Öğrenme teorisine bağlı davranış tedavisi, daha önce ruhî tahlilin uzun süre tartışmasız olarak elinde tuttuğu birçok alanı eline geçirdi. Davranış terapistleri-tedavî uzmanları, Freudçu kökenci inançların (mitolojik inançların) ve irsiyet ile ilgili görüşlerin, boş bir inançtan başka bir şey olmadığına dair deliller ileri sürebiliyorlardı. Her nevroz-hafıza rahatsızlığı, çocukluk yıllarındaki istenmedik sarsıntılara veya içgüdü ve irsiyete bağlı ilkel arzularla, şuurlu hâli ve sosyal çevre şuuru arasındaki çatışmalara bağlanamadığı gibi, içe dönük ruhî tahlille değil, kısa süreli davranış incelemesi ve tedavisi ile sağlanan iyileşmelerden, ikameden de sözediyorlardı. Dolayısıyla, davranışçılığın, nevrozu mitolojiden kurtardığı söylenebilir. Freud’un kendisinin bile, kendi insiyak-içgüdü teorisini bir “mitoloji” olarak tarif ettiği ve içgüdülerden “mitolojik varlıklar” olarak sözettiği düşünülürse, bu ifâdenin pek zorlama olmadığı anlaşılacaktır.

*

İrsiyet ve içgüdü’nün bir hakikati vardır ve bunu sadece Freud’çu görüşün izâhı içinde görmenin doğru olmadığı, sadece psikoloji bakımından değil, sair ilimlerin de mevzuuna nisbetle temas ettiği bilinen bir husustur. Eserde müessiri görmek, bizzat maddeyi ruhun delili addetmek hakikati gibi, davranış psikolojisinin de bir hakikati vardır. İlme nisbetle YAPMA’nın dişi olması, YAPMA’nın doğrudan kendisiyle ilgileniyor görünen davranış psikolojisini, psikoloji ilminin tarifine daha uygun göstermektedir. Ruh hakkında bilgi sahibi olmak bir yana, ruha nisbetle bir kâinat ve insan fikri de olmayan –Mutlak Fikre nisbeti olmayan– psikoloji, aslında bütün ekolleriyle, “insandan çıkan ne varsa” genişliği ve rastgeleliği içinde bir takım bedahetler etrafında ifâdeye geçmişken, “doğru ve yanlış”, “güzel ve çirkin”, “iyi ve kötü” değerlendirmesinden uzak ve insanoğlunun arkeolojik psikolojisini andıran MİTOLOJİ’ye benzemektedir. İnsan davranışlarının kökeninde mitoloji motifleri ilgisi bulmakla, duyulaşmayı bekleyen hayâller gibi, insanoğlunun müşterek şuurundaki doğum ve birikimi gösterdiği kabul edilen mitolojik verilerin günün hayâllerine, rüyâlarına ve davranışlarına aksetmesi, neticede psikolojiyi-ruhî davranışları, doğrudan mitolojinin kendi olarak gösterir. Bütün insan faaliyetlerinin temelinde RUHÎ ÇABA keyfiyetinin olması, MİTOS ile bunun aynılaştırıldığı yerde, “arkeolojik psikoloji” nitelememizi, doğrudan güne taşır.

TELEGRAM VE BU ESER

Mitolojiden, niçin bahsediyorum? Alt başlığı ZİHİN KONTROLÜ olan TELEGRAM isimli eserimizde, Telegram seanslarında yaşadıklarıma kök ve tedâî olarak bir misâl teşkil etmesi bakımından mitolojiden bahsettim. Gayem MÜZLER, RİTLER, vesile olunan rüyâ ve zuhurat benzeri şeyler, hipnoz, istidraç nev’inden işler için, kestirmeden “bunalım geçirdi, kafayı yedi!” propagandasına mani olmak üzere, çevreme anlatmaya çalıştığım şeylerin, –ki o günün şartlarında, bu sadece benim çevremin değil, genel olarak aydın geçinen çevrenin fakirliğini gösteren feci şartlar içindeydi–, sözkonusu mevzularla alâkasının gösterilmesiydi. Sonrası malûm; 2009-2010’da, doğrudan mitolojiyi ele alan ve bu sefer Telegram’ı tedâî olarak kullanan, “ESATİR ve MİTOLOJİ” isimli eserim.

YARDIMCILAR - VESİLELER

Burak Çileli, Telegram mevzuunun anlatımında, çaba ve eser yardımıyla, bana olan inancıyla, sonraki yıllarda bu gayret yönünden, işin ağır toplarından. Ve farkında olmaksızın, ESATİR ve
MİTOLOJİ’nin ardından, okuduğunuz vechile bir tarzla bu eseri ele almamın vesilelerinden. Vesile sırasında, asıl daima TELEGRAM bahsi olmak üzere, irili ufaklı birçok tahrik edici saik sayılabilir. Bu çerçevede, benim doğrudan taleb ettiğim bir kitab olmaksızın, gerektiği yerde gerekeni yapmak gibi, elime geçmesi gereken mühimlikteki eserleri gönderen Receb Kumru’yu da, tabiî olarak o bilmeksizin, ESATİR ve MİTOLOJİ’den başka, bu eserin tarzına vesile addediyorum. Avukat Ali Rıza Yaman: Mitoloji bahsine el atmam gerekince, bana öyle âşina eserler getirdi ki, –kendi hakkımı yemeyeyim, eser, keyfiyetini anlayanına verir!–, ESATİR ve MİTOLOJİ’den başka, doğrudan bu eserin muhtevasına da ağırlıklı olarak sinecek olan. Yine onun elinden bana ulaşan 6 ciltlik MEKTUBAT ile Bahaddin Yeşiloğlu’nun gönderdiği 2 ciltlik TEVİLÂT. Biri İmâm-ı Rabbanî, diğeri Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin. Verilen eserlerin isimleri, anlayana çok şey söylemeli, bu ayrı dava; ama ESATİR ve MİTOLOJİ’nin, zıddını tasarrufuna alma işinde, büyük heves aşılayıcı olduğunu söylemeliyim. Doktor Hakkı Büyükalın’a gelince: TELEGRAM’a yönelik her şapşal yorumu en baştan kesici bir anlayışla, mevzuya öyle bir girdi ki, benim “oluş zorluklarını sıçrama tahtası yapma” diye formüle ettiğim ve tek olarak yaşadığım hâdiseyi, sanki kendine bir açılım sahası yaparak beni de çoğalttı. Verdiği eserler ortada, vereceğini vaadettiklerini de bekliyoruz. Onun, benim durumumu anlamaya ve anlatmaya çalışma sürecinde, RİT ve MÜZLER’in ilgisinden doğrudan MİTOLOJİ’ye dalması, daha öncesi KUVANTUM fiziği hakkındaki eseri, sanki benim hep aynı hesablaşmaya bağlı “İMÂN ve TEFEKKÜR”, “MADDE NEDİR?”, “İNSAN”, “ESATİR ve MİTOLOJİ” ve nihayet elinizdeki eseri, bir yönüyle onunla cilveleşmeye yönelik kılıyor. Uzun seneler, getirdiği malzemenin niteliğiyle, TELEGRAM’ı bu eserin yazılışı için alt yapı olarak ilhâm eden Avukat Ahmed Arslan da anılması gerekenler arasında. Buraya kadar yazdıklarım, bir teşekkür ve vefa işi sanılabilir; ama öyle değil. Belki de bu sözle, sadece onları değil, yeri geldikçe anılacak olanları da, “hizmeti cana minnet bilenler” cümlesinden diye ödüllendirmiş oluyorum; bir de, dava için ateşte yanana hizmeti ona mihnet yükü hâline getiren olma ayıbına düşmekten, onları kurtarmış oluyorum... Ve asıl gayem, NYMPHALAR’dan, benim için nasıl tersinden gerçekleştirici olduklarından bahsetmek vesilesi olmaları; onlar düzünden, NYMPHALAR tersinden!

PHALLOS

Sünühat: Akla, hatıra gelenler. Kalbe doğanlar... Telegram’da asıl ve esas, genel hatları itibariyle cinsiyet mevzuu ile alâkalı olarak, akla ve hatıra gelenler değil de, akla ve hatıra getirilmek istenenler, kalbe doğanlar değil de, içe doğmuş gibi telkin edilenler... Mitoloji ve psikoloji ilgisinden bahsederken, en temel bahis olarak bunun görülmesi gerekir. Mitoloji, ister gerçeğin masallaşması veya semavî dinlerin hurafeleşmesi, isterse alabildiğine serbest bir hayâl ürünü olsun, bu hususta zengin malzeme verir; Freud’un, Oidipus kompleksi adını verdiği ensest duygu tasviri teorisi, bir efsaneden alınmadır. Bolu’da cihaz başında olanlarına NYMPHALAR ismini verdiğim TELEGRAMCILAR’a geçmeden önce, Doktor Hakkı Açıkalın’dan, Phallos düşüncesi: — “Dünya entellektüel ve filozofî azalarının büyük bir kısmı, insanoğlunun gayesiyle alâkalı olarak şu ortalama değerlendirmeyi yapıyor: İnsanoğlunun, bütün faaliyetlerinin ortak paydası olması gereken ve varlığının dinamik ilkesi olan gayesi bilinmemektedir. Modernite bu suale cevab verebilirse, bütün davranış şekillerini açıklayabilecek, insanın temel meselelerinin çözümüne önderlik edecektir. Gayesini bilmeyen insan! Hiçbir suâle cevab veremeyeceği besbelli insan! Yaşanan inkılâb bu suâlin cevabıdır. Phallosa ircâ anlayışı tasfiye edilmiştir... İnsanlığın başına Yahudi tıbbı tarafından musallat edilen Yahudi Sigmund Freud ve onun Freudian mektebinin tahtında oturan Phallos (erkek tenasül uzvu) ideolojisi tükenmiştir. Şu âna kadar
insanlığa dayatılan nedir? Meâlen: Phallos bütün insanî inisiyatiflerin temelidir. Phallos, erkeğin bütün yaratıcı enerjisinin kaynağıdır: Açıkçası, hayatın üretici kaynağı Phallos bütün ihtirasların kaynağıdır... Evet, herşey Phallos’a ayarlı! İnkılâb, bu aberrant (hatâlı) propaganda ve örgütlü saldırıyı boşa düşürdü ve tasfiye etti. Son tecridde: Müjdemiz odur ki, İNKILÂB gelmiştir. Biz artık başkalarıyla polemik yapmak değil, devrim sürecinin ağır mesuliyetlerini konuşmak durumundayız... Eskiden hiç kimsenin çözemediği kadim el yazmalarının esrarı bugün artık çözülmüş durumda.”
Phallos: Bazı dinlerde erkek tenasül uzvunun timsâli. Embriyonda cinsiyet yapısı.

NYMPHALAR

Yunan mitolojisinde, herşeyin ona mahsus bir cini, perisi, bir ruhu, bir canı var; bir esprisi var. Bütün kavramlar, var olanın varlığıyla isbatladığı bir keyfiyet olarak, bakış açısına göre gerçek veya sembol bir varlık. Ruh ve düşüncenin gerçekleşmesi kabul edilen bir kâinat anlayışında, varlığın en mütekâmili olan insan şuurunda nizamını veren kâinat, düşünce-varlık-düşünce şeklinde aslına bakıcı bir süreçte gerçekleşirken, sözkonusu insan düşüncesi mevzuuna göre İDE yolunda sergilenmiş kavramlardır. Benim, onlarla müşterek(!) bir kararla NYMPHA adını verdiğim BOLU’daki Telegramcılar, aslında şaka ve alay karışımı ve söylenişindeki hoşlukla birlikte, argoda lûgat anlamı dışına çıkan ve gruba mahsus bir anlaşma dilinde yerini alan kelimeler gibi, onlardan bahiste yerini aldı. Meselâ hava basmak tâbirinin veya şofben basmak tâbirinin, övünme ve fiyaka yerine kullanılıyor olması gibi. Ama sadece bu kadar değil: NYMPHALAR, mitolojide, su kenarlarında yaşayan DİŞİ esprilerdir. Bu hâlleriyle, yukarıda izâhını yaptığım kavramlaşmaya benzer bir mânâları vardır; bana bunu hatırlatırlar. Telegramcı NYMPHALAR’a gelince, benim tabiatım-huyum etrafında, benimle birlikte TESİRLERİYLE yaşayan, buna mukabil görünmeyen varlıkları temsil ediyorlar. TESİRLERİ; zihin kontrolü, bu çerçevede konuşmaları, benim söylediklerim, sövüşmelerimiz, elektromanyetik dalgalarla yapılan bu işlerin içinde, doğrudan doğruya beyin ve duyu organı ilişkisi içinde, fizikî eziyetler. Telegram’ın başlangıcından beri, tam onbir sene geçti ve hâliyle onbir satıra sığmaz. Zaten bu kitab da, onun hâlen devam eden macerası içinde, doğrudan benim üzerimdeki tesirlerin fikrî verim hâlinde derlenmesi. “Sen bana zehir yedirdin, ben şifâya tahvil ettim!” hesabı. Telegramcılar’ın ana sermayesi seks; bunun etrafında uyandırılan korku ve onu kendi menfaatlerine göre verimlendirmek üzere, şantaj. Bu çerçevede, hiç iz bırakmadan imha, delirtmek veya istediklerini yaptırabilecekleri bir duruma sokmak. Hâlimi ve kahramanlığımı anlayana havâle ederek, Bolu’da Telegramcılar’ın, yaptıkları işe “..... Dosyası hazırlıyoruz” dediklerini ekleyeyim. Ben, kibarca “Seks Dosyası” diyeyim; ve benim bu hususta ehliyetimin hangi yüce mevkilere kadar sarktığını, dosyayı hazırlayanların bilhassa kendilerinin anlatması çabasında olduğumu da söyleyeyim. Söz seksten açılmışken, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın macerasına da, doğrudan Telegram davasına bağlı bir mânâ içinde değinme durumum doğmuş oluyor. Hakkım bâki!

MİTOLOJİ’DE NYMPHALAR

Yer yer hakkı teslim edicilikleri içinde, fikrimin muhalefet kanadında ve muhalefet için muhalefet yapan, son beş senede Telegram’ı açık eden NYMPHALAR, mitolojide neydi? Benim Telegramcılar’a yakıştırdığım bu ismin onlara ne kadar uyduğu eser boyu görülmek üzere, mitoloji’de NYMPHALAR:
Kırlarda, ormanlarda ve sularda yaşayan “genç kadınlar”. Tarlaların ve genellikle tabiatın dişi
esprileri –perileri– olup, bunların bereketini ve lütfunu temsil ederler. Nymphalar, Homeros destanında, Zeus’un kızları ve ikinci sırada İlâhî varlıklar olarak geçer.

NYMPHALARLA KONUŞMAMDAN

Bana, dişi olmadıklarını yazmamı hatırlatıyor NYMPHALAR; ve bu satırları yazarken onlarla uzlaşmacı olup olmadığımın yoklanmasını da yaparak. Nymphalar, cihaz başında bulunan Telegramcılar, dişi değil; ibne. Üçüncü cins dememi istiyorlar. İbne diye yazmamamı rica ediyorlar; ardından “yazmazsan...” diye küfür başlangıcı. Hani, gerisini sen getir hesabı. NYMPHALAR’ın dişilik vasfını, İLME nisbetle YAPABİLME işi üzerinde, benim fikrimle zeki bir oynama içinde oldukları zaman, menfi mânâda anmak istemiyorum. Benim anlatma hünerimce NYMPHA’yı ne mânâda kullandığımı göreceksiniz.
NYMPHALAR’ın klâsik pislikleri sırasında, klâsik bir lâfım ve ardından klâsikleşme yolunda bir lâfım:
— “Ben size, daha işin başlarında, ortaya çıkın, zaman aleyhinize işliyor dedim. Benle uğraşırken, sağa sola bakmıyorsunuz, sizin komuta kademesinin dosyası ortaya çıkacak yakında...”
Ben bunu söylemeden bir gün önce, haber çıkmış da benim haberim yokmuş; ama hafif bir tahmin şaşılığım ile. Yâni Deniz Baykal hakkındaki haber... Tam bu notu yazmıştım ki, Müslüm Gündüz-Fadime Şâhin hâdisesiyle karşılaştırmalı bir şekilde vereyim derken, NYMPHALAR, bir şey düşünürken bunu dağıtmak için hep yaptıkları gibi, ya başka birşey hatırlatarak, ya bir kelime söyleyip beni onda sabitleyen söz ve elektromanyetik dalgalarla –telkin verici diyeyim–, dikkatimi dağıtarak, mevzuyu piç ettiler. Buna devam etme hevesim dağıldığı gibi, gece boyu devam eden fikri didişmeler ve mukabil sövüşmeler sonunda yoruldum. İşin içine biraz üşütme, biraz günlük Cezaevi işleri, biraz dinlenme ihtiyacı vesaire girince, yazım iki gün aksadı. Anlatımdaki dağınıklık dikkatinizi çekmiştir; sebebine de değinmiş oluyorum. Bunun yanında, sözkonusu dağınık anlatım, bu eser için benimsediğim, bana rahatlık vermesinin yanında, Telegram’ın havasını da verecek olması bakımından, şuurlu bir üslûbu gösteriyor. Kuru bilgi vermek değil de, sizde İRFAN KIVAMI hâlinde yaşatmak istediğim bir hamule; Mallarmé’nin, “şiir dili, nesneyi değil, sözkonusu nesneden kaynaklanan etkiyi dile getirmelidir; şiir, mânâ yüklü kelimelerden çok, anlatılmak istenenin ihsas gücüyle dolu olmalıdır” demesi gibi, ben Telegramdaki hâdiseleri, benim üzerimdeki ruhî tesirler hâlinde ve bunu verimlendirme şeklinde vereceğim. Bana Kartal Cezaevi’nde, “bu bir din ve ilim çatışmasıdır!” diyenlere, elbette din tarafında olarak ve bunun hikemiyâtı hâlinde onların ilmini tasarrufa alma şeklinde... Böylece, birgün şöyle veya böyle ortaya çıkacak olan cihazlarının ne ve nasıl olduğunu benim bilmemem ve bununla boş yere uğraşmam yerine, bâki kalacak bir ses bırakmış oluyorum. Üzerimdeki tesirin ne olduğunu anlatmak başka, nasıl bir şeyle yapıldığını bilmek başka birşey ya; cihazın niteliğine dair tahminden gerçeğine yol bulabilecek olanlara ipucu verirken, bundaki yanılmalarım da işin aslını zedelememiş oluyor.

KAVANOZ

Telegram cihazının marifetlerini, belki şaşıracaksınız ama, en özlü şekilde Üstadım’ın Yevmiyeleri’nden göstermeden önce, her zaman bir yeniye âlet olan bana ithaf ettiği Noktalamaları’ndan KAVANOZ isimlisi, tam onbir yıldır yaşadığım, daha doğrusu 60 yaşımın son onbir senesine, tam otuziki sene öncesinden işaret edendir, mânâyı anlayın:
— “Bir cümbüştür kopsa da gece yakamozlarda, — Münzevî balıklarız ayrı kavanozlarda!”

*

Levha: 2 Temmuz 2005... Bir câmide, kalabalığın ortasında, ayakta, Mahmud Efendi Hazretleri ayakta vaaz veriyor. Ben, babamla (Şerif Muammer) birlikte, oda gibi bir girintide, cemaatle birlikteyim. Mahmud Efendi, gördüğüm bir Nasreddin Hoca resmindeki gibi zayıf, gözlerinin etrafı Üstadım’ın gözleri gibi halka şeklinde, çukur, dudakları da hafif çıkık ve belirgin. Yüzü de, tavır ve duruş hâlinde değil de, –ekşi yüzlü demeyeyim!– ciddi. Konuşmadan sonra çıkışa doğru bizim yanımıza doğru geliyor; ona babamı tanıtıyorum. Babam heyecanlı ve hamasi bir tavırla benim için, “onu sizin emrinize bırakıyorum!” veya “sizin emrinizde!” gibi bir şey söylüyor. Mahmud Efendi de bana, “NİSAN’da...” diye, geçtiğimiz Nisan’da olan birşey veya NİSAN ayı ile ilgili birşey söylüyor. Kafasında kavuğu andıran bir sarık, küçük beyaz kavuk gibi, üzerinde de beyaz entari var.
KAVANOZ: 171.
NİSAN: 171.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1171. Menaî: Ölüm haberleri: 171.

*

Münzevî: Yalnız başına çekilip kimseyle görüşmeyen: 113. Salih İzzet Erdiş: 1112= 113.
Mahkeme: 113.
Sicn: Hapis. Zindan: 113.
Mücemmil: Güzelleştiren: 113.

*

Bahsi geçen rüyâdan üç gün sonra, tek kişilik hücreye alındım. Kartal’dan sonra sinsi bir şekilde ve benim “Telegram kaçağı” dediğim hissettirmelerin ardından, 5 Temmuz sonrası bütün haşmetiyle görünmek üzere, asıl işkence başladı.

JAPONLAR

Levha: 22 Aralık 1991... Bir yabancı turist kız... “Ğ” harfini soruyor... Ona, bu harfi “G” gibi bir harfle karıştırdığını söylüyorum... Sonra o kız, sinema salonu gibi bir yerde ve seyirciler arasında ilâhîler söylemeye başlıyor, hisleniyorum... Sonra ayrı bir bölmeye gidiyorum... Almanya’dan gelmiş olanların topluluğunda, türkü söylüyorlar!

*

Ğ: Kef harfi: 20.
Rahman Suresî, 20. âyet: (Meâli: Aralarında kavuşmalarına engel bir berzah var): 2020. Dahi: Eşine az rastlanır zekâ sahibi: 20.
Cêwî. (Kürtçe): İkizler: 20.

*

Gayn: Susuzluk. Ayn harfinden sonra gelen bir harf. Ğ harfi: 1060. Büyük Doğu: 1060.
Sin: İNSAN. (İki kişi demektir.) Bir harf, ebcedi: 60.
Gayn: 1060= 61.
Büyük Doğu: 1060= 61.
Xevn. (Kürtçe): Rüyâ: 62= 1061. Mehdî: 62= 1061.

*

Mütefekkir Mirzabeyoğlu: 1062= 2061. Beyin: 62= 1061.
Müzavece: Çift olmak: 62= 1061.

*

Yevmiye: Vesileler ve bahaneler etrafında konuşurken, hep “nefese mihrak olan zât”a hitabediyor ve bunu bazen sorulanı değil de, söylemek istediği başka şeyi söyleyerek yerine getiriyor... “Peki, İslâm nedir efendim? Müslüman ve İslâm?” suâline verdiği cevab: Şu Japonları alır mısınız? Müsbet ilimler tezgâhı kuruyor... Evine potinle giremezsiniz! Dünyanın en geri, en olmaz şeyi olan alfabesini muhafaza ediyor... Bu ne iş? Bu misâlleri görememek, anlayamamak ne iş? Döndü dolaştı bu iş şuraya geldi... Size burkuk gelebilir sözüm... Bir şeyi tenkid hakkı o şeye mensub olanlara mahsustur; bu bakımdan Türklüğünüzle iftihar edebilirsiniz, ben de iftihar ederim! Bunu söylememe rağmen... Ben düşündüm taşındım, şu işe 15 yaşında başlamışsam, 60 senedir düşündüm; ırkî bakımdan bizim çok münhat bir arazi sahibi olduğumuzu kabul ettim... Başka çaresi yok bu işi halletmenin... Müşahede lâzım... ALLAH ÇEKTİRMEDİĞİ ŞEYİN NİMETİNİ VERMEZ... Hakikaten ıstırab!

*

Yevmiye: 5 Şubat 1983... “Sorulanı değil de başka şeyi söylemeye” misâl, Ahmed Kabaklı’nın “İslâm nedir, müslüman nedir?” suâline verdiği cevabın bir bölümü:
— “Bu makine gide gide öyle bir yere gidecek ki, bir âleme, beşerî hiçbir cehde yer kalmayacak hiç...”
17 Ocak’ta bana söylediği de şu:
— “Benim bir misâlim var... Batı, makineyle, insan ruhunu burnundan mandallamıştır... Nefes aldırmıyor!”

*

Üstadım, ruha yıldırım gibi inen nefs ve şeytan iğvalarından-aldatma ve oyunlarından bahsederken, Hac’da gördüğü bir kısım manzaralardan dolayı üstüne nasıl bir HATAR çöktüğünü, kalbine zehirli oklar atılışının can yakıcılığı ile misâllendiriyor... Hatar: İmâna musallat, kalbe ânî gelen menfi hisler, tehlikeler... Bu eserde, Telegram marifetinin en hainane işi ve gayesi hâlinde bunu göreceksiniz... Allah, çektirmediği çilenin nimetini vermez... Bize, Telegram cihazının marifeti bahsinde, Üstadım’ın MAKİNE hakkındaki sözlerini hatırlatan hâdise, Kartal’da, benim için bir hatar mevzuunu olmasa da, bunu andıran şu sözler:
— “Bunun yüzde biri sende olsa, havandan geçilmezdi!”
Aklımdan geçenleri biliyor, ben cin işi mi bilgisayarlı bir âlet mi tereddüdündeyim, onun veya onların o zaman farkında olmadığım bazı telkinleri hâlinde, onların ve karılarının isimlerini hakaret niyetine söylüyorum, bunu bilmekten yine onların marifeti hâlinde içime hoşluk geliyor... Bu devrenin devamı hâlinde yeri geldikçe anlatılacak başka hâdiseler; ve nihayet, veli marifetini cihazla gerçekleştiriyor olma zannı içinde, bahsi geçen sözü söylüyor. Dava, mücerret veli hakkını korumak ve içinde bulunduğum durum, veli hâli ile elindeki cihaz marifetini aynı sanan bu ahmak karşısında, benim –şu ânda bu satırları yazarken de olduğu gibi–, cihazın bedenime olan tacizi altında cevab verememem ve onun kendisini haklı sanmasının öfke ve acizliği; ağır bir ameliyat geçirirken, komedyenlik marifetini göstermesi istenen bir aktör gibiyim. Üstadım’ın, “en küçük veli, kalbinizden geçeni bilir; psikolojide de bu, kalbten kalbe intikâl şeklinde bilinir!” demesi, cihaz marifetinin, insan cehdinin yerini alması hakkındaki sözleriyle birlikte düşünülürse, düşmanımın cihazı yolundan geçtiğim “elini küfre değdirse şeriat doğar” hikmetini gösteren hepsi birinci sınıf eserlerim, benim HATAR bahsi ile birlikte işi asıl mihrakına –ÜSTADIM’a– bağlamaktaki haklılığımı isbatlar: ONLARDAN... Beni kurtaracak olan da, merkezinde onların oldukları, onların yüzü suyu hürmetine, vefat etmiş veya diri,
himmetçilerden... Bu arada, faal kuvvetleri kendinde toplayan ÇOCUK hikmetini de hatırlayın!

*

NYMPHALAR’a, bu düşüncelerim ile ilgili söylediklerine, müsbet hatırlatmaları bir yana, şu cevabı veriyorum: Adam beni öldürmek üzere bir fiilde bulunuyor, ben yaralanıyorum, şu oluyor bu oluyor, sonra bu etki altında ben, uçurumdan atılan adamın üstündeki pardösüyü paraşüt gibi kullanması ile nihayetinde “gibi” değil de asıl, paraşütü icâd etmişe benziyorum... Burada düşmanıma, “aman ne iyi yaptın!” diye bir tasvib, bir sempati gösterecek değilim... Zaten hayat bu: Nereden ne aldığın değil, ondan ne ve nasıl yaptığındır dava!

*

Eşyaya müteallik aşağı derecede keramet ile, kâfirin de sahib olduğu bir hüner hâlinde kerameti andıran bir takım zuhur ve tasarruflar, bazen birbirine karışır: Birinciye keramet denirken, diğeri “istidraç-sahte keramet” diye anılır. Bugün, teknolojinin vardığı seviye, istidraç nevinden bir takım işleri başarırken ve bu ruhçuluğun aleyhine bir isbatlama sanılırken, aslında tam tersi, sadece gerçek ruhçuluğun yaşayabileceği bir durum ortaya çıkmaktadır; kısacası, ruhçuluğun makine karşısındaki üstünlüğü tescillenmektedir... Ruh, Mevlâna Hazretlerinin CAN’ı “su üstünde bir ışık” diye tavsifi gibi, daima maddeyi kendine delil kılan olarak, onun üstünde, yakalanamaz, kelepçelenemez... Diyeceğim o ki, ölecek olsam bile, bu, düşüncemde pekişme hâlinde, ruhumun zaferini görmüş olarak gerçekleşecek... Duam hep aynı ve samimiyetle: Allah, imândan ayırmasın!

*

İmâm-ı Cafer Hazretleri: Kim nefsi için nefsi ile mücahede ederse, keramete kavuşur. Kim de Allah için nefsi ile mücahede ederse, Allah’a kavuşur... İstidraç ile keramet ve büyük keramet arasındaki fark, bu ölçülendirme içinde mevcut.

*

NYMPHALAR’ın durumunu, daha en baştan –2005’den– beri, “şahsiyet bulma” mânâsında bir “var olma” niyetlerine bağladığım için, bu eserin ismini “makine ve insan” koymak istemiştim: Hem onların ruh tahlilleri, hem benim durumumu gösteren. Bunun içinde şu mânâ da var: Ben de sizi, bizzat cihazı kullananların şahsiyeti ve çevresi diye tanıyorum. Bu, bir meydan okuma idi... Geçen zaman içinde, onların durumu ve şahsiyetlerinde, daha önce bahsettiğim gibi, toplum ve devletin bünyesini okur oldum!


Baran Dergisi 176. Sayı