîs’e nazaran da mezheb imamlarının görüşü ve evliya kelâmı; netice olarak, kaymağın sütten olması gibi, bunlar zaten Kur’ân’ındır, Kur’ân’dandır. Burada altı çizilecek husus, kaymağı alınmamış sütün, ilmi ve anlayışı edinilmemiş ve kendi kendinden ibaret kalan - faydalanılmamış Kur’ân’a teşbih edilmesidir. Bu hâliyle içilen sütün “zalimlik” olması, zalim’in “yanlışı gerçekleştirmesi” ve Kur’ân’ın ölçülerinin yanlışta kullanılabilir oluşu mânâsındadır!): 558: KAPTAN Kusto Müslüman.

*

“Ol gonca-dehen teveccüh ederse şerm ede gülşen âyineden”… Şerm, “utanmak”; gülşen, aynadaki mazhar-görüntüdür. Görüntü’nün aynaya âit bilinmesi durumunda, yeni teveccüh GONCA karşısında GÜLŞEN’in aynadan utanması-çekilmesi gerekir… Şerm, diğer mânâda “hediye vermek”tir ki, GONCA’nın teveccühü karşısında GÜLŞEN, aynadan hediye vermelidir; İnsanın bâtınının, Allah’ın bilinmez Zâti sıfatlarından “suret”i sıfatında oluşu dikkate alınırsa, GONCA’nın mücerret ve yeni bir mânâ olarak teveccühünden bahisle, aynadan beklenen ona bir “suret” sunmasıdır - aynadaki GÜLŞEN’in hakkından bir hediyesi gibi… Bir veli: “Ayna’daki mazhar, aynaya âit değildir; onda böyle hakikat yoktur!” buyuruyor… “Ol gonca teveccüh ederse, GÜLŞEN aynadan utanır!”; gülşenin bu yeni teveccühle-feyzle birlikte, artık “varlık-benlik” iddiasından, görüntü bu, utanması, “fanilik, mahv” olması… MAHV’ın “gonca dudak-söz” ile olması, onun yeni bir unsur ile eskinin bozulması, yahud eski asıla aykırı olmadan yeni bir tertibe mevzu olması şeklinde, tam karşılığı MAHV Ü İSBAT’tır… Bunun ne olduğunu yukarıda izâh ettik; ayrıca, bizim MATLA’ Beyitleri yahud sair şiirleri, kuru bir sadeleştirme olarak ele almayıp, “mahv ü isbat” ile kullanarak, bunun bir metod olduğunu da göstermiş oluyoruz… ŞERM-Hediye. Haya. “Hayat.”: 540: MA’LAT-Derin ve yüksek fikir. Ululuk, şeref, itibar. (Fikirde MAHV Ü İSBAT’ın hakikati, İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin TEFEKKÜR’ün hakikati bahsinde söyledikleri ile birlikte düşünülmelidir: Bir insan, iki bilinen arasında son derece dikkat kesilerek kendini kaybedecek derecede bir hüküm çıkarmak için düşünürse, fikir adiden kıymetliye intikal eder ki, tefekkürün hakikati vecdtir - aşkın sürüklediği!)

*

BEHİŞT-Cennet. Adn. Firdevs. (Adn: Cennet… Aden: Sahil. “Nefs”… Adn: Vatan tutmak.): 707: VARİS-Her şeyin rücu ettiği mânâsında Allah’ın 99 güzel isminden biri… VEŞT-Güzel: 707: CEZZAB-Cezbedici… CAZİB-Çekici, cazibeli: 707: ESERE-İkram etmek. Seçmek… FİKİR Kahramanı: 707: AKTÖR… REVZEN-Pencere. (Revz-Denemek, imtihan, tecrübe: 213: Hevber-Kırmızı gül. Gül-ü Hamra denilen kırmızı güle, Gül-ü Muhammedî de denir ve gizlinin keşfi anlamında): 263: RABBANÎ-Allah’a dair ve müteallik olan… “KÜŞÂDE olur Behişt-i visâle bi niçe revzen âyineden”; feth olup açılır Cennet’e visâline sayısız pencere aynadan… CENNET: 453: MÜTEVECCİD-Vecde gelen. (Cennet, nefsin seçimi ve eseri olmak bakımından, ölmeden ölmüş ehl-i kalb için dünyada da Cennet hayatı; şu farkla ki, onlar daima Allah’a yakın olmak isteğinden dolayı Cennet’i daima Allah’ın Vechi’ne dalmak için isterler - Cennet’e mahsus nimetlere talib olmak bakımından değil!)

*

MATLA’ Beyt’in birinci mısraı: 2898: TENZİLÂT-İndirmeler. İndirim. (Tenzil-Bir şeyin bir miktarını çıkarmak. İndirmek. İndirilmek. Kur’ân’ın Allah Sevgilisi’ne vahy edilmesi. Tedricen indirme. Birden indirme[ye] inzal, parça parça indirmeye tenzil denilir.)… MÜNHARİT-Bir yola süluk eden: 899: MÜSTEKŞİF-Keşfetmeye çalışan… MUSAHHİR-Teshir eden. Elde eden. İstenilir hâle koyan. Birine bağlayan: 900: ZERR-Bit. İşi sıkı tutan. Zerre… DEVLET-İ EBED MÜDDET. (Varlık): 902= 1901: GİRİFTAR-Tutulmuş. Yakalanmış. (Kul).

*

MATLA’ Beyt’in ikinci mısraı: 2065: AYİNE… NECİB-(Ayine’nin bir hesablanışına göre ebcedi 70’e gelir ki, bu “KÜN-Ol” emri ve ZEYNEB ve ZEYN-EB şeklinde, “tesir edici eser hüviyeti” ile hem erkek hem dişi, yâni İNSAN’a işaret eder. EB, İbranice’de “baba” demek. OL-OLUR’un aynı, İNSAN… Rüyâda bana boşanma kağıdı uzatarak “21 kere yaz, şehid mi ne olursun!” diyenin NECİB Üstadım olduğu, tasarrufun geliş yönü olarak belli… MAHV Ü İSBAT usulümün rastgele ve atmasyonculuk olmadığı da… “Ağaç içinde ağaç yetiştiren tomurcuk”; ŞEYH Galib’in beytinde, “Ol gonce”nin hususiyetine “ben kimim?” mevzuumun içinde böyle bir yer… BİR NOT: Eb, baba demek ya, İBRAHİM-“EB-RAHEM” olarak bu mânâda, “Ümmetin başı, imâmı”, ALLAH DOSTU lâkablı İbrahim Aleyhisselâm’da tam… İlk defa “Müslüman” tabirini kullanan ve Resulullah Efendimiz’in “Ceddimiz, büyüğümüz” diye andığı; tasavvufta, bütün makamların kendisinden geçtiği “Halil İbrahim” sıfatlı, “yiyenin vücudunda kaybolan rızık” gibi, dahil olduğunda görünmeyen… KUR’ÂN’ın onun NEFSİ olduğu ALLAH Sevgilisi’nin İNSAN-BERZAH’ın VARLIK Ağacı hakikatinde, madde ve mânâya ait her suret’in bir Velâyeti bulunduğunu BARAN’ın geçen sayılarında söylemiştik. Bütün Peygamberler’de tezahür edenin, Allah Sevgilisi’nde toplu bir kemâl olduğunu da: O’nda tecelli eden mânâ, HAKİKAT-İ Ferdiyye…. Bu kadar!): 65: SE-Üç… DEYYAN-Herkesin hesabını kitabını en iyi bilen ve veren. Kahhar. Her hakkın üzerinde HAKK ile kaim olan. Hasib. Hesab eden. Kadir. Râî. Vâli: 65: DÜNYA-(İstanbul Fetih Cemiyeti’nin yayınlarından, Doktor Mertol Tulum’un hazırladığı “Tursun Bey, Tarih-i Ebü’lfeth” isimli bir eserde gözüme ilişti: “Hân tâ çi kün i nevbet-i devlet-i tüst”… KÜNA: Etrafı kuşatılarak çevrilen yer… “Hân, nasıl, ne zamana kadar? Devlet’in dokuzuncu nöbet bekleyeni mevkiindesin?”… 1453’de İstanbul’u Fetheden 9. Padişah Fatih Sultan Mehmed’in OTLUKBELİ Savaşı’nda hezimete uğrattığı UZUN Hasan’la çekişmeleri devrinde, “avazesi hatif-i gaybten Padişah’ın şerefli kulağına erişen” bir sesleniştir bu mısra: “Ne duruyorsun, şimdi senin devrindir!”… Her insan, yaşadığı devirde iş istidadı olan bir Hân, buna imkân tanıyan ve dolayısiyle onun hesabını en iyi bilen bir dünyada iyi veya kötü bir raîdir-vâlidir. Dünyayı teshir etmek ile, dünyayı tasarrufu bile onun teshirine girmeyi gösteren bir fark; Müslüman ve diğerleri!)

*

MATLA’ Beyt’in toplam ebcedi: 4963: IZLAL-Gölgeler. (Küşad olur visâl vecdi ile sayısız hediyeler ayineden - Necib’ten)… KÂZIME-Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. Büyük şehir. Terazi ipleri kendinde toplanan halka. (Ağaç içinde ağacın, birbirine nisbeti): 966: ABDÜLHAKÎM Tahtı… PİŞHAYME-Padişah ve vezirlerin divan çadırları, toplantı çadırları: 967: MEHDÎ Salih İzzet Mirzabeyoğlu.

 

BERZAH
(ŞERİF’E RABT)

LESKOFÇALI Galib: Üftade isen şu’le-i dîdarına ey dil / Pervâne sıfat kendini mahvet hazer etme… “Aşık isen nurlu çehreye ey gönül — Pervane sıfat kendini mahvet, çekinme!”

*

ÜFTADE-Aşık, tutkun. Biçare. Müflis: 491: EMANET-Eminlik. İstikamet üzere bulunmak. Birisine koruması için bırakılan şey… ABDÜLHAKÎM Arvasî: 492= 1491: MA-UL Hayat: Haysiyet. Şeref, yüz suyu. Hayat suyu, can suyu. Nur. İlim… TELEBBÜS-Giymek. İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek: 491: ATİK-Berrak, saf, temiz. Karışmamış, değerli. Çevik. Hazret-i Ebubekir’in bir vasfı… TESBİK-Eritip, kalıba dökmek. (Üstadım’ın “İstanbul” isimli şiirinden: “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar, — Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar!”… İstan-bul: Bulma mekânı… Bulan İBDA, mekân Büyük Doğu!): 491: MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu… ŞU’LE-İ Dîdar, görünen nurlu çehre ve muhatab olunan irade olarak, müride nisbetle Şeyh, ona nisbetle Allah Sevgilisi, nihayet Allah - 99 güzel isminden biri NUR, diğeri “müminlere dost” mânâsında VELİ olan… “Aşık isen nurlu çehresine ey gönül — Kendisini yakacak ışığa atan sıfattaki pervane gibi mahv ol, çekinme!”… HAZER: Çekinme, korunma… HAZER-Kabile. Cemaat: 807: İDRARAT-Varidat. Tahsilat. Gelirler. Tefsirler… HURBE-Her yuvarlak delik. (İki şey arasındaki PERDE. Berzah. Çekirdeğin, gerçekleşmelerle ortaya çıkan ağacın bütün görünümlerini kendinde toplaması gibi, Dünya, BERZAH âlemiyle kaim olandır; bu çerçevede de, BERZAH, Dünya’nın kendisine irca olması bakımından “her yerdedir” de… DÜNYA ile BERZAH âlemi’nin hakikatlerini tıpkı BEDEN ve RUH diye ayırmak gereken mevzu edinmelerde olduğu gibi, BERZAH ve MİSÂLÎ Berzah diye bir ayırım… HÜKÜM, ister şu görünen Dünya’nın verilerinin AKLÎ değerlendirmesi, ister sadece AKLÎ ve RUH’tan gelenlerin değerlendirmesi şeklinde görünsün, İsterse Dünya ve Ruh’tan gelenler arasında, neticede aslı RUH’ta olan bir eserdir. Hakikat tarlasında Şeriat yolunu izlemek; İslâmî tefekkür bu - hükmün sıhhatinin tesbit edileceği!): 807: RABITA-İ Şerife. (Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin eseri hatırda!)

*

ŞU’LE-İ Didar: 624: HEVAHAH-Sevilen. Muhib. Dost… MÜTEFAKKIH-Fıkıh âlimi. Allah’tan korkan, Allah’ın kaçındırdıklarını yapmayan, İslâma muhatab anlayışta ergin: 624: TEDARÜK-Araştırıp bulmak… TAHYE-Bulut parçası: 624: TEZVİR-Kendisini ziyaret edene ikram etme… KÜREK-(Kısakürek): 624: TATHİR-Temizlemek. Yıkayıp pak etmek. Tâhir kılmak. (TI-HE: 9+5= 14: Salih Mirzabeyoğlu… TAHA: Bulut… TA-Tâhir: 400: TAHT… HA-Hadî. Yol gösteren. Bu harf, Allah’ın EL-AHİR ismine, kalbte Heba’ya işaret eder.)

*

PERVANE-Kelebek. Yunanca’da ruh: 269: MÜDRİKE-İdrak kuvveti… SEHAR-Eşini boşamak: 269: RUZANE-Yevmiye. Gündelik… HARİS-Muhafız. Himaye eden. Gözcü. Bekleyen: 269: MAHMUD Ustaosmanoğlu.

 

İSTİĞFAR
(SİSTEM VE DEMOKRASİ)

 

“Günahı sebebiyle istiğfar eden, bilgisiyle amel etmiştir!” bahsidir: “Zulmüm ve hatalarım sebebiyle bağışlanma dilerim / Her ikisinden de Allah karşısında utanırım / Ben razı edeyim diye Rabbime yöneldim / Allah, insan aceleden yaratıldı buyurdu!” —(Muhyiddin-i Arabî)

*

DÜNYA, herkese imân ve inkâr ve bunların dereceleri itibariyle hesabı ahirette görülmek üzere bir imkândır; bu surette anlaşılmak üzere, her insana hakkını, hakettiğini verir. Böyle bir ifâde, ortalama bir anlayış için insanda “doğru” derken bile bir tatsızlık hissi uyandırıyor; çoğu insan hemen karşılaştığı haksızlıkları saymaya başlayarak, kendisi için “doğru, güzel ve iyi”nin rastlaşmadığından dem vurarak, bahtından yakınmaya, neticede “hak ettiği”ni alamadığı[nı] arzetmeye başlar. Meselâ ben: TELEGRAM’la, yaşadığım hayatın ve davanın bir ödülü olarak karşılaşmadım… DÜNYA hakkında söylediklerimi çelercesine, elbette bunu yapanlara buğzum bâki, ama yine kendi inancım, bizzat Allah’a tevcihle “haksızlığı O’ndan bilmek” durumunda olmam gerekir mi? O hâlde “kader sırrı”nda “hak etmek”, bu şuur, hakkın “doğru, güzel ve iyi” ile rastlaşmak demek olmadığını, zıddı ile rastlaşmanın da “yanlış, çirkin ve kötü”yü hak etmek için yaratılmadığını idrak gerek; ben, iradî seçimimle “doğru, güzel ve iyi”de dururken, zaten beni aşandan mesul olmadığım gibi, Allah katında bunların lehime olmasını ihlâsım kadarıyla umarım… İşin asıl püf tarafı, kalbinle karşı durduğun menfiliklerin, “irade kuvveti” ile “elini küfre değdirse Şeriat doğar!” hesabı, “onlara mahsus”undan çıkarılacak olan fayda ve tecrübe ile, “hayatın hakikati tevhid”, bu gaye için bir zenginlik olarak bulunabilmesidir: “Küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imânda olamaz!”… Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin bu sözünde, küfrü tasvib yok, Allah’ın bir kısım tecellileri olduğu için, bunun için bir rıza var… RIZA da, “eh ne yapalım, onlar da öyle!” gibi bir pişkinlik değil, onlara İslâmî ölçü ve ölçülere bakışın tatbiki neticesi, bahsettiğim zenginliğin edinilmesi var. İMÂM-I Gazalî Hazretleri, Kur’ân’da “sefillerin en sefili” diye nitelenen dünya için, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının görünebilmesi imkânı niyetiyle, “bu âlemden daha güzeli yok!” der… Allah’ın “gazabımı geçti rahmetim” buyurmasındaki sır, kötü de olsa onu rahmeti gereği yaratması, İNSAN’ın bütün mahlûkata EFENDİ olmasının görünmesi, hep bu cümleden olarak… “ÂDEM’in Cennet’ten Dünya’ya indirilmesindeki sebeb budur”… O hâlde, Hacegân silsilesinin 21. büyüğünün isminin mânâ olarak sadece bu Nakşî silsilenin büyüklerine değil, gelmiş geçmiş bütün büyüklere âit olduğunu bilerek şu ebced tevafukuna şaşmamak lâzım: HATA ve DERVİŞ Muhammed… Yeri gelmişken; “KAPTAN Kusto Müslüman” takdimi’nin noktalı harflerle ve DERVİŞ Muhammed’in noktasız harflerle ebced toplamı 302 olarak aynıdır… BASİR-Kalb gözü ile gören. Anlayışlı. Basiretli: 302: ŞEB-Gece. Karanlık… Böylece, karanlığın ve renk olarak siyah’ın ulu yüzü, DÜNYA’ya bakış yanında, “bilinmeyen-sır” olarak aslı Allah’ın muradı HAKİKAT’te derinleşme mânâsıyla da görünmüş oldu… Böylece bir veli’nin, Nur tecellisinden daha çok istifadeyi karanlıktan gördüğü hakkındaki sözü de yerini buldu… “Ruh’un bedenle tecellisi ile görünen nefs”; bir yönü ruhî, öbür yönü aklî ve eşya ve hâdiseyi tasarrufa dönük… Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’ye âit: “Ruh ve beden, birbirlerinden alıcı verici olurlarken, nice faydalar görürler. Ölümden sonra da devam eden edinilmiş sıfatlar olarak, beş hasse-duyu izi ruhta kalıcı olur!”… Dünya unsurlarından mürekkeb beden, karanlık ve siyahtır; topyekün kâinatı ve dünyayı, varlık’ın temeli temsilinde toplayan bedenin, iyi ve kötülüğe âlet olarak mânâsı yanında, istidat genişliği olarak yücelmesi de, yine âlet olduğuna nisbetle meydanda… GÜN’ün, yalnız gündüz değil, gece ve gündüz bir kullanımı gibi, “istidat birdir; iyiliğe veya kötülüğe”; bu sözden kasdın ne olduğu da anlaşıldı… İSTİĞFAR-Allah’tan af dilemek. Tevbe etmek: 1742: İNTİSAR-Hakkını tam olarak almak. (Yevmiye: “Ben hakkımı alırım!”… DÜNYA’dan hakkını tam olarak almanın hakikati, NEFS’in kemâle kabiliyet kazanmasından başlar; nefs terbiyesi ve tezkiyesinin gerçekleşmesi… İBADET de “yap ve yapma”lardan başlayarak geniş mânâda, Müslüman’ın bütün hayatıdır; bütün hayat, bu mânâda HATA’dan doğruya, istiğfardır… “Allah’tan geldik…”; HATA, asla benzemeyen olarak NEFS’in varlık hakikatidir ve hem dünya hem ahirette, tekâmül ve kabul edici olarak varlıkta devamı sebebidir!)

*

İlletin sebebi bilinmeden, marazın tedavisi mümkün değildir; Şah-ı Nakşibend Hazretleri böyle buyuruyor… Mevzuumuza nisbetle: Umumi mânâsıyla istiğfarın bilgisine yukarda değindik… Belirli bir günah veya hatadan dolayı istiğfar da, zaten kolayca anlaşılır bir dava. Meseleyi, insan ve toplum meseleleri içinde doğan problemlere diye ele alırsak, ne güzel, ne açık bir hakikat: “İlletin sebebi bilinmeden marazın tedavisi mümkün değildir!”… Tefekkürün kalb marazlarının giderilmesi hakkındaki rolü, “duanın kabulünün geç olabilmesi” hikmeti ile birlikte düşünüldüğünde, bizim problemleri hâl yolunda boyacı küpü “güyâ tefekkür”den bir fayda bulamayacağımız hakikatinin sebebini de işaretliyor; önce sıhhatle illetin sebebini bul… (MUTLAK FİKRİN GEREKLİLİĞİ davasının, bütün meselelerin başı olarak anılması bundan!)… Marazın tedavisi: “Ben razı edeyim diye Rabbim’e yöneldim, — O, insan aceleden yaratıldı buyurdu!”… Aceleden; bu keyfiyetten… KUR’ÂN’ın tedricen –safha safha– nazil olması, nasibi olana kalbinden parça parça inerek idrake gelmesi hakikati de, “nefsin aceleci oluşu” hakkındaki hükmün tefsiri yerine göre, “olmadan olmuş görünmeyi” isteyici meyline zıttır; böyle bir hikmeti hatırlatıcı… Dikkat ediliyorsa, basma kalıp bir istiğfar ile, bunun şuuru arasındaki fark, bir tefekkür mevzuu olarak alındığında başlıbaşına bir metod olarak görüyor… Dikkat: Aceleci olmamanın, herhâlde “yan gel de yat!” demek olmadığı açık!

*

MUHALEFET için muhalefet olmaz; bana, kökü artık sözün tükendiği yere kadar varmış bir tecridin bulduğu HAKİKAT’e yaslanmış ve “neye göre muhalefet, niçin muhalefet”i anlatmalısın - herkes için apaçık ve “hava, su, ekmek” kadar tabiî ihtiyaçları herkesin kendine göre değerlendirebileceği hakikatinden önce… İSTİĞFAR’ın ister genel ister özel olarak bir NEFS MUHASEBESİ’ne dayanması, bunun da HATA’yı dışta bırakma düzeni ile bir HÜKÜM ifâde etmesi - böyle bir şuurla Allah’a yöneliş olması… Bahsi DEMOKRASİ’ye getiriyorum: Demokrasi, bir MUHALEFET rejimidir, ama sadece HATA’yı değişik kurum ve kuruluşlardan dile getirme HÜRRİYETİ değil, derinliğe doğru gidince HÜRRİYET’in de kalmadığı ve aslında SADECE kendi belirlediği sınırlar içinde kalmak üzere MUHALEFET rejimidir - iyiyi getirmek değil de, yaşanmış örnek tarihi kötülere mani olmak gayesinde… İKTİDAR mücadelesinde, ister sistem çapında, yahud değişik bir sosyal yapı getirmeksizin sadece kendinden başkayı red tavrında olanlara, DEMOKRASİ zaten olduğu veya olabildiği kadarıyla kendisini iptal çapında muhalefete yer verebilir - ama sınır, seçimde MUHALEFET sınırını aşmamak kaydıyladır. Öyle ya; filân görüş, karşı görüşlere yer olmayan bir vaz’ ile gelmiştir… Burada, hayatın “başkasının görüşlerine yer vermeme” hakikatine âit misallerini size bırakıyorum; “işi ehline verme” bahsinin göründüğü ve seçimle saçmalaşacak olan işleri, seçimle değil “işin ehilleriyle istişare”yi savunan ve bunu bütün bir hayat tarzı ve siyasî rejim çapında “gerçekleşmesi gereken” diye gören - hakikati bu olan MUHALEFET, “in aşağı!”… Demek ki, herkesin istediğini söyleyebilmesi ve rahatça teşkilatlanabilmesi sahiden mümkün olsa ve seçimle işbaşına gelmesi gerçekleşse bile, rejim tarafından “in aşağı” edilmemesi sadece “dediği gibi olmamak”la mümkün; dikkat edin, “aziz halk”ın arzusu değil de, –gayet komik!–, Demokrasi’yi korumak üzere “Demokrasiye aykırı” bir davranışla birileri, halkın evetini almış olanı kovalayabilir, bu yüzden o “rey aldıkları”nın hâini durumuna düşüyor… Netice olarak: DEMOKRASİ, karşılıklı muhalefetle var olabilen, kendini bunlarla ifâdelendirirken kendini iptale gidecek “doğru-iyi-güzel”e imkân tanımayan, demek ki “en iyi” yönetim biçimi değildir. “Demokrasiye hayır!” mı diyoruz; biz “hakikatin seçimle tâyin edilebileceğine” inananlardan değiliz - halkın arzusu kuralları halka bildirilmiş olarak tecelli etmiştir. Bunun yanında, bütün konuşan ve teklif sahibleri gibi enayi de değiliz. Öyleyse? Seçimlik hakikat, seçimin gayesi olarak tecelli eder ki, Demokrasi’nin bir gayesi yoktur, bu bakımdan da gaye olamaz. Onun etrafında “fasid daire-kısır döngü” lâfları uzatmadan, şu Demokrasi içinde kanunlarını incitmeyecek şekilde herkesten bir beklentimiz olarak, en azından İNSAN’ı ve KÂİNAT’ı tâa varlık sırrına kadar derinleştirmiş bir düşünceye nisbet içinde şu günlük “sosyal, siyasî, iktisadî, tarihî” vesair isteklerini ona bağlı görmek isteriz. “Yaşanmaya değer hayat hangisi?”… Kavga bile, kavga öncesinde bunun haysiyetini ister, kavga bunun aracıdır, kavga neticesinde görünmesi gereken de budur. Esen rüzgâra göre yön değiştiren fikir ve kavgasının bu haysiyetten payı yoktur… Demokrasiyi idealize etmiyorum; ama ona muhalefetten bile pay çıkarılabileceğini de göstermiş oluyorum!  


Baran Dergisi 
285. Sayı