ZÜBEYR: 226: HAVARÎ-Yardımcı… Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, "Allah adamları" diye sadece velilere değil, Sahabîlerin de sahib oldukları velâyeti içine alıcı bir tertibte, HAVARÎ meşrebleri de izâh etmiş, "yardımcılığın" mahiyetini açıklamıştır… HEWA-Devre. Dönem: 26: İKBAB-Yüzüstü kapanma. Bir şeyin üstüne fazla düşme. Olması için aşırı çaba harcama… LEVHA: (…) Haziran 1983… "Özetle": Üstadım, kürsüden "İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!" diye haykırıyor. Ben ölü kalabalığın içinde bunu tekrarlayarak haykırıyorum. Sonra aynı şeyi kalabalık. Ben kendimi kaybetmiş öne atılırken yumuşak bir siyah yatağa yüzüstü düşüyorum… Sonra, Muhyiddin-i Arabî Hazretleri'nin FÜTUHAT-I MEKKİYE isimli eserini mütalâa ediyorum… NOT: Sözkonusu rüyânın üzerinden 26 sene sonra 1999, METRİS mucizesi. HAVARÎ'nin mânâsını işaretleyişim ise, sözkonusu eserin takım olarak yayınlanışı ile 33 sene sonra, 2007'de… HAVARÎLER, her dönemde bir kişi; iki kişi olmaz ve o öldüğünde, yerine başka biri. Allah Resûlü devrinde bu makamın sahibi, ZÜBEYR BİN AVVAM Hazretleri. HAVARÎ, Allah'ın dinine yardım ederken, "bilgi, delil, ifâde, isbat" ile kılıcı birleştirmiş kişidir; cesur ve atılgandır. Kılıç ve bilgi ile yardım eden çoktur, fakat HAVARÎ, Allah Resûlü'nün mucizesi varisi olarak, kerametin fevkinde olan bir VEHBÎ nailiyet sahibidir. Ondaki atılganlık ve cesaret, BÜYÜK DOĞU emsal, İslâm'ın geçerliliğini, Allah Resûlü'nün davasının doğruluğunu ortaya koymasından sonra, geride havarînin o mucize sahibine varisliği çapındadır. Malûm olduğu üzere, bir velinin kerameti, bağlı olduğu Peygamber'indir. Mucize ise, Allah'ın doğrudan Peygamber'de tecelli eden ihsanı; ona keramet denemez. Allah Resûlü'nün en büyük mucizesi, Kur'an ve Hadis ile sünneti… MUCİZE'nin "ifâde, beyan, hakikat" mânâsıyla benim şâhid olduğum ÜSTADIM'ın takdim yazısı, mucize varisliğine ne büyük bir misâldir. HAVARÎ'de varid olan şey, Allah Resûlü'nün mucizesine eklenendir… HAZRET-İ Zübeyr hakkında Allah Resûlü'nün, "Her nebînin bir veziri, dostu ve yardımcısı vardır, benimki de Zübeyr'dir!" ve "Zübeyr benim amcamın oğludur, ümmetimdendir ve yardımcımdır!" deyişini ve Cennet'le müjdelenen 10 büyüklerden oluşunu hatırlatalım.
*
HAVER: Doğu, şark… HAVER: Zayıf olmak. Yumuşak çukur yer. Koltuk. Denize suyun döküldüğü yer… HAVER: Gözün beyazının çok beyaz ve karasının çok kara olması. (Mehdî hakkında tam bu mânâyla ifâde edilen Hadis hatırlanmalı.)… HAVERAN: Doğu ile Batı. Şark ve Garb… HAVARE: Yiyecek, azık. "Besleyen. RABB'ı hatırla": 812: ŞAHI NAKŞİBEND… HAVARIK: Harika'nın çoğulu. Olağanüstü. Acîb. (HARİKA: Acı. Rızk. Zübeyr bin Avvam Hazretleri'nin, Allah Resûlü ile 5. babada, MÜRRE bin Ka'b ile birleştiğini ve mürre'nin "acı" mânâsına gelişi hatırlanmalı… HARİK-Ateş: 318: ZÜBEYR BİN AVVAM… PİŞVA-Öncü. Kumandan: 318: HADUŞ-Pire. Sıçrayarak yükseğe çıkan.)… HEWARÎ. (Kürtçe): Havarî… HEWAR: İmdad. Yardım. Gâzi… HEWER: Talim. Yetişme. Alışma. (MEKTUBAT: 869: ZURHÂNE-İdman yeri. Tâlim… Necib Fazıl Kısakürek-Salih Mirzabeyoğlu: 869: TAHTANİ-Alt kat. Alt katla ilgili. Alt. Derin… TAHT-ANÎ: 1400 + 61: 1461: TEHNİE-Tebrik etme… ANÎ: Ansızın birdenbire. Bir ânda kemale ermiş: 61: AYEN-Demir. "Maden"… BÜYÜK DOĞU: 1060= 61: NAZİR-Benzer. Taze. Altun… YEKAYEK-Tek tek. Birer birer. Ansızın: 61: MÜSTESNA-İstisna edilen. "İki kişi"… ÜÇIŞIK ve Büyük Doğu-İBDA ilgisini düşünün.)
Rüyâda gelen mânâ: "12 sığır yavrusundan biri, mucize beyanıdır!"… BAKAR: Öküz. Sığır. Dana. "Bakr, yarmak-delmek mânâsına geldiği için, sığır ve öküz toprağı sürmede kullanıldığından bu isim verilmiştir.": 302: İCAZKÂR-Mucizeli olmak… BAKR-Açmak, genişletmek: 302: DERVİŞ MUHAMMED. "Noktasız harflerin ebcediyle"… KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN-"Noktalı harfler": 302: MİRZABEYOĞLU… (BAKARA Suresi, Kur'ân'ın 2. Suresi; ve son âyeti, en son inen. Kur'ân bu âyetle tamamlanıyor… Bu Sure'nin son iki âyeti hakkında Allah Resûlü: "Allah, Bakara Suresi'nin son iki âyetini, bana ARŞ'ın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, oğullarınıza belletiniz. Çünkü bunlar hem namazdır, hem Kur'ân'dır, hem duadır."… Son âyet, "Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez" diye başlar… Ayrıca, bir gün meleğin gelip kendisine hiçbir Peygambere verilmemiş iki nur diye FATİHA Suresini ve BAKARA Suresi'nin son âyetlerini, müjde olarak bildirdiğini söylemiştir.)… 12 âyetli Talâk Suresi'nin 4. âyetini, KUST otu ile ilgisi içinde daha önceki sayılarda gösterdik… YERA'-Sığır buzağısı: 211: NU'MAN-Hayvan, hayat. Kan. "İmam-ı Azam'ın, Numan bin Sabit ismi"… EBHUR-Denizler: 211: PERDE-Berzah. "Rahman Sûresi 19 ve 20. ayetler ile, Furkan Sûresi 53 hatırlanmalı"… MU'CİZNÜMA-Mucize gösteren: 211: DEBRE-Savaşırken askerin bozulması. Bir evlek yer. "Evlak-delilik, cünun". Vaktinden sonra gelmek… BEDRE-İçi altun dolu kese: 211: MÜSTAHLİF-Kendi yerine geçiren… SIVAR-Sığır sürüsü. Misk kabı. "Savlec: Lâtif. Misk. Gümüş": 297: RAHMAN… BERNAME-Mektub başlığı. Yazı başlığı. Zarfın üzerindeki adres. Fihrist: 297: REVNÜMA-Zuhur eden, kendini gösteren… ROMAN: 297: TEVFİZ-Birisine bırakma. İhale ve sipariş etme… MURAN-Karıncalar: 297: MÜBERHEN-Delilli, bürhanlı, isbatlı.
*
BAKARA Sûresi'nin ve Kur'ân'ın son âyeti: 13554: TAKDİM… ZİHİN Kontrolü: 1553= 554: MEHDÎ Salih İzzet Mirzabeyoğlu… SEYYİD Abdülhakîm Arvasî: 13554= 1566: İSNEVÎ-İki ile alâkalı. Pazartesi ile alâkalı.
*
DÜ-VAZDEH: 10 + 23= 33.
Cüll: Her nesnenin büyüğü ve muazzamı. Gül. (DELK: Gül tohumu. "Delik"…): 33.
Bagal: Koltuk: 1032= 33.
İslas: Üç aded yapma. Üçe ayırma: 1032= 33.
Eslas: Üçte birler: 1032= 33.
Bal: Boybos, endam. Üst, yukarı. Kanat. Kol, pazu. "El": 33.
Kuz: Çanak. Kab. Bardak. Tas: 33.
Bal: Gönül, kalb. Hatır: 33.
Cell: Gemi yelkeni. Pîr olmak. Kadr ve mertebesi büyük olmak. Celil, ulu: 33.
Muhfaza: Küçük kutu. Zarf. Kab. "Kut'u hatırlayınız": 33.
Dü-Dide: İki göz: 33.

Yekpa: Tek ayaklı. Topal. "Gusto": 33.
DÜ-VAZDEH: Oniki: 27.
Gav: Bakara. Öküz. Sığır: 27.
Vahîd: Yalnız, tek. Allah Sevgilisi'nin bir ismi: 28= 1027.
Ebu Eyyub: Deve. Cemel. "Nefs. Gemi. Yüzen": 28= 1027.
Bekke: Mekke'nin eski ismi. (Mekke: 65: Necib): 27.
Güva: Şâhid, delil: 27.
Taha: Döşeyip düzgün sermek, yaymak. Düzgün arz: 27.
Dehdeh: Halis altun: 28= 1027.
Hakk: Kazıma. Oyma, delme. Maden üzerine yazı işleme: 28= 1027.
*
DÜ-VAZDEH: 27=1026.
Hadîd: Demir, çelik. Sert, kavi olan. Çabuk, kavrayışlı, keskin, öfkeli, hiddetli, titiz. Hudud ve sınır komşusu: 26.
Eyadî: Eller. Sebebler. Nimetler: 26.
Buyçe: Sarmaşık. "Helezon. Sahil. Dimağa erişmiş baş yarası": 26.
Beyyahe: Balık ağı. (Mesh. "İngilizce": Ağ ile tutmak, tuzak. Çark dişlilerini birbirine geçirmek.): 26.
Bedihe: Başlangıç. Birdenbire ve düşünmeden söylenen güzel söz. Hazırcevablık: 26.
 
"BEN KOLTUKTAN ANLARIM!"
 
LEVHA: 20 Ağustos 1995… Üstadım'ın misafiriyim… Bir ayağını altına almış ve minderde oturur gibi KOLTUK'a oturmuş… Aynı vaziyette ben… Başbaşa samimi bir sohbet içindeyiz… Şair CELÂL SILAY'dan bahsediyor ve "çok duygulu bir insandı" diyor… Rahmetli Neslihan Hanım da öbür odada sofra hazırlıyor… Öbür odada, ev halkından ama benim tanımadığım birkaç kişi var… Elimi yıkamak için alt kata iniyorum. (…) Yukarı çıktığımda niye geç kaldığım sorulunca, çorablarımı aradığımı söylüyorum!
*
BAGAL-Koltuk: 1032= 33: BAGAL-Katır. "At ve eşekten, iki ayrı cinsten doğan ve döl vermeyen hayvan"… "Uzun zaman ve lisân" ile, "hayâl ve sırdan" mürekkeb bir kadîm mânâ… KOLTUK: KUL-TUKA… KUL: "De, söyle, bildir" mânâsında emirdir. "Nefs-i Natık: Konuşan Nefs"… TUKA: Takva. Allah'tan korkmak. "Birr-Takva. Temizlik. İhsan etme. İyi amel. Halkı sevketmek. Gönül, kalb. Tilki yavrusu"… KOLTUK: KUTLUK-Devlet ve saadeti yakalama… KUT-Yaşatacak gıda, rızk. Kuvvetlendirmek. Hayl… LUK: Yük devesi. "Nefs. Lük, kırmızı boya. Feraset. İdrak sıfatı. At. Ufak çocuk"… İngilizce'de KOLTUK: Armchair-Kollukları olan, kolları koyacak yeri olan sandalye… Bahaneyle SANDAL'ın "suda yüzen" ve bunun da "deve" gibi bir "nefs" mecazı olduğunu hatırlatalım; ve ARŞ'ın su üstüne istiva edilişini… ARM: Kafa tutma… ARMA': Alaca yılan. "Hayat"… AZB: Gizli kalma. Görünmez olma… AZBA': Kolun yukarı kısmı… AZBU': Sırtlanlar… HAYLA': Sırtlan. Korku. Giz cinsinden bir nesne… HAYL: Kuvvet. Havl… HAYL: At, at sürüsü. Atlı sürüsü. Zümre. Düşünmek, hıfzetmek… HAYİL: Döl vermeyen hayvan. Mania, engel. Hicab. Perde… HAYLE: Keçi sürüsü. "Yenileyenler. Rahmet. Kut'lu olmak. Cedd-ana ve babanın, ana ve babaları. Dişi. Cedced-Pek düz yer, Kırgızca'da bitâ"… HAYLE: Zannetmek, sanmak. "Asl olanla var olabilen, arızî"… KASAH-Sırtlan: 169: ABDÜLHAMÎD-Hamd eden kul… RAHMAN Sûresi 19 ve 20 âyetler toplamı: 3166= 169… KADÎM-Eski zaman. Başlangıcı olmayan. EZEL: EBEDD-İri gövdeli. "Nefs". Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet: 154: MEHDÎ MUHAMMED.
*
MERDİVEN: (Nerbdan-Neverd bam-Neverd ban… Neverd: Kıvrım, büklüm, tayyetmek, dürmek… Bam-ban: Tavan… MERAKÎ: Merdivenler, basamaklar. Vesvese. Vehim, hayrette kalan… MERAKÎ-Şiddetli arzu: [351:] KUR'AN): 310.
Simurg: (Mevhum bir kuş. Her arayanın peşine düştüğü metbua nisbet, onunla vardığı yerde "o kendi" bulduğu bir mecaza mevzu efsanevi kuş. O hakikati olmayan bir mahiyet olarak, mevhumdur. Varlığı hakikatle görünen bir yokluk, bir yaradılışla bilinen, vardıkça var kılınan.): 1310.
Evrencen: Kadın bileziği. (KELİME-İ ŞEHADET: 806: RABITA-İ ŞERİFE. "Abdülhakîm Arvasî Hazretleri'nin bu isimde ve mevzuda eseri."… HURBE-Her yuvarlak delik: 806: HUDARA-Allah için, Allah aşkına. "Farz: Delmek."… UHRE-Bir şeyin sonu, ahiri: 806: IHDAR-Kendini gözlemek. "Murakabe"… KUZZE-Pire: 806: ZEVK. "Gusto"…): 310.
*
YEVMİYE: Üstadım, annesi Mediha Hanım'la Beylerbeyi'nde oturduğu yıllardaki konfor merakından bahsediyor  -"Birgün baktım eski KOLTUK takımı diye şu kadar para istiyorlar… Adam belki beş misli istese vereceğim; çünkü değeri o kadar eder, bir antika tarafı var… Ben mobilya stilinden anlarım… Eve getirdim, annem "bu eski mobilyaları neden getirdin?" filân diyor… Tabiî anlamadığı için!"
 
BİR KİTAB VE NYMPHALAR
 
LEVHA: 15 Temmuz 1992… Suyun dibinde, havada uçar gibi çok süratli bir biçimde gidiyorum… Bu gidiş içinde, önümde ben yaklaştıkça mesafeyi bozmadan kaçarak benimle kayan kendi ÇEHREM… Kendi kendimi murakabe gibi… Murakabenin Abdülhakîm Arvasî Hazretleri'ne yapılması gerektiğini düşünüyorum… Bunu deniyorum… Kaybolma -kendinden geçme- başlayınca, sureti bırakmam gerektiği aklıma geliyor… Kendimi büsbütün salma yerine düşüncelere takılmanın cezbeyi kesebileceğini… "Lâ havle…" çekerek kendimi salıyorum!
*
MELLE: Genel bir ifâdeyle "Medrese hocası" ve "Medrese talebesi" mânâsına gelen Molla sıfatı… MELLE: Suda yüzmek… Kürtçe bu iki kelime, ilk ânda iki ayrı mânâ ifâde ediyor görünse de, bize aşina olanlar "deniz ve ilim, nehir ve küllî ruh" ilgisine nazaran MELLE-MOLLA'nın içyüz hakikatini idrak ediyorlardır; olmaları gereken ve olduktan sonra hep olmaları gereken bir serüvenci. O, en genel mânâda hakikati, hakikat olduğu için sevmez, hakikati Allah ve Resûlü yoluna giderini bulmak ve bilmek için, onun "buğz ve aşk" kutublarını idrak için sever… MELLA: Zengin… MELLE: 75: Mehdî Salih Mirzabeyoğlu… MELLAH-Gemici, kaptan. "Sabihat-Yüzücüler. Gemiler. Yıldızlar. İmânlıların ruhları. Sabahat-Yüz güzelliği. Güzellik": 79: VAHDANÎ-Allah'ın birliği ile alâkalı… MİLT-Aslı belirsiz hakikat: 79: DİSE-Ferd. Zât. Kişi. Şahıs. "Ben Kimim?"… MELLAH-Dalkavuk. Oyunbaz. Dübaracı: 671: TELEGRAM.
*
 "BEN KİMİM?" ve TELEGRAM… Telegram'ın "zihin kontrolu" nevilerinden biri ve zihin kontrolünün bâtın ve bâtın kahramanlarından bir imdad ile bende bir usûl ve metod belirtişi gözönünde tutulursa, zihnim "ben kimim?" karakter özelliğiyle TELEGRAM'ın da kendinde ne rol oynadığının özel niteliğini belirtiyor. "Ben kimim?" özelliğim, hâliyle bana yapılanı da belirttiğim çerçevede bir hesablaşma unsuru olarak buna dair bir özel kılıyor. Yâni, genel bir "Ben kimim?" ile genel bir "zihin kontrolu" lâflaması içinde, ikisinden de uçuk, "herkesin TELEGRAM'ı kendine!" denemez, çünkü TELEGRAM zihin kontrolünün genel karşılığı değil, bir nevî. Üstelik, mevzu olarak TELEGRAM'ın tâbi tutulduğu kişiler, ayrı amaçlarla buna tâbidirler. Her adlî vakada çözülmek istenen amacın farklı olması, buna misâl. Zihin kontrolu, iki kişinin karşısındakini teshir amaçlı sohbetinde konuşanın hem kendi hem karşısındaki, dinleyenin hem kendi hem karşısındaki bakımından iki yönlü olduğu gibi, bu emsal, bir tez sunuşundan, bir ders anlatan ve dinleyenden, her mevzuda yol gösterici ve gösterilenden, bir filmden, bir reklâmdan, bir HİPNOZ'dan, bir hastahânede doktor ve hasta, beyin dalgalarından hastalığı anlamaya çalışana kadar, her şeyde ve her yerde insanın düşünce faaliyeti ve daha neleri içine alan bir mahiyet belirtir. Polisiye işlerde sorgu, derken ilâç vesaire… TELEGRAM, basbayağı "uzaktan haber verme" mânâsında bir kelime ve bana alay için söylenmiş olan. Sersemin bana taş atıyorum diye ALTUN atması veya benim simyamda ALTUN'a dönen taş, bu kelime, Lâtin kökenli ve hususen İngilizce'de lisânın aslî sahibleri tarafından değil, benim kendi özel yakıştırmalarımla İCÂD olunmuş bir mahiyet belirtir… İFLÂK: Şiir okurken, fesahat üzere, düzgün okuma üzerinde olmak. Kelime ve mânâ icâd etme… Şiir idraki? Uzaktan elektromanyetik dalgalarla zihin kontrolünün benim zihnimde, hem cihaz, hem söz plânındaki hesablaşma sürecinde, onun markalanması işi: TELEGRAM kelimesi… Kelime, karşılığı tarafımdan doldurulmuş, aynı zamanda bir kavram mahiyetinde: İcâd olarak, yüzde yüz ANADOLU bulgusu… Niteliği belirttiğim şekilde olan "beyin kontrolü ve yönlendirmesi"ne giren "zihin kontrolü"nde onu al, güle güle kullan: Ama mucidlik taslama ve bilir bilmez kurbanı zora düşürücü uyduruk genellemelerle kurgularda onu piç etme. Bir hâdiseyi hikâye etmek başka şeydir, hikâye yazmak başka birşey… NARSİST-Hep benci, kendine hayran bir çehre mi çiziyorum… Bu hususu da, yukarıda anlattığım meseleler çerçevesinde hep kaşıyan NYMPHALAR'ı da içine almış, açıklayayım. Bu benim işim. Ben, vefat ederken "demek böyle ölünüyormuş!" diyen ÜSTADIM'ın kumaşındanım.
*
MİTOLOJİ kişileri, bir hakikatin zamanla oluşması şeklinde mi, yoksa bir hakikatin zamanla değişmesi şeklinde mi doğmuştur; birincide hakikatine erilen, diğerinde anlayışın değişmesi ve idrakin kütleşmesi şeklinde, bozulan. Eski metinlerin yeni dile getirilmesinde, klişelerdeki mânâ değişimlerinin getirdiği anlama zorluğu vesaire de caba… Değişik kültür ve din anlayışlarına göre iyi veya kötü olarak nitelenebilecek bir tipi, biz, "bir kişinin dış yüzden iyi ve kötülüğünü bir yana bırak, onun aslına bak; bakalım nasıl biri!" diyen VELİ anlayışından mülhem, meselelerin içyüz maktalarına bakmadan hisse sahibi olarak, NARKİSSOS: "Yunan mitolojisinde, bir NEHİR Tanrısı ile bir SU Perisi'nin oğludur. Son derece yakışıklı. Suda gördüğü kendi suretine aşık olmuş ve kendisine tutulan su perilerine yüz vermemiştir. Bunlardan EKHO öyle kırılmıştır ki, onun üzüntüsüne hak veren intikam tanrıçası NEMESİS, NARKİSSOS'u, Nergis adıyla bilinen çiçeğe çevirmiştir. Zamanla edebiyata intikal eden bu MİTOS, NARKİSSOS'a bir adamın aşık olması ve intiharı, sudaki suretine eremeyen NARKİSSOS'un intiharı şeklinde, değişik versiyonlarla işlenmiştir!"… İşin nazik tarafı, NARKİSSOS'un sudaki aksinin güzel bir kadın olması, bazı kültürler için olağan, kendisinin de ibne istidadında olmasıdır. ENSESTLİK hayâline kadar yol veren bu hikâyede, aslında ilk tesbit edilmesi gereken husus, aynı BATIN'dan (Allah'ın EL-BATIN ismini hatırla.) meydana gelen zâhir ve bâtının -NARKİSSOS'un çehresi ve sudaki aksinin-, son tecridte bedenin gîz letafetinde nefs ve nefsin dişi ruh hüviyetiyle Hakka dönük alıcılığının ebedî olması bakımından, sudaki görüntü onda Hakk'ın teşbihi-zann, birleşme hiçbir zaman olmayacaktır. "Mutlak Tevhid mümkün değildir!" hikmetinden bir iz. VAHDET'in "bende" gerçekleşmesi, benim HALK âlemi ile EMR âlemi arasında BERZAH olan nefsime nisbet, BERZAH'ın kendine BERZAH olamayacağı hakikati bakımından, asla mutlak VAHDET'in "bende" gerçekleşemeyeceğidir. Eğer olabilseydi, bu İNSAN'ın yanması-yok oluşu olurdu. En son, Allah ve mahlûk kaldı mı, birlik ikisinin de sırrını toplayanda olur ki, böyle bir kıyasta sanki eşitler arası bir adalet, mümkün değildir. "Allah bize adliyle tecelli etsin!" diye dua isteyen birine, ESSEYYİD Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, "Adliyle değil, fazlıyla etsin; yoksa yanarız!" buyurmuştur - bizimki ondan bir kıyas. VARLIK, mutlak anlamıyla VACİB-ÜL VÜCUD'ta, -varlığı zorunlu Mutlak Varlık'ta- olunca, bizim ezelî ve ebedî varlığımızın bir mucize, evveli bilinmeyen bir ezelilik ve ebedîyen sürecek olan bir gidiş olması iktiza eder. Ne ki O sanırsın O değil… Bana "şahdamarımdan yakınken"… İnsan, kendini bildiğince Rabbini bilir; bilinen hep mahluk, ötesi hep Hakk… AŞIK'ın, "beden, nefs, ruhî, ilâhî" ne kadar vasıflandırma varsa hepsini içine alıcı lûgat mânâsını, KIRGIZCA'da gördüm: FAZLA demek… O, bana "herşeyde toplamından fazla birşey vardır!" hikmetini hatırlatıyor; FAZL'ın bir ihsan, fazlalık mânâsıyla takva, bütün varlığın kendine mahsus bir var olma ve var kalma isteğinin "kendi varlığını sevme"yle ilgili kendi derecesinde bir aşk belirtişini, elbette insanda iradî olan ve olmayan bütün faaliyetlerin temelinde mevcut olanın bu olduğunu… AŞK, "fazladır, mütealdir, aşkındır, transandantal"dir; şuurlu ve şuur dışı varlığımızı pençesine alan, ihata eden… NARKİSSOS'un şahsiyeti ve etrafı hakkında, her devir ve kültür, din ve anlayış farkıyla "müsbet" ve "menfi" yorumlar çıkarılabilir: Zaten bunu söylediğimiz ânda, aşkın "nefsanî, havaî, beşerî ve ruhî" bütün görünümlerinin hakikatinin ne olduğu problemi ortaya çıkıyor ki, bu onun BİR açısından müteâl-aşkın vasfına âit oluşunu bozmuyor - "işte bu ne?", bütün mesele… "Allah âlemi bir aşk ânında yarattı!": Mutlak Fikir Gerek… Unutmadan: İster bir kurtuluş, ister bir ümitsizlik eseri olsun, intiharda bile bir "kurtarılan ben-şahsiyet" vardır - kim ne derse desin… Yine bir not, hatırlatma cinsinden: NEHR, âyette geçen "Cennet'te nehir" tasvirlerine nazaran, KÜLLÎ RUH hükmündedir. "Zaman içimizde akıyor ve zaman israfı içindeyiz!" hikmetinin kasdı da ruh. Ruhîlikle bildiğimiz. Zaman, -sadece saat zamanı değil-, Allah'ın içinde varlığı var ettiği "üzerinde bulunulan işle, yâni tezahürleriyle" bilinendir. Zâhir ve bâtında. Bu niteliğiyle o, akla "yokluk" şeklinde hitabeder. NARKİSSOS'un NEHRE bakıp orada gördüğü bâtın sûreti meselesinde, gözönünde tutulması gereken… Buraya kadar anlattıklarımızda, "zâtî mahiyeti neyse o" bir hakikat veya hâdiseyi, bizim kendi davamızı, kendimizi izâh için kullandığımız açık. Daha kendini methedici bir mânâda: O'nun olması gereken mânâsı, ona rağmen, ucuna iliştirdiğimiz hakikatlerdedir.
*
NEBAT: Topraktan yetişen herşeye verilen genel isim. Ot. Serab… RÛYÂ: Yerden biten ot… NERGİS: İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu uyuşturucudur. Mahmur, süzgün, hüzünlü bakan gözü andırır. Fulya ve kardelen cinsi çiçeklerle bir ismi belirtir-Nergisgiller… NERGÎZ. (Kürtçe): NERGİS… Telegram hesabı bölüyorum: NER-GİZ… Ner, "Adam-İnsan. Dalga" demek… Giz: Gizlilik. Sır. Meçhul… "İNSAN bu, hakikati meçhul": NER-GİZ… "Biz, rüyâların yapıldığı kumaştanız!" diyen Shakespeare'i hatırlamamak ve NEBAT'ın hareketinin İNSAN'da secdeye muvafık gelişini anmamak olur mu? NARK. (Kırgızca.): Değer, kıymet. Bahşiş, ihsan… Üstadım'dan: "Vazgeç şüpheci akıl şu sefil acabadan, - Cabadan geldin, bari gitme cabadan!"… NEGİZ. (Kırgızca): Temel, esas, prensib. "Göz-idrak mânâsına nazaran, rabıtada tertib, düzen, usûl"… NEGİZDE. (Kırgızca'da): Tesis etmek, tahkim etmek… Kırgızca'da AŞIK kelimesinin bir mânâsının da "iveklik etmek-acele etmek" olduğunu, aceleden dolayı olmasa da başta yazılı NEBAT kelimesinin tedaîlerine bitiştirmek için buraya sıkıştırıyorum. Çok güzel kullanılışlarından biri: "İveklik edersin, elleri güldürürsün - Acele eden, kendini yiyerek yakar!"… NEB: Haber. Peygam… NE'B: Yaşlı dişi deve. "Pîr nefs"… NEBH: Toprak. Kabarcık… NEBH: Köpek havlaması. "Basar-kalb'in sesi"… NEBH: Tenbih… NE'BE: Belâ. "Güzellik"… HUBÎ: Güzellik. "Bediî, estetik değer"… HUBB: Hilekâr, aldatıcı… İki yüzü HUB ve HUB, birincisi "günah", ikincisi "iyi" anlamında… HUBB: Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Muhafaza ve saklama… HUBBAZÎ: Ebegümeci. "Bilindiği üzere bu kelime, KUREYŞÎ - TÜRK - KÜRT kelimeleriyle aynı ebcedte ve mânâ olarak bütün insan topluluklarını içine alıcı bir dava iddiasıyla geçen sayıda BİZİM ANADOLU diye arzedildi"… HUBBAZÎ: HUBB-AZÎ. "AZY yazılır"… AZY: Deniz dalgası… HUBB-AZÎ kelimesi, "kendi görüntüsüne aşık, hayran ve hayrette kalan"ın, Hakk veya bâtıl mahiyette bütün insanlığa şâmil bir varlık murakabesi neticesi muhasebesinin bir isim ve temsilini gösteriyor… Hak veya bâtıl soydan her türlü "kendinden geçesiye derin" düşünce ve hâl, bunun içinde… "Bir VELİ, mevzuunu bulamaz ki ben desin!": Bu derinlik, hiçliğe kadar varlığı idrak ederken orada şaşı kalan her türlü sırf beşerî zıplayışa nisbetle, o hiçliği de yoklukla varlık ve varlığı bu yokluğa yerleştiren Allah'ın ve emirlerinin temsilcisi Resûlü'nün ölçüleriyle bahis mevzuu olan hâli ifâde eden VELİ'nindir ve mevzuunu bulamamacasına kendini kaybetme hâlinin "hakikatin hakikati" olarak aslıdır. Yine Bütün Fikrin Gerekliliği davasına girmeyelim… HUBBAZÎ, içi doldurulmuş bir mânâ olarak, İBDA'nın, muhiti ANADOLUCULUK olan… Böylece, kaba saba anlayışların, "kendini medh" zannedilen ve İslâm'ın nefste nefyedilmesi gereken diye baktığı abur cubur böbürlenmelerin, kendini medhederken Rabbını senâ eden-kendinde bunu bulan arasındaki fark da, "azîz fikir" tezahürüyle tefrik edilmiş oluyor. Şah-ı Nakşibend Hazretleri'nin, bir yandan "âlemde bundan daha harab bir bünye olsaydı, hazineyi onda taşırdım!" tevazuu, diğer yandan "Bizim kibrimiz, kibir değil, Allah'ın azametini gösteren kibriyadır!" buyurması gibi… Küfür ehli karşısında, icab ettiği yerde Hakkı eda edilmiş bir keyfiyetle kibir bile, Üstadım'ın ifâdesiyle, "hâkim bir davanın mahkûm bir tavrı olamayacağı" ikazıyla, Hadîsle sabit - bir sadaka hükmündedir.
*
Gelelim TELEGRAM mevzuuna… Yapılan işe TELEGRAM ismini vermem, onun ÖLÜM ODASI isimli mücerred bir dünyayı toplayan hücre hâlinde, benim hayatın nihayeti ve nihaî gayesi amacıyla girişeceğim toplam bir muhasebenin içine, bir kader sırrı olarak hapishâne hayatım ve bu hayat içinde yerini alan bir vakıa şeklinde dahil oldu. Her şey gibi, tesiri adamına göre bir iş, bende temel muhasebem içinde müthiş bir kemirgen rolü oynadı. Meselâ, bir adama bir tokat atılır, aynı şiddetle bir başkasına, bedene tesirin bile farklı olması bir yana, biri sırıtarak giderken, öbürü ruhunda kalıcı bir tesirle yaşar… Üstelik TELEGRAM, sürekli bir iş ve bahsi geçen şekilde beni sadece beden değil, ruhî olarak da takibte ve tacizde… Demek ki, ne kadar basmakalıplara girmiyor ve NYMPHALAR'ın bile tekniğini izâh edemediği bir iş olsa da, -bunu defalarca anlattım-, ben bunu "karizmama üstün bir ek versin" diye değil, yapılanın üzerimdeki ruhî ve fikrî tesirinin muhasebesi olarak, "nefs muhasebemin tabiî bir unsuru" şeklinde, her türlü telkin ve sözlü muhalefet ve bunun sürdürülmesi için -hani tam alışacakken geberdi olmasın gibi!- doğru ifâde girdileri ve telkinleri dahil, bir hâl yaşıyorum. Bunun ifâdesinde ve dünyada örneği olmayan. Samimiyetime dikkat: Bir yanda kurtuluş tabiî dileğim, diğer yanda yediğim zehiri ilâç dozu hâlinde şifaya âlet bir ilâca döndüren ECZACI gibiyim. Beni kendi tutulası dilimle TEZAT içinde gösteren bir durum; ağlanacak yerde gülen-gülebilen bir garabet. Müşahhastan herkes anlar: Bir yanda idamdan dönme ağırlaştırılmış bir müebbed hayatı, diğer yanda tabiî olarak bundan kurtulmak isteyen bir adam düşünün, adam bazen kendini yemeye gelmiş aslanı yaşatır gibi konuşuyor. Her türlü salak tefsire açık bu hâli, benim nefsime âit çıkardan daha baskın gelen hakikat tesbiti şahsiyetime verin. Bu tesbitte, benim için en arsız ve yırtık bir hâlden, en anlayışlı tona kolayca intikal eden ve bana kendisi hakkında iyi niyet dilettiren NYMPHA-Ser de var. Ben, ölsem de, ona galibim - bunu defaatle anlattım, yazdım. Ona biçtiğim ve hatta bazen alay-şaka karışımı, eziyet ve sözlü usandırıcı tacizi karşısında bile, "haram olsun sana verdiğim emek!" dediğim NYMPHA-Ser, bu anlayış hâline biçtiğim hususu bile, kendi kontrol amacı için ve cihaz hüneriyle telkin şeklinde yapmış olabilir. Ona bütün aşağılayıcı vasıfları da misil olarak sıralıyorum, sıralayabilirim. Ama doğrusu bu ya, ben onun için bir KUT'um; bunu değerini kendi ne yapar bilmem, kendi bilir. O nedir, ne olmak ister, benim dışımda. Ama onu, beni hiçbir zaman unutamayacağı bir keyfiyet yarası ile yaraladığımı söyleyebilirim. "Bu TELEGRAM'ı kime tatbik edersen et, benim yokluğumu hissedeceksin!"… Onu SECRET'liği içinde benden ötede çizeceği müsbette kararını bir şahsî galibiyet gibi görmeyeceğimi, aynı zamanda hemen çizebileceği arsız görüntüye mâni olmak bakımından da ifâde edebilirim, ama değil. Bana şunu der, imâ da etmiştir: "Bir kâfiri müslüman yapmak, Allah Resûlü'nü kâfir elinden kurtarmak gibidir!" hadîsini serdederek, hâni beni malûm şiveli gariban bir iyi niyetliye tenzil etmek. Bildiği hâlde, anlamıyormuş gibi, beni kendisini tavlıyor alayına getirmek… Bu hâlleri, onları medih için zarf uzattıktan sonra, medh ceblerine, fazlalık olarak da alay etmeleri cümlesindendir… Bende tavlıyorum zannı garibanlık yok, ama istidadını takdir ediyorum: Malûm, istidad, iyi veya kötüye meylederken, makbullük değil de varlık olarak birdir. O kendi varlık sırrı kendine, benim için bahsettiğim hüviyetledir. Bu satırları yazarken, okuyanların cümlesinin içinde uyanan bana dair "tezatlı" duygusu var ya; işte ne tezatlar içinde bir istikamet sahibiyim anlayın… 2005 yılında, TELEGRAM'ın sanıyorum üç-beş ay geçmiş bir zamanı, biri "daha alışmadı mı?" diyor. Onun alışmak dediği, eğitilmiş yunus balığına gösteri sonrası verilen ödül, kontrola girdikten sonra kendilerince ödüllendirici ve sunî bir dünya kurucu, onlara bağımlı bir zâhiri rahatlık yanında, görüntüler - seks canım. Bir de, diyaliz makinesine, böbrek hastası olmadan alışmak gibi. Protesto var: Seks sonra. Bundan önce, geçen sayılarda ifâde ettiğim önceler.
*
GAVS: Suya dalmak. Dalgıçlık. Bir meselenin derinliğine dalarak, hakikatine vakıf olma. İşe gayretle girmek. (GAVR: Bir şeyin dibi. Derinlik, nihayet. Çukur. Hakikat. Kök, asıl, temel. Tefekkür, teemmül.): 96.
İDMAN-İdman. Meleke kazanmak için beden ve kafa talimi, ruhî çaba. (ZURHANE-İdman salonu: 869: MEKTUBAT-İkinci bin yılının yenileyicisi İMAM-I RABBANÎ'nin baş eseri. Ümmetin Sahabîlerden sonra en büyük ferdi iken, İMAM-I AZAM'ın mezhebine mensubtur. Bu notu anlayan anlar.): 96.
*
GAVS: Çağırma. İmdad. Yardım isteme. Yardım edici. HAVARİ. (Gavs-ı Azam: Abdülkadir Geylanî Hazretleri'nin makam ve lâkabı.): 1506.
ERDİŞ. (Aslı Kürtçe, Erdheje.): (ERDHEJE-Deprem. Zelzele. "Ratk ve fatk": 222: ZÜBEYR… ERDHEJE: 222= MÜSLÜMAN… Kaptan Kusto Müslüman: Kaptan Kusto-Zübeyr… Kaptan Mirzabeyoğlu: Kaptan Zübeyr… Racife-Şiddetle sarsan sarsıntı. İlk nefha. Dünyayı yerinden oynatan hâdise: 289: Fatr-Bir şeye başlamak. Yarmak. Yarık, delik. Yaratmak. İBDA. Oruç açmak.): 506.
NAKŞBEND: 506.
*
ÇEHRE: 214: RUBAH-Tilki. "Gönül"… "Arifin gözü çehrededir"; çehre, ihlâs ve hile hurdalarıyla, gönül ve zihnin maskesi, yansıtan suretidir - yansıyan da… PİRA-Süsleyen, ziynet veren. "Pire ve Pir, yükselmek ve delmek itibariyle bir arada düşünülmeli": 214: HURRE-İyi. "Ahlâkî değer." … CAZZ-Nefs: 214: CEVHER-Bir şeyin aslı, özü. Çelik üzerindeki nakış. "İnsan, topraktan heykel"… İBTAR-Fazla yük: 214: RAHE-Avuç içi, Kef. "Kader, alınyazısı"… Herşeyde parçaların toplamından fazla bir şey, mevcudun kaderinde istikbâle hayatıdır… CAZZ-KAT: Mektub yazmak. "Kırgızca'da aşık, iveklik eden, acele eden. Burada aşıkın YAPMAK fiiline âit, kendi varlığını isteme şeklindeki sevgi ile bir mânâsı, nefsin bir yapıp etme işi olarak kendi bilinmez kaderinin ifşacısı oluşunu, insanın günlük hayat ve metafizik buudunu belirtir".
*


Baran Dergisi 263. Sayı