Ordu, milletin yumruğudur. Dimağ emrinde yumruk... Hem dışarıya ve başka milletlere doğru, hem de dışarıdan gelecek saldırıya karşı... Birinci hâlde taarruz, ikinci hâlde müdafaa... Bu vazifelerin ikisi de mübarek... Hatta, birincisi, ikincisinden daha aziz ve mübarek... Elverir ki, milli menfaatlerle beraber, bütün insanlığa dağıtılmasını hedef almış bir İDEAL emrinde bulunsun... Böyle bir ordunun, hattâ milli menfaat ve emniyet hissini ayaklar altına alıcı, sırf insanlık hesabına davranıcı ve dünyaya ölümsüzlük rejimini yayıcı en ulvi örneği İslâm’da... Kâinat’ın Efendisi arkasında, Avrupa ansiklopedistlerinin “dünyanın en büyük generallerinden biri” diye kaydettiği Halid İbn-i Velid’in ordusu...
Şimdiden kaydedelim ki, işte bu Halid İbn-i Velid, en küçük bir nefs ve benlik edası gösterir gibi olunca, Halifeler Halifesi Hazret-i Ömer tarafından yakasına yapışılmış ve nefer rütbesine indirilmiştir.
Üstün gaye emrinde, ideallerin ideali ve erişilmez ufuk noktası sahabîler ordusundan sonra, ordu yapısının ana dayanağı fikir alâkasını, o türlü veya bu türlü, şu veya bu mikyasta, tarihte iz bırakmış bütün ordularda görüyoruz. Büyük İskender sadece ordu için ordu kurmaktan ve ham kuvveti kendi içinde köpürtmekten başka davası olmayan deli bir fatih değil, Aristo’dan ders almış ve Yunan (Attik) medeniyetinin fetih hakkını harekete dökmüş bir kahramandır. İmperium Romanum’un, ardına Roma kaldırımlarını döşeyen ve bütün yolları o merkeze bağlayan orduları, “stoisizm-cevr ve cefaya tahammül” ahlâkına bağlı ve bugünkü Batı dünyasına örnek bir nizâm temsilciliği içinde, haşin bir ırkî nefsaniyet eseri olsa bile cemiyetçe benimsenmiş bir üstünlük ve imparatorluk mefkûresinin dimağa bağlı yumruğudur. Nitekim bu yumruk cemiyette fesat yüz gösterip merkezî fikir kararmaya başlayınca, kendi kendisini ve ham kuvveti mefkûreleştirmeye koyulmuş ve malûm generaller isyanı ve Roma üzerine yürümeler devri açılmıştır.
Evet; fikir kopunca her şey kopuyor ve ham kuvvet, otoritesini kuramayan dimağa karşı, eksikliği, kendi maddi imtiyaziyle giderme yoluna sapıyor. Ve herşey altüst oluyor. Dünyada hiçbir askerî başarı gösterilemez ki, milli dimağ emrinde yumruk kadar itaatli ve aynı fikir temeli üstüne istinadlı ordular dışı, başıboş ham kuvvet manzumeleri tarafından devşirilebilmiş olsun... Hattâ âlet ve malzeme, yâni madde gücü bile bu mevzuda ikinci plânda... İşte Büyük Fransız İnkılâbı’nın derme-çatma yalınayak ve başı kabak orduları tarafından, mütereddi, fakat güya muntazam ve techizatlı istilâ ordularına karşı elde edilen zaferler... Ve işte, birçoklarınca fetih için fetih divanesi ve gayesiz bir aksiyon şairi sanıldığı hâlde en doğru izâhı, Fransız İnkılâbı’nın ruhlarda estirdiği yeni havadan dünyaya hâkim yeni bir Fransa çıkarmak olan Napolyon; ve onun, milli dimağa sımsıkı perçinlediği ordusu!.. Napolyon, 500’ler Meclisi’ni basarken, ham kuvvetten başka dayanağı olmayan âsi bir general değil, bellibaşlı bir ruhu nefhedeceği bir cemiyet ve ordu idealine sahib ve bütün bir hamle sanatkârıdır. Eksikleri sezen ve muvazene sırlarını bilen böyle sanatkârlara ise can kurban!..
Bütün tarihimizde de aynı kanun... İçtimaî dimağ, onun âbideleştirdiği güçlü devlet, sonra o devlet emrinde, iki elin on parmağı kadar fikrî cihaza tâbi ordu... Bu muvazene unsurları yerinde kaldıkça şevket ve şehamet çağımız devam etmiş, muvazene bozuldukça da alçalma ve çürüme hâlimiz derinleşmiştir.

*

Alt başlığı NECİB FAZIL olan, KAVGAM isimli eserim; NAKŞÎ sırrıdır KAVGAM. Anlayan, anlamayana anlatsın. Yukarıdaki yazı, Üstadım’ın ORDU hakkında KAVGAM’da geçen düşünceleridir; pek tabiî ki benim de. Aşağıda geçecek mevzular etrafında, hakkımda riyâyı andırır bir iş yapmışım zannı doğmasın diye, bu açıklamayı yapmış oluyorum.

*

NAKŞÎ SIRRIDIR KAVGAM: (Tilki Günlüğü’nün 4 Ekim gününün başlığı): 2981= 983. Seyyid Abdülhakîm Arvasi - Necib Fazıl Kısakürek: 566+1417= 1983.
İzzet Erdiş: 983.

ASKER

Levha: 9 Şubat 1998... Yolun kavşağında karşıya geçmeye çalışıyorum, neredeyse otobüsün altında kalacaktım, çok korktum. Kaldırımda iki kişinin arasından geçerken, bana lâf atıyorlar, bunun üzerine tartışıyoruz. Birkaç kere kafa atmaya teşebbüs ediyorum, sonra vazgeçiyorum; “bir gün dost oluruz ve siz bu hareketlerinizden utanır, pişman olursunuz!” diyorum. Bir fırsatını bulup, MEHDÎ bahsini açıyorum. Mehdî’nin Kumandan olduğunu söylemeye niyetlenmişken, vazgeçiyorum. “Mehdî’nin vakti geldi ve ben size onun kim olduğunu söyleyecek değilim, siz araştırıp bulacaksınız!” diyorum. Biri “350 asker” diyor. Bunlar bu mevzuları biliyorlar, fakat sefihler. İBDA’dan bahsediyorum. Bâki Aytemiz ve Sinami Orhan’ı tanıyorlar. Bir evin önüne geliyoruz. Çocuklardan biri eve sesleniyor. Bir kadın dışarı çıkıyor ve çocuk kendini tanıtıyor. Kadın, “evimiz güzel, lâkin rutubetli ve pis kokuyor!” diyor. Ben de MEZOPOTAMYA diyerek kendimi tanıtıyorum. (Bandırma Cezaevi —Emrullah Arslan.)

*

Berf: ASKER. Güzel söz. Kar. (Velî kelâmı, mânâ ordusunun bir kısım askeridir ki, istidatlıların yardımına gelir... Hadîs: Karda sürünerek de olsa, MEHDÎ’nin yardımına geliniz!): 282= 1281. Naka-i Salih: Temiz, salih. (Naka-i Salih: Salih Peygamber’in bir mucizesi olarak, kayadan çıkan devesi.): 281.
Asker: Devredici, seyyar: 281.
Raî: Çoban. Koruyucu ve gözetleyici kimse. VALİ. (Ruh): 281.
Kasas: Arslan. (Yevmiye: Efendi Hazretlerinin yanında, bir uzvun kesilmesi yahud hayatın tehdidi şekliyle “kelime-i küfür”den bahsediliyordu... Bunu söylemeye mecbur olursa adam, ne olur?.. “Eğer böyle bir ciddî tehlike varsa, kelime-i küfrü lisânen söyleyip kalben mümin kalmaya ruhsat-ı şeriyye vardır... Ruhsat; yâni, izin vardır... Amma, söylemeyen şehid olur!” deyince, edebsizlik derecesine varıyor şımarıklığım, dönüp “Efendim, böyle bir hâlde ben ne olurum?” dedim... Eflâtun, Sokrat’ı tarif ederken “arslan gibi başını çevirdi” der... Öyle bir ARSLAN gibi çevirdi başını bana, “sen şehîd olursun!” dedi... Bu lûtfu da bana ihsan etti!): 281.

*

Zefer: Kötü koku. (Mekân: 111... Asin: Pis kokulu: 111... Kürtçe, MASÎ kelimesi: Balık... MASÎ: Pervasız, korkusuz... Elif: Birinci harfin ismi.): 980.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1980.
İstikbâl İslâmındır: 980.

*

MEZOPOTAMYA: El-Cezire. Dicle ve Fırat arasında bulunan yerin adı. (Mitolojide, bu iki nehrin kızkardeşidir.): 1400.
Macuşan: SEFİNE. Gemi. Boyanmış elbise: 400.
Keşef: Kaplumbağa. (Dahr: Erkek kaplumbağa... KAYAN YILDIZ SIRRI’ndan: Bu mahmurluk sırtımda kaplumbağa kabuğu): 400.

İSTANBUL

Levha: (...) Haziran 2007... Televizyon’da (ATV kanalı) spiker Âli Kırca, “Salih
Mirzabeyoğlu’nun İstanbul’a gelmesi heyecan verici oldu, kendisi için de iyi oldu!” diyor. Bu sırada görüntüye, Kumandan’ı sembolize eden kırmızı bir eldiven geliyor; sonra orada çakılı duran bir demiri çekerek çıkarıyor. Ben, “Allah’ım ona bu işleri yapanların kalbine korku ver ve Kumandanımız’a yardım et!” diyorum. (Sinyal Muhabbetleri’nde anlatılan fareler.) Kumandanımız da “amin!” diyor. (Alt başlığı “Bir Erkek ve Bir Kadın” olan İNSAN isimli eserim için yapılan istihare. — İstihareci.)

*

Televizyon: Uzaktan yollanan görüntü ve ses: 524. Çistan: Bilmece: 524.

*

Aksiyon Televizyon: ATV: 751.
İzn: Bir şeye ruhsat vermek: 751.
Terafu’: Duruşmaya girme. (İstanbul’a Mahkeme’ye gittiğim sıralardaki istiharedir.): 751.

*

Atv: El ile alıp, yiyip içme: 85.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1085.
Milad: Doğum günü: 85.
Nul: Kuş gagası: 86= 1085.
KÜNYE: Bir kimsenin nereden ve kimden olduğunu bildiren ve hüviyeti yazılı kağıt: 85. Mühimm: Düşündürücü. Kıymetli. Lâzım olmak: 85.

*

İstanbul: (İstan, “mekân”, bul da “poli-polis-şehir”den; bir mânâda bildiğimiz İstanbul, diğer mânâda “Bolu mekânı”, şehir mekânı; yâni BOLU. Poli-Boli-Bolu.): 550.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1549= 550.
Leşker: Asker: 550.
Müşir: Emreden, işaret eden, bildiren. Mareşal. (Savaş kazanmış Genelkurmay Başkanı.): 550. Taammüm: Umumileşme. Sarık sarma: 550.

*

Leşkerkeş: Kumandan: 870= 1869.
MEKTUBAT: 869.
Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu: 1417+451= 1868= 869.
Lepik. (Kürtçe): Eldiven: 62. Mehdî: 62.
Muzavece: Çift olmak: 62.

*

Hadîd: Demir, çelik. Sert, kavî olan. Çabuk kavrayışlı, öfkeli, keskin, hiddetli, titiz. Hudud ve sınır komşusu: 26 =1025.
29 Ekim 1923: (Zeynel Abidin, “Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader!” mısraı ile birlikte, 29 Ekim’de AKREB BURCU’na girildiğini hatırlatıyor.): 2023= 25.
İkbab: Yüzüstü düşme, kapanma. Bir şeyin üstüne fazla düşme. Olması için aşırı çaba harcama: 26= 1025.

MEHDÎ MUHAMMED BİN ASKERÎ

AYLIK isimli derginin Aralık 2010 sayısında, Necib Müftüoğlu’nun, Allah Sevgilisi’nin neslinden gelen, Şia’nın “12 Büyük İmam”ının, Ehl-i Sünnet açısından değerlendirilmesine dair
yazısının heveslendirmesiyle, İMAM-I HÜCCET lâkablı MUHAMMED MEHDÎ’nin isminin etrafındaki mânâları ebced tevafuku “tedâîler” hâlinde istifadeye çalıştım. Sunuşumda tevil gayet açık olduğuna göre, hiç kimsenin karşı olmasını gerektirecek birşey söylemediğimi de belirtmiş oluyorum.

*

İmâm-ı Hüccet, İmâm-ı ASKERÎ Hazretlerinin oğlu, asıl adı Muhammed Mehdî. Şia, 12. İmâm kabul eder ve gaybet hâline - kıyamete yakın zuhur edeceğine inanır.

*

Hüccet: Senet. Vesika. Delil. Şâhid: 411.
Ebu Eyyub-il Ensarî: 411.
Nişân: İz. Alâmet. İşaret. Yara izi. Hatıra olarak dikilen taş. Tuğra. Ferman: 411. Nişân. (Kürtçe): Yüzdeki ve vücuttaki benek, “ben”: 411.
Ayet: Eser. Nişân. Alâmet. İşaret. Menzil, mekân. Kur’an’ın her bir cümlesi: 411.
Atî: Önde. Aşağıda. Vâki olan. Gelecek zaman. İstikbâl: 411.
Gaybet: Başka yerde bulunmak. Bir şeyin diğer birşey içinde gaib olması: 1412= 2411.

*

İMAM-I HÜCCET: 493.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1493.
İfrat hâlde tecrit. (Noktalı harfler): 493.
İ’timan: Emniyet etme. Emin bulunma: 493.
Fatiha: Bir şeyin başlangıcı. Başlamak. Karar vermek. İki defa nazil olmuş olan, Kur’ân’ın birinci sûresi: 493.
Besalet: Yürek sağlamlığı: 493.
Dimne: Duvar temeli. (Dimne: Tilki): 494= 1493.
Küst-ic: Mecusiler kuşağı. (Nefs): 493.

*

İMAM-I HÜCCET: 493= 1492.
Abdülhakîm Arvasî: (Hazret-i Hüseyin’in evlâdından, neslinden): 492.

*

ASKER: Er. Leşker. Ordu. (Rüyâ: 217... Ordu: 217... Babam, 45 sene kadar önce Hava astsubayı iken emekli oldu. 25 Ocak 2000 tarihindeki Metris hâdisesinin arkasından, bu husus, “Salih Mirzabeyoğlu Asker Çocuğu İmiş” diye Hürriyet gazetesinde de verildi. NYMPHALAR, onun hakkında ileri geri konuşur ve lâyıkı vechile cevaplarını alırlarken, elbette bu sayıdaki müthiş tevafuku, benim gibi beklemiyorlardı.): 350.
MUAMMER: Ömür süren. Çok yaşayan, bahtlı: 350.

*

ASKERÎ: (Muhammed Mehdî Hazretleri’nin babası Hazret-i Hasan’ın lâkabı): 360.
Sipahsalar: Serasker. Askerlerin en büyüğü: 360.
Ziberkan: Ay, kamer. Ay ve güneş: 360.
Naşıt: Vahşî sığır. Bir yoldan ayrılan küçük yol. Bir burçtan başka bir burca varan yıldız. Neşeli ve şen adam: 360.
Asr: Yüzyıllık zaman. Gece ve gündüzün her biri: 360.
Sakar: Cehennemin bir ismi. (Üstadım’ın, bana ithaf ettiği “Noktalama”lardan, CEHENNEM: Ateş beni yıkayan, yuyan, emziren annem! — Bir arınma kurnası olsa gerek Cehennem... İsmini hatırlayamadığım bir Noktalama: O’na yakınlık ateş, O’ndan uzaklık ateş, — Bu ne bitmez çiledir, vicdan azabına eş... SAKARYA isimli şiirinden: Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya... Zebane: Alev... Zeban: Dil. Lûgat. Lisan. Lehçe.): 360.
Şin. (Kürtçe): Mavi: 360.
MUHAMMED MEHDÎ: 154.
Kadim: Eski zaman. Başlangıcı olmayan. UZUN ZAMANDAN BERİ VAR OLAN. Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet. (Ahzab: Uzun zamanlar... Ahzab: Yabani eşek... Mifsel: Yabani eşek. Dil, lisân): 154.
Medma’: GÖZ. Ayn. Gözyaşı. (İDRAK): 154.

*

Kadime: Ordunun ileri karakolu. (Arvasî: 308: Jandarma): 150. Sif: Deniz sahili. (Küst): 150.
Sultan: 150.
İslâm’a muhatab anlayış: 1149= 150.

*

Kadim: Ayak basan. Ulaşan. Varan. İnsanın başı: 145.
Rahman Sûresi, 19. ayet: 145.
Suadî: Topalak otu. Kust otu: 145.
Allâme: Büyük mütefekkir. Büyük âlim. Her ilimde ihtisas sahibi: 145.
Salih Mirzabeyoğlu: 451. Şerif Muammer Erdiş: 1451.
Ahmed-i Farukî: (İmâm-ı Rabbânî): 450. Abdülhakîm. (Büyük ebcedle): 450. Kaid-ül ceyş: Serasker. Kumandan: 450. Salih Mirzabeyoğlu: 451= 1450.
Rum Sûresi, 7. âyet: 3565.
Kaptan Kusto Müslüman: 565. Sırdaş: Birinin sırrını bilen: 565. Mütefehhim: Anlayan, kavrayan: 565.

*

Muhammed Mehdî bin Askerî: 566.
Seyyid Abdülhakîm Arvasî: 566.
Rum Sûresi, 7. âyet: (Bir dış yüzünü bilirler bu değersiz hayatın, iç yüzünden ise habersizdirler.): 4564= 2566.
Süruş: Melek. Cebrail: 566.
NYMPHALAR, arasıra akılları büsbütün uçuyor ve “falanca” tarafından bana yöneltilebilecek sorulardan bahsediyorlar. İşin tuhaf tarafı şu ki, en baştan itibaren beni boğuntuya getirecek diye seçtikleri mevzuların, “ne bakımdan, neyle alâkası var?” tarafını düşünmemişler... Biraz dişe dokunur bir mevzuları ise, MEHDÎ ve “ben kimim?”sorusunun tevafuku çerçevesinde, yine “falanca” tarafından bana yöneltilebilecek, MAHKEME sorusu gibi bir soru ve alayla:
— “Sen kimsin?”
— “Sen söyle! Bak gördün mü aklın gitmiş, kendin bilmiyorsun!”
Kendinde değilsin mânâsı da içinde... Devamı, yeni bulduğum tevafukla ilgili:
— “Mehdî Muhammed bin Askerî!”
Askerin oğlu Mehdî Muhammed... Nüfus kâğıdında isim değil, fikir üretme, bütün eserlerimde
mevcut bir keyfiyet işi.
Mehdî Muhammed bin Askerî: 563.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1562= 563.


Baran Dergisi 206. Sayı