Gözalabildiğine dümdüz buzdan bir zemin; dörtbir yanınız, sonsuzluğa açılan bir yalnızlık hissinden başka hiçbir şey vermiyor. Şu ânda sıcak odanızda veya Kutub bölgesiyle kıyaslanamaz bir ortamda bu satırları okurken, sizi üşütmek istiyorum. Hiçbir canlı yaşamaz ve yön duygusunun kalmadığı o zeminde, küçük bir kaya çıkıntısı ve üzerinde Rodin’in meşhur “Düşünen Adam” heykelini andıran, eli çenesinde oturan çıplak bir adam. Bu adamın hâli, sosyal çevresi ve anlatmaya kalkacağı şey, hiçi yaşarken, onu anlatmak kadar zor ve söze döner dönmez alelâde veya mânâsızlık diye bakılabilecek soydan şeyleri ihtiva etmekte. O adam bendim. 18-20 yaşlarında yaşadığım ve 30 yaşlarında büsbütün kaybolmadan o döneme âit bir psikolojiyi ibtidaîliği ve safiyeti ile aktarmak üzere ele aldığım YAŞAMAYI DENEME isimli romanımda, kahramanım KİM hakkında geçen bir cümle, Kartal Cezaevi’nde yaşadığım TELEGRAM sürecine pek uygundur:
— “İlk kez duyuyordu yaşamanın da kahramanlık olduğunu!”
O roman, 30 yaşında artık hamile bir kadına “doğurma, bekle!” denilemeyecek bir yük hâlinde mutlaka yazılıp kurtulunması gereken bir mânâ ve bence bir tarih tesbiti hevesini ifâde ederken, TELEGRAM’da yaşananlar anlatım bakımından daha ziyade Üstadım’ın KAFA KÂĞIDI’nın sonunu (UFUK’un sonunu) ve FELÂTAT kelimesini gösterir ve ister duruyor. YAŞAMAYI DENEME, “kadında kâinat muhasebesini hülâsa etme” cümlesinden olarak bugüne kadar üzerine 57 cilt eser inşa edilmiş bir zeminin has nakışı iken, TELEGRAM sekâretten dönüşte toplam bir nefs muhasebesini temsil eder gibi. Hâdisenin vesile olduğu, ama aslı ruha bağlı bir hâdise seçimi.
TELEGRAM ile TİLKİ GÜNLÜĞÜ arasındaki benzerlik, bir rüyâ görür - yaşarkenki hâlimizi anlatırken, onun karşımızda bulunan için sinek lekesine dönüşünü görmemizi andırıyor. Bizzat yanmakla, kâğıt üzerinde “yanmak” kelimesi arasındaki fark. Eğer bir hâli dinleyenle anlatan arasında müşterek bir vahid-i kıyas olmazsa? “Anlatılmaz” ve “anlatılması mümkün değil” de buna dahil.

“DÜŞÜNEN ADAM HEYKELİ”

Erkekçe dergisi muhabiri:
— “Düşünce adamı ve sanatkârların hemen hepsinin sıkıntısı anlaşılmamak... Ama siz herhâlde bu sıkıntıyı BUHRAN hâlinde yaşıyorsunuz?”
Üstadım:
— “Düşünce adamı tabirini sevdim... Türkiye’de o yok işte. Büyük Doğu gibi bir derginin kapağını düşündüm geçen gün... Şu meşhur Rodin’in, Düşünen Adam Heykeli... Heykeli var, kendi yok diye...”

*

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi’nde bulunan DÜŞÜNEN ADAM heykeli, bulunduğu mekân itibariyle “düşünen adam”ın hâlini de gösteriyor. “Deli ile dâhi arasında incecik bir çizgi var!” denilmesine nisbet, belki de o düşünen adam, dâhi idi; ıssızlığın ortasında. Düpedüz akıl hastası bir delinin hâli; dâhi için bir felâket daha. Tasavvuf’ta, bütün mertebeleri aştıktan sonra eşya ve hâdiseye tasarruf iradesini asli sahibi Allah’ın iradesine bırakmış ve O’nun karşısındaki HİÇLİK’inin hâlini, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin ifâdesiyle “tam bir değersizlik” olarak yaşayan üstün velinin hâli ile, basbayağı değersiz olan arasındaki fark karışırsa? Kılık kıyafetleri ve bütünüyle yaşamaları şu dünyaya sırtını dönmek olan
MELAMİLERLE, köprü altında yaşayan evsiz barksız gariban berduşların şahsiyetleri karıştırılırsa? Bugün hakikati kalmamış bir kemâl yolu olan “melamilik”i karşılayan kelime, KALENDER:
— “Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. Dünya alâkalarından uzak, hakikat adamı. Filozof.”
Bu tabir, Batı’da Diyojen ve Epiktetos gibi filozofların, bizdeki karşılığı olarak “Kelbiyyun” mektebinin yolu mensublarını da kapsıyor. Sıradan insanlar için onların yaşadıkları şartlar, düşkün ve rezillerle aynı kefede mütalâa edilmelerine sebeb olabilir.

*

Tasavvufta RECEBİYYUN diye anılan bir tâife var ki, “heykeli var, kendi yok” ifâdesi, bana onları hatırlatır: Receb ayı boyunca, ne yaptığını, ne işlediğini, nereye gittiğini bilmeyen, bildiğimiz soydan şuuru yerinde değil insanlar. Bu ay geçince kendilerine geliyorlar ve şer’i mükellefiyet içine giriyorlar; komadan çıkar gibi. Anlayabildiğimiz bu kadar. Batı’da, belki devlet şartlarına uygun ve muhatab olamaz bir tip olarak, Stefan Zweig’ın harikulâde biyografilerinden birinde geçen Alman asıllı “garib” şairi anabiliriz: Alelâde bir köylüyü andıran bu adam, bir bakarsınız Rus-Fransız savaşında, patlayan toplar, atılan kurşunlar, şakıyan kılıçlar, naralar, böğürmeler içinde, sanki birşey olmuyormuş gibi dolaşırken görülür. Bir bakarsınız, Rusya’da, in-cin uğramaz bir dağ köyündeki küçük birahânede bira içmektedir. Nerde, ne zaman, ne işlediği meçhul, ondan bize kalan olarak sadece şairliği malûm bir adam.

*

Kafa Kâğıdı’nın sonu: “Beylerbeyi... Toprağına küskün ve büyük şehir lüpçülüklerine düşkün Çarıklı erkânıharbler’in gecekondu çadırlarıyla kuşattığı İstanbul......aynı Moğol istil.....giriftar asil bir köşe...”
Feletat: Lisânın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime. Ansızlık. Her ayın son geceleri.
Sekâret: Ölüş hâli, dünya ile ölüm arasında. Sarhoşluk. Hayret. Sekârette olan bir müminin ağzından, bazen küfür kokan sözler duyulursa da, buna itibar edilmez ve onun o ânda deliliğine- şuursuzluğuna hamlolunur. O dehşetli vakitteki sözler, belki hâl ehlinin anlayacağı soydandır. “BEN KİMİM?” derken, Üstadım’ın tamamlanması şiir olarak bana kısmet ve görünüşü bütün eserlerimin mânâsında olan, üç mısraı: “Kelimenin üstünde, — Cümlelerin altında, — Benim büyük meselem!”... Varın kıyas edin sekârette olanları.

*

Telegram’ın, daha arkadan gelecek olan dehşetlerini yaşamamışken, olup bitenin verdiği şaşkınlık hâllerinde, onların vermesine lüzûm yok, kendime teselli ve ümit olarak zihnimden geçen düşünce:
— “Bütün bunlar geçecek ve yaşadığım değişik bir şeyi yazacağım!”
Mehmed, Kenan, Arar, her kimse, yaptığından emin ve güzel sesli biri, duvar dibinde gezinen ses:
— “Ha, haa! Şuna bak! Kurtulup yazacağını düşünüyor!”
Onlara cevab verebilme değil de, cevabın tafsili şartlarında değilim. Oysa ben, gözle görülür şekiller içinde olsun olmasın, varlığın yokluğa, bedenimizin nasılsız ve niçinsiz ruhumuza delil olması gibi, anlattığım ve yazdığım zaman o hâle delil getirmiş oluyorum. “Tahlil, kritik etmek, benim tabiî yapım!” demem, kendimi “uykusunda bile düşünen adam!” diye tarif etmem, Kartal gibi, Bolu’daki NYMPHALAR için de abartılı görünüyor: Çünkü ben, yiyorum, içiyorum, boş duruyorum, helâya gidiyorum, banyo yapıyorum, uyuyorum, yahud havalandırmaya çıkıyorum, vesaire, vesaire... NYMPHALAR’ın tekidli iğnelemeleri içinde olduğundan, onlara da cevab olmuş bir YEVMİYE’yi aktarıyorum: “Bir yazıda kendi kendimizle imtihan hâlinde olduğumuz
için, mütamadiyen beğenmeyiz, yazarız... Farkında olmadığımız şeyler oluyor hayatımızda, içimizde bir şey pişiyor, biz farkında olmuyoruz, pişiyor, pişiyor ve birden detay gibi görünen, bir vesileyle patlayıveriyor... Patlama ânlarının mâziye doğru psikolojik pırıltıları; işte KAFA KÂĞIDIM’da düşündüğüm o!”
TİLKİ GÜNLÜĞÜ, muradım bakımından, tam 7 sene 24 saatime hâkim örtülü veya açık, mesaimi ifâde eder: “İçimizde bir şey pişiyor, pişiyor” da, bu dilden kim ne anlıyor ve hayatı böyle mi görüyor? Eğer, Tilki Günlüğü’nün açtığı yoldan gelen eserlerim olmasaydı, tıbkı kutubtaki bir kayaya oturmuş, temessülü gitmiş adam hâli, o eserin yazılış sürecindeki imkânsızı anlatırcasına bir tatsızlıktaki sıkıntım da anlaşılmayacaktı. TELEGRAM’da yaşadığım hâdiselerin kuru naklinin, bana neye mâlolduğu malûm. DÜŞÜNEN ADAM HEYKELİ’ne komşu oldum.
Tolstoy’un, “yazdığım şey, yazmak istediğim gibi olmuyor!” şeklindeki şikâyeti, acaba bahsettiklerim arasında bir yerde mi?
1960-1970 arası bütün dünyayı saran Hippilik akımının başucu eserlerini yazmış Carlos Castaneda’nın, Meksika’daki bir kızılderili kabilesinin ŞAMAN ritlerini modern dünya insanının eleştirisi ve eksiği gibi sunan “Rüya Görme Sanatı” ve benzeri eserlerinde görünen renksizliği, TİLKİ GÜNLÜĞÜ’ne benzetirim. TELEGRAM’da, başlıklarını bu esere tedâî olsun diye benim koyduğum kısımlara, böyle bakılmalı: Suzi Muzü, Işık Hüzmesi, Cızırtı ve Kaynama Sesi, Uçtu Uçtu, Vücut Isısı.
“Dünyada o kadar az anlatılacak şey var ki, bu yüzden resim çiziyorum!” diyen bir İngiliz ressamın, silik ve detaysız kara kalem resimleri... Resme değil de, ressama bakınca, onun da nefsi donmuş bir heykel imajıyla tasvir edilebileceğini düşünüyorum. “Dünyada anlatılacak o kadar az şey var ki”; dedikodudan ibaret olanı görmek diye yorumluyorum. Mesele, susmak veya anlatmak değil; “sır birliğinde bir” olan, eşyanın hakikatine âit bir idrak buudunda olmak... Anlatan, aynı hâli şöyle belirliyor:
— “Kırk senedir karaciğeri inceliyorum, bir şey anlayamadım!”
YAŞAMAYI DENEME isimli romanımı, bir ruh ve nefs cengi hâlinde ve bahsi geçen birbirinin aynı iki görüş arasında, sade ve ibtidaî bir dille yazdım. Onun, hemen hemen üçte biri, roman kahramanı KİM’in yazdığı ve yarıda kalan KARINCALAR’la ilgili bir romandır.

*

YAŞAMAYI DENEME isimli romanımı, onun önüne sürecek bir liyakat cesaretim olmadığı için, Üstadım’a arkadaşlarla yolladım. Ziyaretimde, ondan bahis açtığı ânda, ben ruhu çoktan kaçmış bir taş heykel; tebessüm başlangıcıyla “Yaşamayı Deneme!” dedi. Saniyelerle ölçülebilir bir müddet içinde, menfî bir değerlendirme yapmamış olması, rahatlamama yetti... YAŞAMAYI DENEME: Yaşamayı denemek, deneme, bir hâl... YAŞAMAYI DENEME: Yaşamayı deneme, yaşa!

*

YAŞAMAYI D(E)NEME: 470.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 470.
Şemlak: Pîr: 470.
Tenciz: Sona erdirme. Sözünü yerine getirme: 470.
Tenhib: Suya gayet yakın olmak. (Şeria: Suya giden yol.): 470. Aşk: Çok ziyade sevgi. İttiba’. Alâka: 470.
İntiyat: Kendi reyi ve iradesiyle hareket etme: 470. Dost: (O ve ben): 470.
Att: Sözü tekrar tekrar söylemek: 470.
İntiyah: Gözyaşı dökme, ağlama. (Batı): 470.
İstidad: Ünsiyet etme. Yetenek: 470.
Millet: (Yaşamayı Denemede, mihrakında KİM’in anten kişiliğinin bulunduğu mekân): 470. Tecniz: Ölüyü tabuta koyma: 470.
Tedvin: Bir araya toplayarak tertibleme. Aynı mevzuya dair bahisleri bir araya getirme, kitablaştırma: 470.
Tehabbüs: Kendini bir yere kapama. Hapsetme: 470.
Serîr: Taht. Koltuk. Üzerine oturulan yüksekçe yer. (Abdülhakîm Koltuğu’nu hatırla): 470. Teng: Dar, sıkıntılı, melûl, kederli: 470.

*

YAŞAMAYI DENEME: 469.
İstiva: Müsavi oluş. İstikamet ve karar. Kemâlin sabit olması. İSTİLÂ EYLEMEK: 469.

*

Yaşamayı Deneme’nin, tek tek hangi kelimelerle ebced tevafuku olduğuna dikkat edilmesi gerektiği hususunu ikaz ediyorum. Birbirini destekleyen ve ilgili kelimelerle kavram ve mefhumların, bunların birbirini destekleyen ve ilgili olanlarının yığılmasıyla da sistemlerin oluştuğunu bilenler, mevzuu alâkası çerçevesinde çıkardığımız bu türlü listelerin, okuyucu adına “hafıza, hayal ve tasavvur” tafsiliyle müstakil bir fikir kümesi olabileceğine dikkat çekiyorum.

*

Neml: Karınca: 120.
Ebu’lhasen Harkaanî: (Hacegan silsilesinin-Altun Silsile’nin 7. büyüğü... Üstadım’ın “Başbuğ Velilerden” isimli eserinden: Nuru, Bayezid Bestami’den alan Ebu’l Hasen, Bayezid’in yüzünü bile görmüş değil... Nuru, ruhanî yoldan aldı. Doğumu, Bayezid’in ölmünden epey sonra... Dedi: Sofi, varlığa ihtiyacı olmayan yokluktur... Dedi: Peygamber’in varisi odur ki, peşisıra gider; o değildir ki, ömrünü sadece kâğıtların yüzünü karalamakla geçirir.): 1119= 120.
Kesîl: Tembel kimse. (Küst: Sahil... Kusto: Dünya hayatına paydos etmiş kocasının ardından MATEM tutan kadının, belirtilmiş bir müddetle sürünülmesine Hadîs ile müsaade edilen bir otun kokusu. Bir ot ismi.): 120.
Lüka’: Ufak çocuk. At: 120.
Mu’ciz: İnsanı aciz bırakan iş. (Acz idraki veren): 120.
Nesy: Unutma, nisyan. Unutulmuş. (İNSAN, nisyan kelimesinden gelir.): 120.
Fely: Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. (Filozof, mütefekkir.): 120.
Dümu’: Gözyaşları: 120.
Misk: Güzel koku: 120.
Hasna: Güzel kadın. (Hur: Cennet kadınları. Gözleri iri ve siyah kısmı pek siyah, beyaz kısmı pek beyaz olan kızları... Hur: Güneş. Şems –ki, Allah’ın bir delili.): 120.

*

“Mate-öldü” kelimesinin ebcedi, KISAKÜREK’e denk geliyor. MATE-M ise, onun sonuna eklenen “M” harfi ile soyadımın başlangıcı olmanın yanında, SALİH İZZET MİRZABEYOĞLU’na tevafuk ediyor: 1481. Aynı ebcedle “mütevalid”: Birbirinden doğup üreyen... Bir Yevmiye bahsi olarak, Allah Sevgilisi’nin “Dünya’nın neşesi gitti, kedureti kaldı!” sözünü tekrarla, “keder, keduretin hâli; onu çok iyi duyuyorum!” diyor. İngilizce “blue”: Mavi. Keder... Türkçe’de Nil, “mavi, Nil nehri” demek; İngilizce’de ise HİÇ... Ebu’lhasen Harkaanî Hazretleri’nin sözünü hatırlıyoruz:
— “Sofî, gündüzün güneşe, geceleyin ay ve yıldıza ihtiyacı olmayandır. Sofîlik, varlığa ihtiyacı olmayan yokluktur!”
Gaybın gaybı, yokun yoku, hiçin hiçi; bütün bunlar, bir idrakin ve idrak edilebilir olanın, bu vücut isbatiyle, onlara delil olmasını gösterir. Her varlık, nesne ve nesneleştirilebilir olan,
zıddının delilidir. Şu görünen âlem ve bunun idrakine dair herşey HİÇ’e delil olduğu gibi, bu hiçlik de Allah’ın vücud sıfatında bir gölge-gölgeden olduğu aklî zaruret bakımından kabul, Allah’a delildir. Birinci durumda varlığı kendinde toplayan bir keyfiyetsizlik, ikinci durumda “herşey Allah’tan”, “Allah’tan başka herşey bâtıl” buyuran Peygamber sözünün hikmeti. Kelime- i Tevhid’deki “LÂ-Yoktur” sırrı. Ebu’lhasen Harkaanî Hazretleri’nin büründüğü yoklukta, ona neyin nasıl göründüğü açık. Hiçliğin diğer yönü ise, sadece birinci durumda kalan donma derecelerine âit bir idrak. Kutubtaki DÜŞÜNEN ADAM HEYKELİ misâlimizdeki kişi, ben, birinci durumdaki hiçi farkeden, yaşayan –yaşayan?–, ikinci yönüne de büyüklere imân bağıyla bağlı olma yolundan acizin acizi bir sefil olarak imdad gözüyle bakandım. YAŞAMAYI DENEME’de, varlık isterken yokluğa çatmak, TELEGRAM’da hiçliğe battıkça batarken KORKMAK. Bu korkunun idrakinde anlaşılabilir ancak... Mevlâna Halid Hazretleri buyuruyor: — “Gerekli olan, aşk değil, ibadettir; İNSAN bunun için yaratıldı!”
Aşk ibadet içindir, ibadet olursa ne âlâ; mücerret bir aşk, kendi kendinden ibaret bir hava. Aşkın hakikati bu ve sadece İslâm’da. NAMAZ, dinin direğidir.
İmam-ı Gazalî Hazretleri’nin sözünü, kaba saba anlayışa düşürmeden böyle anlamak lâzımdır: — “Namazdan lezzet almak caizdir!”
Düşünün, namazda duyulan zevkin bile nefse düşen payı bakımından, “caiz” diye fetvası
veriliyor.

*

Nemle: Bir tek karınca. Vücutta karıncalanma: 125. Adan: Deniz kenarı: 125.
Ma’bude: Kadın heykeli: 125.
Hemi’: Ölüm, mevt: 125.
Müfad: Sözün ifâde ettiği mânâ: 125.
Sine: Kalb. Sadr. Göğüs: 125.
Fehem: Anlayış: 125.
Veliahd: Bir hükümdardan sonra yerine geçen kimse: 125.

*

Nemmal: Dedikoducu. (Aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kıl ü kal imiş ancak — Fuzulî): 121. Nimal: Karıncalar: 121.
Simmak: Balıklar. Parlak yıldız. Bir şeyi yükseltecek âlet: 121.
Semmak: Balıkçı: 121.
Hurşid: Güneş. Hur: 121. Kinan: Perde, örtü: 121.
Elif: Dost, sahib, munis: 121. Etfal: Çocuklar: 121. Sübhan: Allah: 121.

*

KARINCALAR, hiçliğin iki yüzüne de sembol gibi. YAŞAMAYI DENEME’de, iki aşıktan biri intihar ederken, diğeri çileye devamda ki, KİM.

İKİ HÂDİSE

(Bugün, 4 Kasım Perşembe, 2010, saat 14.30 civarı... Rahat bir gece geçirdim; gerek elektrikî tesir ve gerekse sözlü sataşmalar olmadı. Ancak, sabah saat 8’den, öğle vaktine kadar, NYMPHALAR hafif bir “çalışma” içinde de olsa, beni uyutmadılar. Belki 1-2 saat uyumuştum ki, 14.30 civarında TBMM İnsan Hakları üyeleri bizim havalandırmaya gelmişler, bir gardiyan
beni uyandırdı. Bu ziyaret, anladığım kadarıyla, Cezaevi’ndeki benimle veya beni de ilgilendiren veya benden de duyulmak istenen bir durumla alâkalı değildi. Sabaha kadar, yukarıda okuduğunuz, anlatsanız da anlatamadıklarınızla ilgili yalnızlığa bir ek oldu bu ziyaret: Cezaevi’ndeki durumu sordular, ben “Telegram, zihin kontrolü” vesaire dedim, böyle birşeyi hiç duymamışlar. Düşünün hiç duymamışlar “zihin kontrolü” diye birşeyi!!! Eh, sadece nezaket diye addedebileceğim bir ziyaret ve DÜŞÜNEN ADAM HEYKELİ etrafında söylediklerime ek bir hatıra. Kartal Cezaevi’ndeki TELEGRAM işkencesinde yaşadığım, beden ve ruhî olarak muazzam bir tesire sebeb iki hâdiseyi, bu gözle de okuyunuz. Ziyarete gelenler arasında tek kayda değer söz, “inandırma sorununuz var” diye alınan not. Bilmeme durumlarını da, “bilmez görünme” zorunluğu içinde olmalarına bağlıyorum, yoksa ayrı gezegenlerde yaşıyormuşuz gibi olmayı, onların Milletvekili olma haysiyetlerine yakıştıramam!)

*

Yatarken, Kenân’ın lâflamaları ve tehditleri. Uykuya dalma yorgunluğu içinde, uyuma veya uyumama tercihi bana bırakılmış gibi klâsik bir numaraları var ki, onun tatbikine mevzuyum. Bu, tehlikeden kurtulmak için uykusuzluktan çıldırma gibi bir hâle düşmenin başlangıcı. Ben, uykuyu tercih ediyorum. Üzerinizde bir elektrik gerilim hattı bulunduğunu düşünün, size olan mesafe ayarı sizin kendinizi salıp salmamanıza bağlı, sizin iradenize nisbetle çekimine girip girmeme şeklinde bir karar azabındasınız, neticede gücünüz tükeniyor ve ona yapışık uyuyorsunuz veya neyse ne. Klâsik bir numara dedim; tecrübelerime binaen mani olunabilir bir şey olmadığını bildiğimden, kendimi meçhule salıyorum, ne olacaksa olacak.
Âniden, vücudumu sarıcı bir elektrik ve mıknatısiyet tesiri, ama kapma şeklinde değil. Ranzanın altından olağanüstü bir hızla birden üzerime atlayan, mukavemetimi önlemek için de Kenan’ın sesiyle “şimdi kollarını kilitleyeyim de gör!” diyen, keçi gibi üçgen yüzlü ve uzun kulaklı, kuyruğu kanguru kuyruğu gibi, hayvanca pençeleri - o görünüş içinde son derece ürkütücü maymun elli, toplam olarak; şeytan tasvirlerinin, duyu organlarımla idrak ettiğim canlı hâli... Derisi ve ayı tüyünü andıran tüylerinin rengi, siyaha çalan kahverengi... İsmi de İsmail... Arka yandan, sağ tarafımdan bana sarılmış, boğuşma hâlindeyiz ama, muazzam kuvvetli ve benle alay ederek, “hadi kurtul da görelim!” diyor. Bileklerimi yakalayan elleri ve eklem yerlerinde göze batan kemikli ve uzun biçimsiz parmakları, dikkat çekici; sadece parmak uçları - tırnak kısmı, insanınkini andırıyor. Avuç kısmına doğru açılan rengiyle, sanki zenci elini andıran bir el intibaı alıyorum. Kurtulmak için bütün gücümü kullanmama rağmen mümkün olmayınca, hırsla sağ elini ısırıyorum; hem de nasıl. Canı yanıyor ve şimşek hızıyla üstümden ranzanın altına doğru kaçıyor. Uyanıklıktan uyanıklığa geçmişim gibi bir hâldeyim. Şimdi dikkat: Bu hâdise, rüyâda şunu gördüm, böyle oldu gibi bir şey değil, birebir fiziken yaşanan bir hâdisedir. Isırmamla ilgili olarak, çenemi ve dişlerimi kontrol ediyorum, hani dişlerimin birbirine teması sözkonusu mu; değil. Can havliyle ve bütün gücümle ısırmamın tadı ve kaçırmış olmakla rahatlamış olarak, zafer kazanma hissiyle, “nasıl anlatabilirim”i düşünüyorum. Aslı karartan ve durumu zorlaştırabilecek olan sahte “ben de”lerden korunmak için. Gece sessizlik devam ediyor. Ben en rahat ve sakin uykularımdan birine dalıyorum.

*

Kenan’ın tehditleri ve benim meydan okumalarımın ardından, onun “bu gece içine gireyim de gör!” kızgınlık ifâdesi. Sözün telkin tesiri ve o zaman bilmediğim için ifâdelendiremediğim “frekans-dalga” ayarıyla, bekleyiş ürpertisi içindeyim. Koridordan bir ses gelmediği gibi, içinde bulunulan yerin nereye nisbetle ne mesafede olduğunu da karıştıran aktarılmış sesler veya ses indirmeler de yok. Sessizlik neşrediliyoru andıran bir mekân sessizliği. Evet; büyük bir ihtimâlle içime girecek. “Ne olacak, nasıl olacak?”... Daldım, uyudum: Birdenbire, Kenan’ın köpürmüş konuşmasıyla içimde, içimi paramparça eden, sanki bir araba motorunun yatağından çıkmış -
daha doğrusu yataksız, dört bir yana savrularak işleyen pistonların verdiği bir acı. Bu bir benzetme; içimi paramparça eden, cin gibi içime süzülmüş Kenan, suretsiz bir tesir. O şok edici acıdan sonra, iki katlı ranzanın enlemesine ortadan üstüme doğru bükülüşü ve aynı ânda benim ranzada, aşağı doğru. Düz bir kağıdı üstünden kalemle bastırarak bir boruya sokar gibi bir karmaşa şeklinde, muazzam bir enerjiyle emen boşluğa doğru, ranza, yatak, ben, daha ne varsa gidiyoruz; yok oluş! Bir ânda olup bitiveren bir hâdise. Aynı ânda ayıklık ve herşey yerli yerinde. Bu bir rüyâ değil, alelâde soydan gerçek de değil. Kim ne derse, bir altını sorarım. Böyle benzer izâhtan vareste hâdiseler, sonradan ilgimi Şaman ritleri ve kuvantum fiziğine döndürdü. 2003 yılında SEFİNE isimli eserimin vesilesi bu. Ondan sonra, umumi olarak yaşananlarla örtüşebilir usûlleri de ihtiva eder, ÖLÜM ODASI - B. YEDİ’nin altyapısı niyetine, aynı sene içinde TELEGRAM isimli kitabım.

BİR İTHAF

“İki Hadise” başlığına kadar olan kısmı, münekkid Hakan Yaman’a ithaf ediyorum. O edebiyat ağırlıklı bir kovan sahibi olarak, senelerce fikir sahasından devşirdiklerini de oraya taşıdı. Hakkında yazılı bir şey dememiş olmanın sinsi muzipliğiyle bugüne kadar sustum. Onun hakkında kaba çizgilerle söyleyeceklerim, başkalarının da işine yarayan cinsten olacak.
Büyük Doğu-İBDA ölçülendirmelerine sımsıkı bağlı ve rastgelelikten alabildiğine uzak üretirken, HÜKÜM’e nisbetle HÜKÜME GETİRİCİ hakkının gereğini yerine getirmekten de, sanki kısır bir mekân sahibi görünme pahasına kaçındı. Bakabildiğim kadarıyla, son 3-5 sene içinde bunun dışına çıkıp, hakikatleri yerli yerine koyma adına rahatladıysa da, yeterli değil. Hazret-i İsa’ya atfedilen bir hikâyede, yerdeki köpek leşinin görüntü ve kokusunu sözkonusu edene, onun dişlerini işaretle “ne güzel dişleri var!” demesindeki hikmetle, dışımızdaki yerli ve yabancı ürünlerde mevcut kıymeti de maledici bir dille almak lâzım. Güya bunu yaparken, asıl niyeti kendini göstermek olduğu için rastgeleliğe yelken açan ve mihraktan uzaklaşanların hâlini biliyoruz. Sadece bilmekle kalmıyoruz, vakit gözetmeksizin şimdi imişçesine NYMPHALAR’ın bize mermi olarak kullanmalarını da yaşıyoruz. Sıkıntımın sebebi, esirgeme gayretinden; ihtiyacımdan değil. Bunu, bilmiyormuşcasına işlerine devam eden NYMPHALAR da biliyor. Hakan Yaman’da, bahsettiğim menfiliğe düşecek bir şuur görmüyorum. Kendisinden bahsetmemiş olmam da, önünde doldurulması gereken, doldurabileceği bir mekân boşluğunun var olmasından dolayı. İnşallah hep böyle kalır. Kasdım, eser niyetine, hâl olması gereken istidadı. Günlük hayat meşgalesi, maişet derdi vesaire, hepsi makul mazeret sınırında kalmak üzere, sözü geçen boşluk, suvarisinin bir sopa ucunda iple sarkıttığı bir yoncaya erişmek için koşan AT’ın açlığı cinsinden olmalı. Mütemadiyen koşturan - mesafe aldıran bir açlık. Ondan bahsetmedim, doymuşluğa kapılmasın ve açlığı var kalsın diye. Bu ithafım da, Üstadım’ın, “soframıza açlığı besleyenler buyursun!” demesi gibi, açlığını ve açlığı besleme niyetine vesile olsun muradıyla. Emek hakkı.


Baran Dergisi 200. Sayı