Son SELÇUKLU Hükümdarı (1176-1194) ile ABBASÎ Halifesi arasında, bir nevî iki başlılığa son vermek için, SULTANLIK ve HALİFELİK ihtilâfı... ABBASÎ Halifesi’nin, İRAN’ı hâkimiyetine almak için savaşan HARİZM-Şah Tökiş ile anlaşması ve SELÇUKLULAR ile bu eski tâbileri arasında cereyan eden mücadele... 1194’te yapılan REY civarındaki savaşta, SON Selçuklu Hükümdarı Sultan 2. Tuğrul’un yenilmesi ve HORASAN - KİRMAN - SURİYE Selçukluları’nın DA tarihe gömülmesi, yeni harçlara karışması: SELÇUKLU atabeyleri ve tâbileri arasında bir hava olarak süren nizâm, SURİYE ve MISIR’da, EYYÜBİ ve MEMLÜKLÜLER devleti olarak sahnede... Çelişkili gibi görünen ifâdeye dikkat: MİKAİL Oğulları, yâni babasının ismi MİKAİL olan SELÇUK’un ismiyle anılan SELÇUKLULAR devri sona ererken, KUTALMIŞ Oğulları ile ANADOLU Selçukluları yeni vatanlarını kurtarmış ve 12. asrın ikinci yarısında uzun bir saltanat süren 2. Kılıç Arslan (1156-1192) devrinde de 13. asırda parlayan bir medeniyetin filizleri başlamıştı.

*

KİRMAN Selçukluları Devleti, (1043-1187), ALPARSLAN’ın kardeşi KARA Arslan Kavurt tarafından KİRMAN ve UMMAN bölgelerinin fethi ile kurulmuştur. KARA Arslan Kavurt’tan sonra yerine KİRMAN-Şâh, sonra SULTAN-Şâh, sonra TURAN-Şâh, nihayet İRAN-Şâh, KİRMAN Meliki oldular... 1169-1187 arasında, KİRMAN Melikleri arasında mücadele... Son SELÇUKLU Hükümdarı 2. Tuğrul’un ordusunda, KIPÇAK süvarileri de bulunuyordu. ANADOLU Selçukluları’nda ordunun esasını IKTA sahibleri (toprağa bağlı Sipahiler) teşkil etmekle beraber, ücretli Müslüman ve Hıristiyan askerler yanında KIPÇAK ve YIVA kıtaları da vardı... KIPÇAK akını ile EYYÜBÎ orduları, MISIR ve SURİYE’de bir MEMLÜK İmparatorluğu ortaya çıkarmışlardır... MEMLÜK: Tâbi. Yetiştirilmiş... KIPÇAKLAR’ın seçkinleri, Gulamhâne denilen okullarda yetiştirilmiş olanlardır. Pek çok dinî, edebî, tarihçi şahsiyet, idarî ve askerî makamlarda olanlar, onlardandır.

*

SELÇUKLU ve Bizans tarihinde MALAZGİRT’ten sonra en önemli tarihî hâdise, SAKARYA’dan FIRAT Nehri’ne kadar ANADOLU’yu kontroluna alan 2. KILIÇ Arslan’ın, BİZANS İmparatoru Manuel ile savaşı, onu EĞRİDİR Gölü kuzeyindeki dar ve sarp bir geçitte (Kundanlı) yakalayıp müthiş bir mağlubiyete uğratmasıdır. Bundan sonra ANADOLU tamamen İSLÂM tarihinin. Batı ANADOLU’da KÜTAHYA 1177’de, ESKİŞEHİR (Darbum) havalileri kat’i olarak fethedilmiştir... Devir o devir: Büyük Kahraman 2. KILIÇ Arslan, devleti onbir oğlu arasında, her birini MELİK tâyin ederek eyaletlere ayırdı ve kendisi de METBÛ (tâbi olunan) SULTAN olarak KONYA’da yerleşti. Bu muhtar idarelerin bir kısmı, artık iyice zayıflamış BİZANS bölgesinde fetihlere girişirken, aralarında SALTANAT (İktidarı ele alma) mücadelesi de başlamıştı... 1187’de SELÂHADDİN Eyyubî’nin KUDÜS’Ü fethinden sonra, ALMAN İmparatoru Barberos komutasında toplanan HAÇLI Ordusu, ANADOLU üzerinden KUDÜS’e varmak isterken, fiili bir iktidara sahib olmayan 2. KILIÇ Arslan, ona mukavemet edemeyeceği için zararsız bir şekilde geçmesi hususunda onunla anlaştı. Bununla beraber, TÜRKMENLER ve Sultan’ın Oğulları’ndan bazıları, bu geçiş sırasında HAÇLI Ordusu’nu rahat bırakmadılar.

*

SEZAÎ Kırlangıç: EYYUBÎLER devletinin kurucusu SELAHADDİN Eyyubî, REVADİYE aşiretinden olup, ailesi AZERBAYCAN’ın Duvin kasabasındandır. Bu aile, SELAHADDİN Eyyubî’nin dedesi ŞAZÎ’nin başkanlığında IRAK’a göç etmiştir. Ataları HEZBANÎLER ve ŞEDDADÎLER yönetici asil bir aileye sahib olduğundan, IRAK’ta Emir’in-Bey’in hizmetine girmiştir. Babası, Emir tarafından TİKRİT’e vâli tâyin edilmiştir. SELÂHADDÎN Eyyubî, babasının TİKRİT valiliği sırasında 1137’de doğmuştur. (Malûm olduğu üzere, bizzat A.B.D. Başkanı Bush’un “bu bir Haçlı seferidir” dediği AMERİKAN saldırısına hedef IRAK’ın, A.B.D.’nin “yeni dünya düzeni” dediği oluşumun bir tekerini sökmüş ve FİLİSTİN yanında en yaman YAHUDİ düşmanı DEVLET Başkanı ŞEHİD Saddam Hüseyin de TİKRİT’lidir. Batı emperyalizmi adına EHLİLEŞTİRME işinin ne olduğunu ve ne olacağını, en son SURİYE, Akdeniz Ülkeleri’nin Müslüman kimliklileri serisinde gördük-göreceğiz: 2011. — S.M.)... SELÂHADDİN Eyyubî, 1167’de amcası SİRKUH, (MUSUL Atabeyi Nureddin Mahmud bin Zengi’nin
önemli bir Kumandanı) ile beraber ŞİÎ-Fatımî hâkimiyetine son vermek amacıyla çıkılan MISIR Seferinde onun yardımcısı sıfatıyla ilk kez kendini tarih sahnesinde göstermiştir. 1169’da MAHMUD Zengi, büyük bir orduyla KAHİRE’yi fethetmiş, idareyi Vezir tâyin ettiği SİRKUH’a bırakmış, onun vefatı üzerine 26 Mart 1169’da ittifakla SELAHADDİN Eyyübî getirilmiştir. İşte bu tarihten sonra SELAHADDİN, kendisinden sonra tarihin istediği rolleri ifâ etmeye başlayacak; EYLÜL 1171’de NUREDDİN emriyle, MISIR’da FATIMÎ hâkimiyetini ve hilâfetini sona erdirecek; İslâm dünyasını bölen ŞİÎ-BATINÎ tehlikesini bertaraf edecek ve CAMİ-ÜL Ezher’deki ŞİÎ-FATIMÎLER’in propaganda merkezini kapatarak SÜNNÎ akideyi yaymak için medreseler açma yoluna gidecektir. (...) SELÂHADDİN Eyyubî’nin 1171 yılında FATIMÎ Devleti’ne son vermesi, SÜNNÎ iktidarla sürekli mücadele hâlinde bulunan İSMAİLİLER ve HAÇLILAR’ın dayanışmasını daha da arttırdı. Her defasında ŞİÎ-FATIMÎLER’in kendisine karşı yaptıkları haince saldırıları ustaca bertaraf etti. SELAHADDİN, KUDÜS Haçlı Krallığı’na ilk büyük seferini 1177’de gerçekleştirdi. Ama inat ve sabırla akınlarına devam ederek, bu muradına yaklaşık 10 yıl sonra 1187’de, HITTİN’de ulaştı. Ortaya koyduğu muazzam inanç, cesaret ve kahramanlıkla HAÇLILAR’a haddini bildirmiş ve KUDÜS’ü fethetmişti. Diğer Kürd Devletleri’nin aksine, MISIR merkezli SELAHADDİN Eyyubî’nin Devleti, kavmiyetçi ve bölgeci kalıbları aşıp, mahalli bakımdan Müslümanların, genelde ise bütün ezilen mazlumların devleti olmuş, İSLÂM’a hizmette Kürtleri doruk noktaya çıkarmıştır.

*

KİRMAN: Küçük böcek. “Karınca. Fely-Bit. Kılıç”. Kürd-Zaza. (Kirman: İstihkâm... Za’za- Şiddetle esen yel: 154: Mehdî Muhammed.): 311.
Kurtubî: Halid bin Velid’in kılıcı: 311.

*

ŞEYH Selahaddin Eyyubî: 1163. Ben Kimim?: 163.

*

Şeyh Selâhaddin Eyyubî: 1163= 164. Rahman Sûresi 19-20. âyetler: 4164.

*

Şeyh Selâhaddin Eyyubî: 572.
Mütekabbil: Kabul eden. “Ahize-Ses alan âlet, telefon”: 572.
İttisaf: Vasıflanan. Bir hâl takınma, duruş: 572.
Ta’sib: İhata edib kaplamak: 572.
Teakkub: Her nesnenin nihayetine nazar etmek, akıbetine bakmak: 572. Eş’ar: Şiirler, manzum ve güzel sözler. Kıllar. “Meyve”. “Şiar”. “Ölüm”: 572. Pürsiş: Soruş, sorma, suâl ediş: 572.
Mülâkat: Kavuşma. Buluşma. Yüzyüze olma. Röportaj: 572.

*

ŞEYH Selâhaddin Eyyubî: 572= 1571.
Eş’ar: En iyi şâir. Kılı çok olan kimse. “Meyvesi çok olan”: 571.
Şari’: Şeriati meydana koyan. Şüru’ eden, başlayan. “İBDA”: 571.
Simal: Medet etmek: 571.
Hak: Hürriyet. Kuvvet. Şiddet: 571.
İstıtla: Anlamaya ve bilmeye çalışmak: 571.
Tesamu’: İşitmek. KABUL eden nefs. (Kuşatan’ın tesiri... Âyet meâli: “Allah bir şeyin olmasını
isteyince, o şey olur”... O şey işitir ve GAYB’den zuhura gelir... Biz, Allah’ı nefsimizde EMR’eden olarak hissederiz!): 571.
Atik: Sırtın üst kısmı. “Ezel”. (Atık: Azad edilmiş. Yavru kuş. Genç kız-genç nefs. Hazret-i Ebubekir’in bir lâkabı.): 571.
SELÂHADDİN Eyyubî: 253= 1252. Kumandan: 252.

*

Darbum: ESKİŞEHİR’in Bizanslılar zamanındaki ismi. (ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nun yan mermerinde yazılı olan kelime: ESKİŞEHİR.): 253= 1252.
DARBUM-Kütahya: 696. Fikir Kahramanı: 696. Suret: 696.
EYÜB Sultan: 189= 1188.
İSLÂMA Muhatab Anlayış: 1187= 188. Kudüs’ün Fethi: 1187= 188.

*


MÜNECCİM BAŞI AHMED DEDE

DÜŞVÂRÎ: Büyük OSMANLI Tarihçisi MÜNECCİM BAŞI Ahmed Dede, CAMİ-ÜD Düvel veya SAHÂİF-UL Ahbar ismini alan eserinde MÜSLÜMAN Türkler’in tarihine âit mühim kaynakları ve ANADOLU Selçukluları için başlıca İBN Bîbî ve AKSARAYÎ’yi kullanarak sağlam bir toplama yaptıysa da, bu kaynakların asılları elimizde olduğundan SELÇUKLULAR için bu esere bir ihtiyaç kalmamıştır... CENABÎ, el-Aylem uz-zâhir isimli eserinde DANİŞMEND-Nâme’yi tarih gibi kullanarak DESTAN ile TARİH’i birbirine karıştırsa da, gördüğü eski kaynaklardan bazı mühim kayıtlar vermek suretiyle ehemmiyet kazanır. ANADOLU Selçukluları tarihi için başvurulması gereken mühim bir kaynak da, şübhesiz OSMANLI Arazi tahrir ve vakıf defterleri, Kanun-nâmeler ve Fetva kitabları olup, bunlar bazen eski devrin Tenbih-nâme ve Vakfiyeleri’nden parçalar iktibas etmek veya eski kanunların mahiyeti hakkında kayıtlar vererek, tarihçiye malzeme temin eder, malzeme olur.

*

MÜNECCİM: (Yıldızların hareket ve hâllerini tetkikle uğraşan, mânâ ve hüküm çıkaran. ASTRONOMİ-Gök bilim, yıldız bilim’den, ASTROLOJİ-insanların geleceğine dair hüküm çıkaran, “fizikle metafizik arasına sıkışmış” tâbirinin çerçevelediği, müşahede ile gaibi kurcalama işi. Bu husus, GAİB’in nitelemeleri boyunca, “tecrübe, feraset, sezgi, tefe’ül, fal, kâhinlik” gibi, makbul ve dinen yasak işlerin hepsini kapsayıcıdır. Hava durumunun tahmini gibi, filân şartlardan filân şeklin doğabileceğini söylemek, tahmin ve tecrübe işidir... Feraset ve sezgi hissimize mevzu GAİB ise, gayb örtüsü altında mevcut olandır... Hayâl yoluyla istikbâli anlamaya çalışmak da, bu idrak melekemizin kaderimizden kısmetimize-hâlimize gelecek olanı tahmin faslındadır; ölçü, kaderi bilme iddiasında bir YARATICI imiş hüviyetinde konuşmamaktır. Keza, malayanî ve “Allah’ın rızasına uygun” bir vicdanî hâlet bulunmaksızın yapılan TEFE’ÜL gibi başvurmalar doğru değildir... Her şeyin aslı hayâldir, hayâl maddesinden yapılmıştır; ve insanda en azîm meleke budur, kuşatıcı olan budur, “olan, olabilir olan, olamaz olan” vesaire, doğru ve yalan her şeyi kuşatandır... Bu ruhî vasıf, geçmiş kültürlerde KÂHİN denilen kişilerin, yıldız ilmi, yıldızların durumundan dolayı olabilecek hâdiseleri tahmin yanında, TIBB ilmi ve büyü ile CİNCİLİK, ayrıca HAKÎM nitelikleri için de kullanılmıştır. Meselâ TIBB: Tedavî, hastanın iyileşmesi için bir vasıtadır, şifâyı veren Allah’tır ve neticede “vesileye sarılınız!” ölçüsü içindedir. Gerekeni yaparsın, Allah’ın dediği olur; niyet hastayı iyi etmektir, bunun için gereken yapılmıştır ama, netice aksi de olabilir - bu yüzden SANKİ hekim kesinlik iddiasıyla “dır ve tır!” dilince kâhin gibidir. Bu hususu, yukarıda söylediklerimle birlikte düşünüyorsunuz... Demek ki, bildiğimiz kınanan KÂHİN, kaderi bilme iddiacısıdır ki, onun yalancılığı Allah ve İslâm düşüncesi dışında bile YARATILAN bahsinin geçtiği her yerde, YARADAN olmadığına göre sabittir; Yaratıcı değilsin ki, yaratılacak olanın ne olduğunu bilesin... “İşin başından ve sonundan haberli olmak”; velilere âit bu tip ifâdeler, onların “rızası Allah’ın rızası olmuş” irâdelerine dairdir ve mevzuuna münhasırdır. Bunun dışında onlardan sadır olabilecek her keramet, onların zayıflığı ve eksikliğidir. HAK kerametleri ise, mensub olduğu PEYGAMBER’indir... Müneccimlik ile cincilik’in içiçe görünen yönü, CİN lâfzının “gizli, örtülü” mânâsı yanında, bu isimde nefis sahibi ve canlı varlık türü için de kullanılıyor olmasındandır. Bu gizli varlıklardan, gizli işlerin öğrenilmesi ve BÜYÜ benzeri bir maksadın teminine matuf gizli işlerde kullanılması... BÜYÜ ve cincilik, çeşitli kültürlerde mahsus olarak gerçektir. İSLÂM’da yasak. KÂHİNLİK ise, Peygamber
sözüyle: “Bütün kâhinler yalancıdır!”... KÂHİNLİĞE kaçmayan ve meşru şeylerde Tefe’ül ise, yine Peygamber sözüyle: “Tefe’ül eden aldanmaz!”... Bu cümleden olarak İSTİHARE.): 133.
KABİL: Kabul eden. “Nefs”. Olabilir, istidatlı: 133.
Kalıb: Şekil ve suret numunesi. Beden, vücut. “Nefs. Ebed”: 133.
Abbas: Arslan. Gazanfer: 133.
Ebu-n Necm: Tilki. “Kalb. Gönül. Takva”. (KÂMİL İnsan teşmil edilen KÂİNAT karşısında,
İNSAN’ın maddi ve mânevî duruş olarak MÜNECCİM sıfatı ile görünüşü, ebced tevafukları görünüyor.): 133.
İntiba’: Görüş ve anlayış derecesi. Kalb ve ruhta hâsıl olan tesir. Tab’ olmak, basılmak: 133.
Sâbi’: Yedi. Yedinci. (İnsanî hakikatin 7. mertebesi, Allah Sevgilisi’nin... Kalb’te Allah’ın nazar yeri olan FUAD makamı, kalbin yedinci mertebesi... SABİ-Henüz süt emen çocuk: 102: MUHAMMEDÎ.): 133.
Secis: Yılın ve zamanın sonu. (BERAT gecesinde, İNSAN’ın kaderinde olanın - Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediğinin, GAYB örtüsü altında peyderpey gerçekleşmek üzere Allah tarafından tâyin edilen mevcudiyete çıkarılması gecesi. Maddî ve manevî rızkımızın bir senelik müddetinin var edildiği gece.): 133.

*

MÜNECCİM BAŞI: 133+313= 446= 1445.
Mükâşefe: Gizli şeyleri bir bir açıp, izhar etmek. Bir hususu keşif yoluyla anlamak: 446= 1445. Te’liye: İbadet ettirmek: 446= 1445.
Muhyiddin-i Arabî: (VAHDET-İ Vücud görüşünün sistemini veren Veli; eserde müessiri gören.):
445.
Himmet: Mânevî yoldan yardım. Lütuf. Tabiî şevk ve meyil: 445.
Midrar: Yağmur yağdıran bulut. Çok su döken. (Hayat sıfatı, suya işlemiştir.): 445.
Bakır Halka: (MEHDÎ’nin göğsünde, onu koruyan bir bakır halka bulunduğu - bu meâlde Hadîs.):
445.
Dalliyet: Delil oluş. İsbata vasıta olan: 445.

*

MÜNECCİM BAŞI Ahmed Dede: 517.
Musa Mirzabeyoğlu: (Babamın dedesi, MUTKİ aşiret reisi... MUSA Mirzabeyoğlu: 418= 1417: NECİB Fazıl Kısakürek... VAHDET-Birlik. Yalnızlık. Teklik: 418= 1417: EDEBİYAT-Sözlü ilimlerin hepsini kapsayan ilm-i edebin çoğulu... Edeb, hadlere riayettir; bu mânâda ilimlerin VAHDETİ sistemini nazara alın.): 517.
HEME OST: Herşey O’dur. (Hadîs: Söz odur ki şâir Lebid’in söylediği, “Allah’tan başka herşey bâtıl!”): 517.
YEVM-ÜL Furkan: Furkan günü. Şanlı BEDR diye de anılır: 518= 1517.
NASUT: Ruhun ilgilendiği mekândaki tecelli yeri. İNSANLIK. İnsanlar ve onlarla alâkalı şeyler: 517.
Butakat: İçinde maden eritilir pota-kab: 517.
Pişdar: KUMANDAN. Öncü: 517.
Astane: Eşik, atabe. Payitaht. Mânevî büyüklerin kabri. Berzah. Merkez. (KABR-Kabir: 302:
Mirzabeyoğlu: 518= 1517.

*

Cami-üd Düvel: Devletler topluluğu, devletler: 185= 1184. ABDÜLHAKÎM: Allah’ın hakîm kulu: 184.
Kandal: Kocakafa: 184.
Mukaddim: Takdim eden. Öne, ileriye geçiren. Cüretli, çeri kimse: 184. Kaytus: Bir yıldız kümesi: 185.
AYKA: Deniz kenarı. “KUSTO. Hakîm. Felyesof”: 184.

*

DESTAN: Tarihî hâdiselerin ve kahramanlarının, masalımsı bir hayâle kaçar anlatımı: 513.
Bestân: Tarih. Mazi. Hafızada olan. Hayâlle canlanan: 514= 1513. İhdas: Yeniden birşey yapmak. Meydana koymak: 514= 1513. Haşur: Her malın değerini bilip anlayan tacir. “Kustar”: 514= 1513. Abisten: Gizli. Gizleme. Hamile-yüklü: 514= 1513.
Cemaat: 514= 1513.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 513.

*

MÜNECCİMBAŞI Ahmed Dede’den başlayarak işaretlediğim ebced tevafuklarından sonra... Çok önemli iki tarihî not: SELÇUK kabilesinin, OĞUZ-UYGUR ile bozuştuktan sonra CEND havalisine gelmesi... Filhakika 200.000 çadır, yâni birkaç milyon insanın Milâdî 960 senesinde toptan İSLÂM’I seçmesi, TARİHÎ BİR DÖNÜM NOKTASIDIR. Bu din değiştirmenin, KARAHANLILAR’ın aslını teşkil eden KARLUKLULAR’a âidiyeti muhakkak ise de, OĞUZLAR’ın da bu inkişaf içinde bulundukları şüphesizdir. MERVEZÎ’nin kaydettiği MAVERAÜNNEHİR ve HAREZM gibi İslâm ülkelerine yakın bulunan OĞUZLAR MÜSLÜMAN OLDUKÇA, ONLARA TÜRKMEN DENİLMİŞ VE BU İSİM İSLÂM MEMLEKETLERİNE GÖÇEN OĞUZLARA İSİM OLMUŞTUR... Cami-üd Düvel’den: Selçuklular’ın İslâm’ı kabulü, kendi tarihlerinde olduğu gibi, genel olarak Müslüman Türk tarihinde de önemli bir dönüm noktasıdır. SELÇUK’A DA, SELÇUKLU İMPARATORLUĞU’NU KURUCU KAVİMLER ARASINDA BİRİNCİ MEVKİİ VERİR. (Cami-üd Düvel’in, ANADOLU Selçuklularına aid bahsinin tercümesi başında, 1940’ta, onun hayatı ve eserleri toplu bir şekilde NİHAL Atsız tarafından yazılmış.)... Dikkat: Oğuzlar’ın Müslüman olanlarına TÜRK denmiş.

ŞEYH NAZIM KIBRISÎ

KIBRIS’ta yaşayan ve AVRUPA’da, İSLÂM milletinin yaşadığı bir kısım ülkelerle ANADOLU’da da bağlıları olan, NAKŞİBENDÎ Şeyhi Hazret... Malûm AKDENİZ etrafındaki memleketlerde cereyan eden ve süren hâdiseler, KIBRIS adası etrafında dönen çekişmeler çerçevesinde KIBRIS’ı doğrudan ilgilendiren bir değerlendirme ve ikâzda bulunmuş: “KIBRISLI Rumlarla savaş çıkacak, herkes parasını erzak toplamaya harcasın; vakti saati geldi, bu harb en zoru olacaktır ve çok insan ölecektir!” buyurmuş... KIBRIS’ta çıkacak böyle bir savaşın, orayla sınırlı kalmayacağı, hududunun da nereye kadar genişleyeceğini tahmin zor olsa da, bütün AKDENİZ bölgesi ve zaten sıcak ORTADOĞU’nun AKDENİZ’de kıyısı olmayan diğer ülkelerinin durumu, bir topyekûn savaş hayâline yol veriyor; DÜNYA çapına kadar... Biz Şeyh’in hangi şartlarda ve şartlar için bunu söylediğini bilmiyoruz ama, tahmin olarak üstümüze alıyoruz.

*

ŞEYH Nazım Kıbrısî: 1650.
Mehdî-i Muntazır: 1649= 650.
Mehdî Hayran Mirzabeyoğlu: (Hayran: 269: Mahmud Ustaosmanoğlu): 650. İbrahim Kassar: 650.
Müstakim: Doğru istikametli: 650.
Mütefellik: Patlayan, infilâk eden: 650.
Tefelsüf: Felyesoflaşmak. Hakîm olmak: 650.

*

BARAN Dergisi’nde çıkan sözkonusu haberden başka, FURKAN Dergisi’nin yeni sayısında SADEDDİN Ustaosmanoğlu’nun onunla yaptığı bir mülâkat... Şeyh Nazım Kıbrısî Hazretleri, önce bir İSTİANE namazı kılıyor, konuşma bittikten sonra ŞÜKÜR namazı... MÜLÂKAT’ta benim durumum da konuşuluyor... SUAL: Salih Mirzabeyoğlu nerelidir?.. CEVAB: Muşlu, Mutkî aşiretinden. Soyu HALİD
ŞEYH Nazım Kıbrısî: 1650= 651.
Mürtebit: Bağlı, birbirine bitişik, beraber: 651. HAN: Hükümdar. Hakan: 651.
Amiriyyet: Kumandanlık hâli. Âmir: 651.
Bin Velid Radıyallahu Anh’a dayanıyor... SUAL: Vanlı onlar... CEVAB: Evet... HÜKÜM: Onlar arslandırlar.

*

İSTİANE: Dua. Yardım istemek: 587.
Şaruf: Süpürge. (Peygamber eşiğini süpüren şiir idrakını hatırla!): 587. Tevakî: Fermanlar: 587.
İttifaka: Rast gelme: 587.
Tevafuk: Birbirine uygunluk. Muvafık oluş. Rast gelme hâli: 587.

*

ŞÜKR: Teşekkür etmek, şükran duymak. Allah’ın nimetlerine memnunlukla, O’nu anma, dua: 520. Derviş: 520.
Salat: Namazlar: 520.
Mekinet: Onur. Vakar. Ciddiyet: 520.
Afşelil: Sırtlan. İhtiyar kadın-nefs. Ezel. (Kurt. Sırtlan. Arslan. Kaplan. Pars. Panter.): 520. Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 520.

*

HAKKANÎ: Hak ve adalete uygun. (Allah Resûlü’nün meylini yoklaması üzerine, Hazret-i Ömer, en sevdiği şeyin adaletli davranmak ve ADALET olduğunu söyler. Hakkanî, HAKİKAT-EN... Şeriat ve tasavvufu hüvesi hüvesine, Allah’ın emri ve Resûlü’nün bâtını olarak “O KİM?” de, ezelden ebede BİR’de olduğunu gösteren İMÂM-I Rabbanî Hazretleri’nin Hazret-i Ömer’in soyundan gelmesi, hakikaten ne güzel bir tevafuk... FURKAN ve FARUK... Yaşanmaya değer hayatın, bâtın ve zâhir arasındaki hakikatlerini yerli yerince eden Büyük Doğu-İBDA... “O kim?” diyen BEN KİMİM?.. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nden rüyada gösterilen benim için: “Bit hakkında en çok yazan odur!”... BÎT-Gıda. Kut: 412= 1411: EBU Eyyüb-ül Ensari... Kuta’: Rüyâ tâbir etmek, düş yormak... RABB, Allah’ın, bütün varlık tabakaları ve mertebelerinde besleyici ve terbiye edici, öğretici VAHDET Sıfatıdır... MUHAMMED Nazım Kıbrısî El-Hakkanî: 774: İ’ZAB-Suyu temizleme... SÜRMÜLE- Tilkinin ve sırtlanın dişisi. “Ezel’de İNSAN nefsi”: 775: MAHLUK-Yoktan var edilmiş... HAYRAN Erdiş: 775: HAYRAN Nakşbend: NAKŞBEND Mahmud Ustaosmanoğlu... ÜSTADIM’ın tam 32 sene evvel çerçevelediği ben HAYRAN kimliğim: “En derin fikir tabakalarına nüfuz edici bir tahlil, terkib, tefekkür ve tahassüs ifâdesiyle BÜYÜK Doğu idealinin destanını yazan; alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalarla değil, duyarak, düşünerek ve yaşayarak!”... Bir HAYR-ET nidasıdır “Ben Kimim?”: Muhammed Nazım Kıbrısî El-Hakkanî ismi bereketiyle gelenlere bak!): 169.
RAHMAN Suresi 19-20. âyetler: (Meâli: ... “İki denizi salmış birbirlerine kavuşuyorlar - Aralarında birleşmelerine engel bir BERZAH var”... Zıtlık, herşeyin zıddıyla var olması hakikatiyle, topyekûn mahlûkatın hâli. Nihayet insanda, “senlik, benlik”. Eğer bu olmasaydı, topyekûn mahlûkat, yalnız Allah’ın kendi nurundan yarattığı NUR-U MUHAMMEDÎ kalana kadar yanardı. Mutlak Tevhid mümkün değildir...): 3166= 169.
KASAH: Sırtlan. Kurt. Nefs. Kan-işi sıkı tutan: 169. Abdülhamîd: Hamd eden kul: 169.

SIR - HAKİKAT - HAYÂL

“SIR için yaratılan kemâl, sırrın kemâli, VAHDET’tir!”... İstikbâl buudunun HAYÂL’e âidiyeti, SIRRIN Hakikati’nin VAHDET rayı üzerinde hep özden öze ve mertebeden mertebeye ve nihayet MUTLAK Tevhid mümkün değildir sırrında ifâdelendirilmesi. Bir binanın önce düşüncede kurulması gibi, HAYÂL, topyekûn varlığın hem baş ve hem de sonunun YARATILMASI’nda, EZEL ve EBED mevzuunda, bunlar o, esas unsurdur. MÜBDİ’ Allah-Benzersiz yaratıcı... Cem makamında DEHR, tafsilde ZAMAN. Ân’da toplu geçmiş ve gelecek, bir izâfiyet kaydından ibarettir. Zâhir ve bâtınımızla, tek ânda yaşıyoruz; ve zâhir ifâde eden her tecelli, tabiî olarak ifâdede SONRA-HADÎS’tir... “Allah, herşeyden önce MUHAMMEDÎ Nur’u yarattı. Varlığı yaratmayı diledikte, O’na baktıkça, O hâyâ’dan terlerdi!”; HAYÂ imândandır ve HAYÂL o kökten-HAYÂL nuru... İMÂN ile HAYÂL’e dikkat...
Anlaşılıyor ki, SIRRIN KEMÂLİ VAHDET, Allah Sevgilisi’nden başlayarak kullara pay derecelerde; bu asılda, MUTLAK TEVHİD mümkün değildir sırrı... Allah ile kulun, YARATICI ve MAHLÛK durumunun ezelden ebede bâki olduğu da görülüyor.

*

SIR, sır olarak, vahdettir - dirlik ve düzendir; her şeyde ona mahsus olarak görünen... ANADOLUMUZ’un bazı bölgelerinde de görülen eski bir Arab örfünde, bazen naz olarak, kadınlar dirlik ve düzenliklerinin olmadığını, dert yüklü olduklarını göstermek için yüzlerini-başlarını açarlarmış. DİVAN Edebiyatımız’ın en büyüklerinden FUZULÎ’nin: “Leylâ’nın yanına geldiğimde yüzünü kapardı — Fakat sabahleyin yüzünü açınca şaşırdım!”... Sonra: “Rabbimizin indirdiği hükümlerde — Kadınların yüzlerini açmaları yoktur çünkü!”... Fuzulî’nin ŞER’İ hükme bağlı bir nisbetle örfü değerlendirmesi yanında, HAYÂL’e yer bırakmayan GÜZEL’in, güzel de olmadığını görüyoruz. Burada GÜZELLİK, iyi ve doğrunun ne olduğu ile birlik düşünülünce, GÜZELLİK bir “zevken idrak” ve “bediî idrakî”ne doğru cismaniyetten mücerrede ve HAYALÎ’ye doğru mânâ alır: Bizzat “güzel söz” ne ki. Bazen bunu, doğru ve iyi söz için de kullanıyoruz. Her zaman aynı mânâya gelmeseler de, HAKİKAT BİRDİR sırrında birleşirler: “Doğrunun olmadığı yerde, güzel de yoktur!”... Tam ŞER’İ Hüküm budur... “Allah güzeldir, güzeli sever!”... YEVMİYE: GÜZEL için yaşıyoruz bir bakıma!”... HAYÂLÎ idrakimizle; zekânın özü olan müteâl-aşkınla... Görünür dünya ölçülerine uymayan - eşya ve tabiat âlemine âit olsa da bunun verasında kalan mevcut oluşlar da, onunla idrak edilir olur.

*

HAYÂLÎ: Hayâlle ilgili, hayâle müteallik: 661.
Lazlaz: Yol gösterici, kılavuz: 661.
Sir’et: Nefs. Kadın. Koyun. (SİRET: Bir kimsenin içi, hâli, ahlâkı. İnsanın tutmuş olduğu mânevî
yol... SİRET-ÜN Nebi: Bu isim altında yazılmış eserler, SİYER-İ Nebi de denilir... SEYYİD Abdülhakîm Arvasî: 566: FÜRFÜR-Semiz koyun... Aynı ebcedte, MAUNET: Allah’ın salih kullarına imdadı... KILAVUZ çizgi belli... ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU-NEFS bahsini hatırlayınız: Bürünülmesi gerekeni.): 661.
Keramat: Kerametler. (İMAM-I Cafer: “Kim nefsi için nefsi ile mücahede ederse, keramete kavuşur, kim de Allah için nefsi ile mücahede ederse, Allah’a kavuşur!”... Keramet, Allah’ın kereminden ve onun rızası için olursa, yol gösterici ve şevk verici mânâdadır. NEFS ile mücahede, kötü NEFS’ten sadır olanlarla karışabilen aşağı derece harikalardır ki, buna “sahte keramet” mânâsına İSTİDRAÇ denilen neviden işler girer. ŞAMAN hünerleri ve bâtıl din mensublarından zuhur edenler, neticede MUTLAK yolunda olmayan mevzi, hudutlu ve kendi kendinden ibaret kalıcıdırlar; bâtılın, VAHDET’in hakikatine nisbetle değeri budur.): 662= 1661.
Kültür: İrfan: 662= 1661.
Estar: Örtüler, perdeler: 662= 1661.

*

MADDÎ veya mânevî KUŞATAN çevreyi-varlığı kendinde buldukça, onun senden NEŞ’ET edenini de anlarsın. “Ben değil, benden”, hayâl bahsinde söylediklerimiz gibi, şuur mertebeleri içinde yerini alan hakikatler olarak görülür. Bu, nefsimizin ulvî ve süflî kanatları arasında çevremizden bize gelen zuhur eden diye alınırsa, KERAMET ve İSTİDRAC farkı asıl, nasıl “şuurun doğrudan verileri” içinde zuhur eden RÜYÂLAR’a sızanda bizden orijinallik görünenleri bizim kılıyorsa, tıpkı kurbağayı yılan gibi hissediyorsak, yahud ölüyor ve öldürüyorsak, HADİM dediğimiz bizi teshirine alıcı temin ettiklerimiz misâl - aynı şekilde eşya ve tabiatın verasında olanlar da, bildiğimiz ekmeği gerekli unsurlarla mevcut kılarcasına, onun verası mevcut olarak görülebilir... İlhâmımı gösteremem, onun ancak eserini gösterebilirim... Göstermek: İdrake sunmak... Üzerinde durduğum hususlar, çevremden gelen TELEGRAM telkin ve bedene elektrikî tesiri, bunun zuhurlarının CİNNÎ vasfını da gösteriyor. Malûm: Cin, hem gizli ve örtülü demek ki, (CENNET kelimesi de buradan gelir), hem de nefsi olan canlı varlıklardır. Benim burada altını çizeceğim husus, insan gibi şuur sahibi olan CİN değil, –hayâlet mi desem ne desem!–, HADİM vasfına haiz temin edilendir. Bunlar, hayatın MÜZLERİ-RİTLERİ olarak her insanın hayatının onu güdenleri sınıfından iç duyguları, sembolleri cinsindendir... Nasıl ki her veli Müslüman, ama her Müslüman bâtın yolcusu değilse ve İMÂN hususunda müşterek iseler, nasıl ŞAMAN yaşayış tarzında olanla ona inanan arasında hünerleri farkı varsa, ŞOK tesiri ile tecelli edenlere şâhid olanlarla bu hipnoz-tesire girmeyenlerin idrakı aynı değildir. Hiçbir zaman kurşunu yiyenin hâli, onu seyreden gibi değildir; olsa olsa, KIYAS’en idrak edilebilir... Edilebilirse... Hasta ile ziyaretçisi, ölmek üzere olanla, başucuna dikileni... Ortak müz ve ritlerin yaşandığı toplumlarda, onlar her ne ise, ama şaman topluluklarında, inanç, hadimi muhatabında bulduran teshir sahibi-tasarruf sahibi tarafından zuhura sebeb olabilir... Bana bunları söyleten, aşağıda SİYASÎ BUUD başlığı altında okuyacağınız DOGANLAR’ın marifetleri; ve DOGAN’ın, PANTER mânâsına gelmesi... Ve DOGANLAR’ın, Batı’nın kendine has üslubuyla görünür nesne hâline getirerek PANTER kılığında gerçekleştirdikleri işler; filmlerde, bilmem kendimizden ne bularak heyecanla seyrettiklerimiz. “Olabilir” duygusu itiraf edilmese de, o yoksa ne? Hayâl de, bütün nevileriyle bir gerçek duygu değil mi? Hiç olmazsa bunu anla. Demek ki, olur olmaz “şuur bozukluğu”ndan bahis, şuuru gelişmemiş mânâsına güdük olanlara mahsus bir nitelemedir. Daha ileride, deli ile dâhiyi anlayamamaktır, veli ile deliyi birbirine karıştırmaktır... Gelelim bana: TELEGRAM, herhâlde beni DAHÎ yapmak için değildir - o Allah’ın doğrudan mevhibesidir, eğer mümkün olsaydı, bizzat yapanlar DAHİ olur ve sıra bana gelmezdi. Herhâlde VELİ yapmak da değil; izahtan vareste... DOGANLAR’a dönelim: İnsan kabiliyeti ile gerçekleştirilen BÜYÜ, Cincilik işleri filân, buradaki mevzuumuzun dışında... KARTAL Cezaevi’nde: Sol elimin bütün parmakları, kurt köpeği tarafından hırıltılarla ısırılıyor ve ben o acıyı şuurlu olarak yaşıyorum - hayâl içinde şuurlu hâl. Bu, beni bağırtmak için ve iddiasında gerçekleştirilen birkaç tertibden biriydi. Bağırmadım, acıyla ayıktım. Bağırdığım şuydu: Beni kol kalınlığında ağ gibi odundan bir kafese soktular ve “anne!” diye yardım istedim. Duran “korkuttum!” diye alay ederek neşelendi... BOLU: Herhâlde 2006’da idi. Aslan ağzını açmış bir şekilde üstüme gelirken, hayâl gördüğümün farkındayım, kendimi TELEGRAM’ın elektrikî tesirine bırakır gibi oluyorum, sonra direniyorum, o arada gerçekten aslanın beni bütünüyle ağzına alabilecekmiş gibi korkusunu canlıcasına yaşıyorum. Galiba beceremediler, tam ayıldım. Büyü ve cin korkusunu duyduğum: Normal şişenin içine kapatıldığımı-kapatılabileceğimi bütün şiddetiyle derinden hissettiğim, ama içine kapatılmadığım hâdise... TEKRAR olmasın: Orta Asya kültürü içinde YAĞMUR yağdırma işinin DESTAN ve MİTOLOJİ’den başka, aklı başında TARİHÎ hâdiseler olarak da nakşedilmiş parçalarını daha önce sundum. YEŞİM taşı ve SİMYA ilgisi içindeki nesnelerle yapıldığı söylenenler... Şimdi, DOGANLAR’ın ölüyü diriltmesi üzerine birkaç kelime: SHAKESPEARE’in (1564-1616), İtalyan hikâyecisi BANDELLO’nun bir hikâyesinden ilhâm alarak “ROMEO ve JULIET” isimli meşhur tiyatro eserinin sonunda - Juliet’in onu öldü diye gömmelerine sebeb olacak bir ilâçla kendinden geçirilmesi, iki aşıkın aileleri arasındaki çekişmelerden dolayı böyle bir tertible onun ROMEO ile buluşturularak kaçmaları istenmişken, bir aksaklıktan dolayı haberi zamanında alamayan ROMEO’nun, Juliet’in mezarı başında teessürden dolayı zehirle intihar etmesi, zamanı gelince kendisine gelen Juliet’in onun cesedi başında ağıtlar yakarak şişede artan zehiri içmesi ve kendini bıçaklaması... İki aşık’ın acıklı sonu... Burada da görüldüğü üzere, ölüm hakkında ZAN ile HAKİKAT arasında fark var: Çeşitli sebeplerle yetersizlikten dolayı ölü teşhisi konmuşken sonradan “dirildi” denilenler, demek ki aslında ölmemiş olanlardır. Ölüm, tecrübe edilir birşey olmadığı için, hayatı sadece beden tezahüründen tesbit edebilmek, ister istemez bu yanlışa düşürmektedir. Hiç kimse AZRAİL Aleyhisselâm’ın ruhunu kabzetmesinden önce ölmez. Ölünün dirilmesi, İSÂ Aleyhisselâm’da tecelli eden MESÎH hakikatinin tecellisi cümlesinden olarak, MUCİZEVÎ ve büyük velilerin bazılarına âit kerametler sırasında görünmüştür. Kerametler, bağlı olunan Peygamberler’in Mucizeler de doğrudan Allah’ın; neticede hepsi Allah’ın kuluna doğrudan işleridir.

SİYASÎ BUUD

Alt başlığı ZİHİN KONTROLÜ olan TELEGRAM isimli eserimde, temas ettiğim hususların genel bir çerçevede olduğunu, keza SEFİNE’nin, sonra bu altyapı üstüne yaşadıklarımı anlatacağımı belirtmiştim; bir aşinalık sağlandıktan sonra... Masal gibi gelenlerin yaşananlar olduğunu da hem TELEGRAM’ı anlatmak, hem de TELEGRAM’da bildiğiniz hayatın fikir buudunu işlemek bir arada, bu eser; bunu da defaetle belirttim... SİYASÎ BUUD başlığı, aşağıda göreceğiniz muhteva olarak TELEGRAM isimli eserimdendir.

*

“Ruhlar yönetimle beraberdir ve yönetime karşı gelenler öldürüleceklerdir; köylerini fırtına ve seller götürecektir!”... RODEZYA radyosu böyle söylüyor. Beyaz yönetim tebliğin kaynağını bilmiyor görünüyor ama, kimse buna inanmıyor. Besbelli ki, çeşitli kabilelere mensub bir yığın BÜYÜCÜ, inkârı kabil olmayan bir güçle ona katılıyor... Öte taraftan, AFRİKALI direnişçiler de büyücülerle uzlaşmaya çalışmaktadırlar. Zaten beyazların koyduğu RODEZYA ismini değil, ZİMBABVE ismini kullanmaktadırlar. ZİMBABVE, 8. yüzyılda o bölgede gelişen büyük bir SİYAHÎ imparatorluğun adıdır. Sözkonusu imparatorluk’tan geriye fevkalâde bir mabed kalmıştır. Bu devir hakkındaki keşifleri yayınlamak istediği için, Avrupalı-beyaz yönetim, ESKİ Eserler Müdürü’nü 1977’de görevinden uzaklaştırmıştı. Ne bulmuştu acaba? Bu işin üzerine eğilen ARAB araştırmacılar, büyük sülâlelere mensub MISIR Firavunları’nın ZENCİ olduklarını ve ZİMBABVE medeniyetinin de MISIR medeniyetinin oğlu durumunda olduğunu anladılar. Eğer sözlerine kulak verirsek, AFRİKALI büyücüler bu KAYIP medeniyetlerin kültüründen kalan bir devamı durumundadırlar. ESKİ Mısır’da büyücülüğün ne çapta olduğunu da, MUSA Aleyhisselâm’ın büyücülerle hesablaşması, O’nun ortaya koyduğu ASÂ’nın büyük bir yılan kesilerek büyücülerin İPTEN YILAN’a dönen yılanlarını yutması sanelerinden biliyoruz... SİYAHÎ direniş: Büyücülerle anlaşmaya çalışmalarının ardından, geriye, ESKİ Mısır’dan gelmeyi isbatlamanın büyücüleri inandırıp inandırmadığını ve onların SİYAHÎ ayaklanmaya katılıp katılmadıklarını bilmek kalıyor... SİYAHÎ direnme, kendi radyosu ve güzel basınıyla bu teorik kökeni halka anlatmaya çalışıyordu... Her halükârda BÜYÜCÜLÜK’ün Afrika’da hazırlanan mücadelede büyük bir rol oynadığı, inkâr edilemez bir durumdur. Özellikle kaba POZİTİVİZM’i aşamamış yarım yamalak kafaların ACABA diye bile bakmayı bilmedikleri hususu, kuyrukçusu oldukları BATI ciddi ciddi takib ve tesbit ediyor: “Hatırlanacağı gibi, KONGO’da Birleşmiş Milletler Kuvvetleri’ne karşı koruyucu tılsımların dağıtılması ve büyücülerin kendi okullarındaki çıraklarına uçakların nasıl düşürüleceğini öğretmeleri zaten büyücülüğün faaliyetlerini göstermektedir. Metodlarını geliştirmişe benzerler, zira BİRLEŞMİŞ Milletler’in Başkanı’nın uçağı ormanda parçalandı ve kimse kazadan kurtulamadı!”... Genel olarak dört Afrikalı’dan üçü, büyücülerin kudret sahibi olduğuna inanırlar. Bazı memleketlerde BÜYÜCÜLER Partisi bile vardır. GİNE’de Cumhurbaşkanı Seku Ture, partinin lideridir. Kuşkusuz her kamp, büyücülerin kefâletini aramaktadır. Bu yüzden SOVYETLER Birliği döneminde (1989’da çözüldü) Moskova’da, KGB gizli servisi tarafından yönetilen özel bir okulda tahrikçiler yetiştiriliyordu; ve yine bu yüzden AFRİKA’da faaliyet gösteren KÜBALI askerler büyücülerle iyi ilişkiler içinde kalmak için, şeklî eğitimden geçiyorlardı... Meslekten GÖZLEMCİ-MÜŞAHİD olan LANTİER, vaktiyle ÇAD’ın başşehri N’Djamema’da bir ölü bilinenin diriltildiğini gözleriyle görmüş; beyaz hekimlerin tıbbî yönden ölüm durumunu tam olarak tesbit ettikleri adam kalkmış, yürümüş ve merasimi idare eden büyücünün sorularına cevab vermişti. LANTİER, hemen mahallî bir radyo evine koşuyor, ancak aldığı cevab şu oluyor: “ÖLÜLERİN DİRİLMESİ BİZİ İLGİLENDİRMEZ. Biz şu ânda DİL mevzuuyla ilgiliyiz!”... Yâni o kadar tabiî bir hâdise... Burada şu hususu da hatırlatmadan edemiyoruz: Bizim burada tabiî olarak sayıp dökemeyecek bir ehemmiyette gördüğümüz ve eserler boyu ilkeli hünerler gösterdiğimiz DİL bahsi; bilmem anlaşılıyor mu ki, aslında bir ölünün diriltilmesi çapında hayret ve alâkaya mevzudur?! Büyücülere dönelim: CİN tasarrufuyla içiçe, bizim bilmediğimiz ilâçları kullanıyorlar. Özellikle ŞEKER hastalığını tedavi eden bir madde, YILAN ısırmasına karşı bir PANZEHİR ve hamile kadınlara zarar vermeden dört aylık CENİN’i yok eden çocuk düşürücü ilâçlar... Bazen basit bir temasla öldüren çok etkili zehirler de kullanıyorlar... Bunları, teknik adamların zorlukla izâh edebilecekleri bir kullanımı olan fışkırtıcı silâhlara saklıyorlar. Ayrıca, yağmur ve fırtına meydana getirebiliyorlar. Bu husus kesin olmamakla beraber, büyücünün birine meydan okuyan şübheci bir AVRUPALI’nın, DOGANLAR tarafından fırtınaya tutulduğundan da söz edilir. DİKKAT: Hayâl, ZEKÂNIN ÖZÜ OLAN MÜSBET HAYÂL KABİLİYETİ körlenmemişse, Üstadım’ın ÇÖLE İNEN NUR isimli eserinde söylediği gibi, “günlük hayatın nice olurundaki olmazı görenler, bu olmazdaki oluru da görürler!”... Mücerret hayâl kabiliyetinin gelişmesi ve olurlarla olmazlar ve olabilirler hususunda sıhhatli bir tâyin ölçüsüne erilebilmesi için, evvelâ dinlemeyi öğrenmek gerek: “MISIRLI bir ilim adamının PARİS’te anlattığı YAĞMUR’dan araç; acaib şekilde yontulmuş iri bir taştır bu. Yağmur yağdırmak için ona dokunmak gerekiyormuş!”... DOGANLAR-Büyücüler, beyazlar oraya gelmeden önce de ASTRONOMİK bilgilere
sahibtiler. Bu bilgilerin bir kısmı, belki 15 veya 20 bin yıl önceye âittir. Herşeyi kendine mâl etmede usta BATI’nın, kendilerinin ayak basmasından binlerce yıl öncesine âit yerleşim yerlerini KEŞİF diye nitelemesi ve İNSANLIK ÂLEMİ ortasında kendisini MERKEZLEŞTİRMESİ, bu meselede de görülür: BATI tarafından 18. yüzyıl ortalarında haberdar olunan SİRİUS yıldızının karanlıkta kalan uydusunun yerini biliyorlardı. Nihayet, en küçük bir olabilirlik ihtimâli görülmeyecek bir EFSANE’ye göre de DOGANLAR kendilerini HAYVANA dönüştürebiliyorlarmış. Bugün hususen KUVANTUM fiziği, HOLOGRAFİK geçişler ve IŞINLAMAYLA mekân değişimi gibi, fizikle metafiziğin klâsik sınırları dışında yer bulan-bulmaya çalışan araştırmalar, sözkonusu büyücü hünerlerine gerekli dikkatle bakmayı telkin eder, gerektirir ve öyledir de. Nitekim gizli PARAPSİKOLOJİ savaşına dair yayınlanmış sayısız eserlerde, bu türden hâdiselerin tahlili ile modern denilen dünyadaki tatbikî şekli veya nihayeti bakımından son derece bol malzeme vardır. AFRİKA ile ilgili olarak, İSLÂM dışı Batı ve Doğu dünyası adına bulunan kurslarda bu nevi birçok işlemin ilgililere öğretilmesi üzerine, büyücüler duruma müdahale etmişlerdir... Devam: Efsaneler yoluyla daha da abartılan-abartılmış bu güçler, halkı çok etkiliyordu. KENYA’da İngilizler’e karşı sürdürülen bağımsızlık savaşlarında ön plânda rol oynayanlar, PANTER Adamlar diye bilinen DOGANLAR topluluğu olmuştur. Genel bir görüntü olarak aralarında birleşebilen her memlekette HIRİSTİYANLIK gerilerken, hattâ UGANDA örneğinde olduğu gibi HIRİSTİYANLAR öldürülürken, ANİMİZM’e kuvvetli bir dönüş tesbit ediliyordu... ANİMİZM: Tabiat varlıklarının şuurlu bir yaşayış içinde bulunduklarını ileri süren görüş, canlılık. Tabiî hâdiseler ve nesnelere tapınma dini... SANAT Tanrısı anlamına gelen ve ruh takıntılarıyla eşyayı mezceden MÜZ kavramının ANİMİZM ile ortaklığı anlaşılıyor. Uzaktan haberleşme ve telgraf anlamına gelen TELEGRAM’ın, zihin kontrolü ve yönlendirme işine isim olması, iç ve dışa doğru zuhurat nevinden ve mânâ çerçevesindeki her oluşun MÜZ diye anılması... CİN ve PERİSPERİ (Cinin, gizliliği ile madde arasında belirişi) bahsi de göz önünde tutulursa, bana SİYASÎ görüşlerim sebebiyle uygulanan “nadir” işkencenin BÜYÜ vasfı yanına kullanım yeri olarak SİYASET’in de eklenmesini gerektiriyor. Mevzu BÜYÜ ve SİYASET ya; demek ki bir yandan uyarıyor, diğer yandan da bilgilendiriyoruz... BİR NOT: MÜZ, ve İngilizce’de MUSE, yâni “derin düşünceye dalmak” demek. Bu çerçevede bütün eşya görünüşlerinin de, lâtif varlıklar gibi lâtif olduğunu gösterici; eğer onu VARLIK ve VARLIK KARŞILIĞI olarak kullanıyorsak. (Eşyanın aslı, HEYÜLÂ)... TELEGRAMCILAR, bu hususta “müz, müz” tekerlemesinden başka birşey söyleyebiliyor değiller; tıpkı anlamsız ve açıklayamadığımız, belki kendi de uydurma bir kelimeyi, TELEPATİ aracı olarak kullanmamız ve onu herkesin anlayamaması gibi. — Eylül 2003.
DOGAN: Panter. (İngilizce bir kelime DOG: Köpek, tilki. “Kalb. Basiret. Kalbi kararmış. Sezgi”... GÖNÜL gibi, hem iyi, hem kötü vasıflara haiz. Hâle göre “var” veya “yok” dediğimiz VİCDAN-Sahibi.): 1061.
Nevzad: Lisân, dil. Mahzen. Zarar, ziyân: 61.
Bedene: Kurbanlık deve. “Nefs-ruhun bineği”. Kurbanlık nefs. Fedâî. (Üstadım’ın ESSELÂM isimli şiirinden: Ne bir harf ne kelâm, — Esselâm, Esselâm... Esselâm, Allah’ın teslim olunan “selâmet verici” mânâsında 99 güzel isminden birisidir.): 61.
Em: Ermek. İdrak. Saat. Üzerinde bulunulan işin zamanı: 61. İnnî: Tecrübe ile edinilen netice: 61.
BÜYÜK DOĞU: 1061.
Cünabe: İkiz çocuk. (Cünnab: Bitişik olan iki yemiş.): 61.
*
PANTER: 654= 1653.
Muhtıra: Hatırlatmak veya hatırlamak için yazılan tezkere. İkaz ve tembih tezkeresi: 654= 1653. MEHDÎ Hayran Mirzabeyoğlu: 653.
Türban: Topraklar. (Ebu Türab lâkablı Hazret-i Ali hatırlanmalıdır... Hak: Toprak.): 653.


Baran Dergisi 249. Sayı