TELEGRAM, “zihin kontrolü ve yönlendirme” diye birşey var. Böyle birşey mümkün mü, değil mi? Hani bir gazetecinin, benim bunu ilk duyurduğum 2000 yılında, “Tanrı’nın işi mi yapılıyor ki, zihin okuma mümkün olsun!” diye yazdığı, sonra birşeyler duymuş olmalı ki, benim ismimi anmadan, “vay canına, teknik ne kadar da ilerlemiş!” makamında ilkini çelici makale kaleme aldığı safha gibi. Nihayet, içinde bulunduğumuz, TELEGRAM kitabımdan bugüne süren, “bu iş nasıl gerçekleşiyor?” safhası. Hepsi içiçe girmiş bir süreç hâlinde, her safhada başrolde ben. TELEGRAM vakıasının fantezi veri ve anlatımlar, film vesair hayâli işlemeler dışında, YERLİ olarak ortaya konulmasının, kamuoyuna duyurulmasının son safhası olarak da bu yazı dizisi- eser... Böylece, niçin seçme ve hülâsa hâlinde, kronolojik tarih gözetmeden, serbest ve rahat bir anlatım tarzını uyguladığımı da izâh etmiş oluyorum: Tam da, içinde bulunduğum şartlarda ancak yapılabilecek şekilde. Ayrıca, sadece TELEGRAM’ı değil, TELEGRAM altında olmama rağmen devam eden fikir hayatımı da, içiçe anlatıyorum.
*
25 Ocak 2000’de, Metris Cezaevi’nde, bir senedir Mahkeme’ye çıkmayı reddetmem üzerine, bu cümleden olarak 5 Aralık’taki MEŞHUR tarihî hâdiseden sonra, mukabil hareket: 26 Ocak’taki Mahkeme’ye çıkarmak için yapıldığı söylenen, sabahın kör bir saatinde askerin doğrudan ateş açmasıyla başlayan ve (1) kişinin şehid olması ve 5-9 kişinin yaralanmasıyla neticelenen OPERASYON. (Düzenin bütün organlarıyla karakterini gösteriyor olması bakımından, yeri geldikçe ATIFTA BULUNACAĞIM o gün hakkında, vurgu yapmak için, OPERASYON’u büyük harflerle yazdım.) Operasyonun hukuki olup olmaması bir yana, sadece benim davam ile ilgisi yönünden bile hukuki midir? Metris Cezaevi Savcısı’nın, mahkemeye çıkıp çıkmayacağımın cevabını almak üzere geleceğini söylediği 25 Ocak’ın sabahında gerçekleştirilen bu operasyon? Aslında Cezaevi Savcısı’nın Mahkeme’ye çıkıp çıkmayacağımı öğrenmek istemesi lüzumsuz; çünkü 26 Ocak’taki Mahkeme’ye çıkarılmak üzere gelinceye kadar kimsede böyle bir tahmin yürütme yetkisi yoktur. Oysa bunun bir adım daha ilerisine gidilmiş, işin içine müneccimlik girmiş ve benim Mahkeme’ye çıkmayacağım kesin kaziye kabul edilerek sözkonusu operasyon gerçekleştirilmiştir. Ve DGM Savcılığı’nın iddianâmesine hangi şartlar altında cevab yazdığımın daha iyi takdir edilmesi için arkası: Yaralıların çıkarılması ve teslim olunması hususunda operasyonu yürüten Albay Sabri Dikici, (sonradan, hakkında, İstanbul’da olduğu gibi Elazığ’da da çıkar amaçlı çete davası açıldığını gazeteden öğrendik.), “hiç kimseye kötü muamele yapılmayacak, Devlet sözü!” diyor. Devlet sözüyse fena!.. "Biz, söz namustur uhdesine bağlı insanlarız, sizin sözünüze güvenmek isteriz!" diyoruz, kabul görüyor; ve en son benim çıkmam şartıyla arkadaşları tek tek alıyorlar. Sıra bana gelince durum değişiyor: Benimle beraber çıkacağını söyleyen Albay, "tamam!" diyor ve benimle ilgisinin kesildiği o ânda yüzleri dövüş maskesi gibi bir şeyle örtülü grub, kollarıma giriyor. Askerin oluşturduğu koridor içinde kim vurduya getirilmek gibi bir durumda olduğumu anlıyorum. Fakat enteresan; koridor yapan askerlerin içinde, arkadaşlarının mani olduğu bir hevesli hariç, hiçbirinde bir davranış olmadı; onun arkadan yarım bir tekmesini yedim. Yine enteresan, koluma giren kasklıların “görevini” bildikleri için, o ânda saldıracaklar zannıyla görev ve vicdan arasına sıkışmış mustarib yüzlü birkaç asker, onlara müdahale etmek ister bir davranış sergilediler: İçi müdahale eden, dışı tutuk tavır. Asker koridoru içinde ilerlerken, kasklıların kararsız hareketleri, “istersen çök, biraz dinlen!” gibi mânâsız lâflar ve duraklamalar. Böyle anlattığıma bakmayın, koridorun uzunluğu belki 30-40 metre. Duraklamada, biri kameraya çekiyor; yüzümü. O ânda farkettim. Koluma giren grubtan biri, –burası önemli!– bana, "sen de asker çocuğu imişsin, boyuna askere
saldırıyorsun, bu düşmanlık neden?" dedi. Aslında onun söylediği, istihbarat raporlarından adlî mekanizmalara ve kamuoyuna kadar istediğini istediği gibi sunan ve tersine şeylerin karşısında cılız kaldığı basının, "İBDA-C boyuna askere saldırıyor!" şeklindeki haberi idi. Avamileşince komikleşen bir dava: Devlet’e karşı olmak başka şeydir, rejime karşı olmak başka şeydir, bu niyetlere bağlı tutum başka başka mânâlar ifâde eder. YENİ DÜNYA DÜZENİ BENİM diyecek BAŞYÜCELİK DEVLET ideali ne? Uzatmayalım: Neticede, beni tepeleyecekleri bir yer telaşesinde orası mı burası mı derken, Metris Cezaevi’nin dış bahçeye açılan kısmına kadar geldik. (Uzun koridor bitti!) Oradan, dışarıyı gören kapısı açık bir odanın penceresinden, bahçeye sıraya dizilmiş arkadaşları gördüm ve hiçbir pratik yararı olmamasına rağmen, el işaretiyle beni tepeleyeceklerini anlatır bir işaret yaptım. O ânda Albay odadan çıktı ve “zafer işareti filân yapmak yok; gel şuraya önce güzelce konuşalım!” dedi, beni bir sandalyeye oturttu, arkadan kollarım kelepçelendi, hemen akabinde dışarı çıkarıldım. Kasklı grubun içinde, Albay’ın yarım dönük yüzünde, bir göz kırpma hareketi ve “bak vurursanız, fena olur, fena yaparım!” demesi; o ânda üzerime üşüşenlerin tekme ve yumruk darbeleriyle yere düştükten sonra, yerde yediğim tekme darbeleri ve alnımın ortasına yediğim bir tekme darbesiyle son hatırladığım, “Allah’ım!” diyebilmem. Son söz, yalnız O’na: “Allah’ım!”... (O güne âit notlardan hazır geçirdiğim bu kısmı, o gözle takib edin.) Aradan şu kadar gün geçmesine rağmen, Kartal Cezaevi’nde beni günde birkaç kere baygınlık hâline getiren o darbeler; nasıl sağ kalabilmişim, anlayabiliyor değilim. Neticede; hadisenin vukubulduğu yere koyulmuş bir masa üzerinde ayıltılırken, patlayan sol kaşıma dikiş atıldı ve masadan indirildim. Ne hâle getirilmiş olduğumu göstermek için sadece şu sahne yeter: Ayak üstü dikildikten sonra, rüyâ görür gibi, yaklaşık 10 senedir görmediğim hurdaya çıkmış bir arkadaşla konuştum, sonra rüyâ içinde rüyâdan uyanır gibi, askerin içinde koridora dizilmiş 5-6 koğuş arkadaşımı gördüm. Oysa, “acaba?” şübhesiyle 26 Ocak’ta mahkemeye getirilirken arabada sorduğum arkadaşlar, benim tepelendiğimi görmediklerini ve kendilerinin bahçede olduklarını söylediler. Şuurum kopuk kopuk: Saçımın bir asker tarafından berberin yerinde kesilişi, onun alabildiğine tabiî bir davranış içinde bana rahatlık veren sükûneti... Arabaya götürmek üzere iki kişi koluma giriyor, herhâlde yürüyemediğim için, yüzüstü sürüklenerek arabaya götürülürken, bir ayık, bir kayıbım... Bütün vücuduma müthiş bir hissizlik ve uyuşukluk hâkim şekilde, Kartal Cezaevi'ne getirildim. Sol bacağımın üzerine basamıyorum. Bu hâldeyken, başlarında 4 sırmalı olduğunu sandığım bir Astsubay ve bir başka Astsubayla birlikte askerler, beni tepelemek için bir odaya aldılar; ve sesimin çıkmaması için ağzımı kapama çabaları sırasında, kaşımın üzerindeki gazlı bez veya pamuk söküldü. Dışarı çıkarılınca doktor faslı: Pişkin olmadığı tedirgin tavırlarından belli ve besbelli ki "tenbihli" bir adam, bana, "sırtında bir darbe falan yok değil mi?" dedikten sonra, muayene bitmiş olarak önündeki kağıdı dolduruyor... Acelesini bildiğim Doktor'a, "yüzümde ve kafamda birşey yok değil mi?" deyince, sanki kendisine farkında olmadığı birşey söylemişim gibi, "yok!" cevabını verdi; ve oradan, koluma giren gardiyanlarla Cezaevi'nin müşahede bölümüne götürülürken, bir gardiyanın arkadan sağ böğrümü bulan tekmesi... Hemen söylemeliyim ki, bütün bunları, acıklı bir tasvir olsun diye değil, koruma ve kolluk görevinden, Cezaevi'ne kadar bir bütünlük teşkil eden Adalet sisteminin hâlini göstermek için yazıyorum: (1) ölü (9) yaralıyla neticelenen malûm operasyonun ardından "Devletin itibarı kurtuldu!" diyebilen Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, evvelâ kendilerinin koydukları kanunlara saygılı olsalar ve bunun uygulanışını takipte bulunsalardı, Devlet'in kendi asıl itibarının ADALET olduğunu da göstermiş olurlardı... Neticede: 26 Ocak 2000 tarihinde, sol dizimden topuğuma kadar öbürünün iki katı olmuş fil bacağı gibi bir bacak ve kafam gözüm yaralı hâlde, –tahkir edici davranışlardan filân vazgeçtim!– karşınızdayım... "Yukarılardan" gelen tenbih gereği, Mahkeme'de nasıl davranmazsam sonucunun ne olacağının tehdidini-imâsını almış olarak; ve gazeteciler resim çekerken sünepe
görünmem için, üzerimdeki yeleğin beni gösterişli yapması sözkonusu edilip, huzurunuza çıkmış olarak... (Bunlar, mahkeme heyetinin gözü önünde oluyor!)... Dönüşte, arabada anlayışlı tarafını farkettiğim sivil giyimli ve kendini Kenan diye tanıtan Binbaşı’ya, yukarıdan beri anlattıklarımdan birkaç çizgiyle bahsettim ve “bu davranışlar hukuka uygun mu?” diye sordum. “Hukuki değil, psikolojik!” dedi.
*
Yukarıda, müdaafamın girişinden istifadeyle yazılmış bir bölümü okudunuz. NYMPHALAR’ın beni tahrikiyle, seneler boyu süren didişmelerimizde, eğer biri hakkında kanaatim iyi ise, onu çapaklı, eğer kötü ise “cici” gösteriyorlar. Binbaşı Kenan, TELEGRAM isimli eserimde de ismi geçen, cihazı bizzat kullanan olup olmadığını daha Kartal’dan karıştırdıkları, 35 yaşından 70-80 yaşına kadar değişen görüntüler ve seslerle TELEGRAM’ın baş aktörüyken, sonradan Duran Arar’ın rolünü oynadığı olan, benim şahsî kanaatimin ağırlığına göre de, bilfiil işin içinde olmayan biri idi. NYMPHALAR, onun Binbaşı değil, astsubay olduğunu söylüyorlar.
*
Hep şimdide yaşıyoruz; geçmiş ve gelecek hep “şimdi” içinde ve hâlinde. Metris Cezaevi’nde, havalandırmada, hava soğuk ve yerler ıslak, bahçede turlayan üç kişi. Hatırladığım, sözümün muhatabı Hasan Kapar:
— “Bak şimdi üç kişi, kanlı canlı, aranızda sohbet ederek geziyorsunuz. Aradan zaman geçecek dışarı çıkacaksınız ve belki şu ânı hiç hatırlamayacaksınız! Öyle ki, ben size şu ânınızı hatırlatsam bile! Hiç olmazsa şu sözümü hatırlayın ve size bir fotoğraf kalmış olsun, dondurun bu ânı; bana, ben demedim mi dedirtmeyin...”
Onlara lâtifeyle karışık olarak söylediğim bu sözde, gece-gündüz dışarı çıkma hayâliyle yaşayan mahkum psikolojisine âit, hayatın hakikati bir ironi de vardı. Çocukluğum diyorsun da, genel anlatım içinde kalan hiçbir fotoğrafı olmayan yıllar geçmiştir. Günü gününe tutulmuş günlüklerin, eğer fikir ve muhasebe yoksa, sahibi için bile leş kokan olması, hatırlasan ne olur, hatırlamasan ne olur intibâı vermesi, bu yoldan da bir nevi “olmasa da olurlarla beraber mi yaşıyoruz?” dedirtmiyor mu? Elbette, hiçbir ân boşuna yaşansın diye değil, ama bizde kalan hülâsa kıymeti ne ve hayatın kıymetini anlıyor muyuz, vaktin kıymetini? Hazret-i Eyüb misâli, “nereden ne aldığın değil, ne yaptığındır önemli olan!” hikmetiyle, hangi şartlar içinde neleri nelere vesile kıldığım, 11 senelik TELEGRAM maceram ve 8 senedir verdiğim eserler boyunca, nihayet; “Ölüm Odası”nda görünmüyor mu? Galiba, bu eserde niçin hâdiselerin hülâsa ve özünü verir, ruhunu işlerken, klâsik bir “işkence edebiyatı” içinde görünmediğim, öyle bilinmek de istemediğimi anlatmış oluyorum. Kuru bir vakıa tesbitinin, herhangi birinin aile albümü kadar sizi enterese etmez bir cansızlıkta kalacağı, tam öyle olmasa bile, benim Mahkeme’ye çıkışım dolayısıyla aktardıklarımdan belli değil mi? Meğer ki, kuru vakıa nakli, canın cana bakmasına muhatab olsun da, onunla ilim ve fikirleşsin. Bu iş ise, sadece nadidelere mahsus; bizim anlatımımız ise, niyet olarak da umuma.
MÜŞAHEDEDE...
Bu gece, (22 Ağustos Pazar günü — 2010), NYMPHALAR’ın, vücuduma verdikleri düşük yoğunlukta elektrik ve niteliği çeşitli hafif yollu lâf atmaları altında, KARTAL’da müşahedeye konulduğumuzda ve geçen benim için 9 günde olup bitenleri hülâsa edeceğim; çok da hevesim olmamakla beraber. İlerleyen bölümlerde gerektikçe geri dönüşüm bâki.
*
Arkadaşlar ikişer ikişer hücrelere yerleştirilirken, ben tek olarak bir hücreye konuyorum. İçerinin, tuvaletten dolayı leş kokusu. Hâlimin tarifine gerek yok. İlk gece hakkında fazla bir şey
hatırlamıyorum; tam tersi olması gerekirken. Sadece, sağ tarafımdan sol tarafıma, sol yanımdan sağ yana dönerken, kalbim mi duruyor ne, ışınlanma hayâline uygun şekilde bir ânda bütün vücudum yanıyor ve ben kayboluyorum; dönünce yine şuurlu hâlim.
*
Gündüz, müşahede bölümüne geçilen geniş boşluk diye hatırladığım yerden, Cezaevi personeli veya başkaları da var, onların olağan sesleri. Bu sesler arasında, benim de ismim ve bahsim geçiyor. Müddetini kestiremediğim bir zaman içinde, oradan “Savcı geliyor!” diye ses de karışıyor ve onun bir Mafya lideriyle münakaşası; ve Savcı’nın benim aleyhimde bağırıp çağırması. Sesler hayâl için kurgu. Arkadaşlar, bu sesleri duyuyorlar mı? Sanıyorum karşı hücre boş.
*
Tuhaflıklar oluyor. Dışarıdan gelen seslerden, Savcı’nın Cezaevi personeline, konferans verir gibi konuşması yanında, doğrudan kafamın içinde silik tonda onunla karışan ses ve konuşmalar. Arkadaşların arada bir tekbir getirmeleri, birbirlerine hücreden hücreye seslenmeleri, ihtiyaçlar çerçevesinde konuşmaları, benim işittiklerimden habersizler gibi geliyor. Zamanla, yattığım yerden duyduğum seslerin, onlar tarafından duyulmadığını kesin olarak anlıyorum. Duymaları da mümkün değil. Ranzanın üst kata uzanan içi boş demirinden geliyor gibi. Acaba ranza demirinin içinden mi? Benim yaklaşıp uzaklaşmamla ses değişmediği gibi, ben bir demire yaklaşırken, o radyodan gelir gibi olan çok düşük tondaki ses, öbür demir tarafından geliyor. Orası da değil. Şu ayak ucundaki demirler? Bazen üstümdeki ranzanın bana tavan olan demirlerinden. Galiba buldum; duvardaki belli belirsiz hafif çukurdan gibi! Görünürde bir şey yok; sesin frekansı, acaba duvara gömülmüş bir vericiden dolayı mı? Orada boşluk var mı diye, elimle vurup yokluyorum; herhâlde yok. Nihayet; sakın cin ve cinler olmasın?
*
Salondan gelen o toplantı seslerinden biri, bilmem kaç dakika sürüyor, tekrar tekrar kulağımda ve teybe alınmış bir ses, bilmem nasıl bana veriliyor. O zaman böyle bir düşünce içinde idim. O konuşmada, benim Askeri Mahkeme’de yargılanacağım söyleniyordu. Yaralı, hasta ve böyle biteviye başlayıp biten bir konuşmanın kesiksiz tekrarı. Ve benim, her seferinde, bir hevesle sesin geldiği yeri keşfetme ve sükûtu hayâle uğramalarım. Kaçıncı gündü bilmem, karşı hücreye Hasan Kapar geldi. Ona seslendim ve benim hakkımda sürekli konuşulduğunu, duyup duymadığını sordum. Tahmin ettiğim gibi, duymuyormuş! Benim kantin ihtiyaçlarımı sipariş ettiğini ve günlük gazeteleri yollarkenki tabiîliği, benim ne bakımdan düşünüldüğümü de gösteriyor; işittiklerimin nasıl gerçekleştiğini nasıl anlatabilirim ki? Bu şartlar altında, sayımlardaki olağan gıcık verme hareketleri, sözkonusu işler için bir katık.
*
Herhâlde ikinci gündü; SANCAR KARTAL’ın şehid olduğunu haber verdiler. Bu arada arkadaşların tekbir getirmeleri. Kapının önünden geçen bir gardiyan, “bu tekbir getirmiyor,
korkuyor!” diyor.
*
Hangi gündü bilmiyorum; boş olan benim yanımdaki hücreye, iki kişi koydular. “Bizi bula bula teröristin yanına koydular!” diye, şikâyetamiz konuşuyorlar. Ya yalakalık etmek için, yahud beni rahatsız etsinler diye kasden getirildiler. Bir-iki gece, kantin ihtiyaçlarını gidermek bakımından garibanlıkları da dahil, ucu teröristle yanyana koyulmaya bağlanan sızlanmalar. “O burada rahat etsin, bize gelince bir şey yok!” vezninde. Aklıma gelmişken, ekmeğini “terörle mücadelede” arayan ve yaptıkları işin ahlâksızlığı kendiliğinden ortaya çıktıkça her seferinde meşruiyetlerini “terör” diye izâh eden NYMPHALAR’a söylediğimi aktarayım: Doğu’nun ekonomik berbatlığı terörden değil mi? Bunun yanında, “Batıda da yoksulluk var, niye terör olmuyor?” diyorlar.
Öyleyse, terör olmayan Batı’da, Doğu’da terör için harcadıkları para gibi, terör olmadan zenginleştirmeyi gerçekleştirsinler; terör olursa harcayacakları parayı harcasınlar, gerekeni yapsınlar.
*
Bir gün kapı açıldı, kapı önündeki gardiyanlar beni koridora çağırdılar; aklıma, hücrede arama yapılacak olduğu geldi. Sigaramı basmak üzere kültablasına hamle ediyordum ki, “gerek yok, yine gireceksin!” dediler. Herhâlde üst araması gibi bir şey. Sonra, “şurdan gidelim!” dediler, herhâlde 3-5 metre ötedeki salon gibi açıklıkta arayacaklar. “Şuraya, şuraya!” derken, elimde sigara, içeride parmak izi alma, fotoğraf çekme ile ilgili çağırıldığımı anladığım bir küçük oda; beni hücreden çıkaran efendi, arsız arsız “elinde sigarayla buraya geliyor!” demez mi! Odada, teğmen ve üsteğmen, bir kişi mi iki kişi mi ve birkaç asker var. Başlarındaki o söze iltifat etmeden, bana gayet kibar bir şekilde, “Salih Bey, parmak iziyle, fotoğrafınızı çekeceğiz!” dedi; “sigaranızı duvar dibine koyabilirsiniz!”... Kraldan çok kralcıyla, kral arasındaki fark. İş bitti, gerisin geri hücredeyim.
*
Dokuzuncu gün, hani akla gelebilir, 15 gün dolmadan hücreden koğuşa çıkarılıyorum; iltimas yapılıyor gibi. Tek kişi, 6 kişilik, iki katlı koğuşa. Mahkeme’ye hazırlanayım diye. 15 günün sonunda, yanıma arkadaş da geleceğini umarak. Hâlbuki, o günden başlayarak, TELEGRAM’ın içli dışlı oyunlarının zenginleşmeye başlaması sözkonusu.
TARİH: 1999
Levha: 20 Ağustos 1983... Tasarruf ediliyorum... Kıvranıyorum... Sağ yanımdan, sırt üstü hâle getiriliyorum... Gayr-ı iradî bu hâlden sonra, şuurum yerinde ve gözüm açık... Baş gözüyle gördüğüm: Kafası sarıklı ve sırtında gri-siyah benzeri cübbesi olan bir adam, kitablığın bulunduğu ayak ucunda ayakta dikilmiş... Normal boyuna rağmen, ne kadar da iri görünüyor... Kanım, iliğim, kemiğim, ne varsa, bütün mevcelerimle cezbedilirken, heybetinden yanıp kül olacak vaziyetteyim... Dehşet, dehşet, dehşetler içindeyim... Siyah sakallı, hafif kemikli ve uzunca yüzüne dikkatle bakınca, iki kaş arasına bakmam gereğini hatırlıyorum... Uzun, yay gibi inceden kaşları... Unufak olmak üzereyken, korkuyla fırlıyorum... Elektrik düğmesine korkudan basamıyorum... Pencereden, uzakta patlayan bir silâhın ışığını görüyorum ve sesini duyuyorum... Vücudum yerli yerinde... Peki olan biten neydi?..
*
1999: (Türkiye’de ve dünyada, İslamî mücadelenin, evveli ve sonrasını kendine nisbet ettiren tarihlerden biri.): 1000= 1.
Yakub Çerhi: (Hacegân silsilesinin 18. büyüğü.): 1001.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1000= 1.
Şahîs: Büyük cüsseli, iri yapılı kimse: 1000= 1.
Şahsî: Şahsa mahsus, şahsa âit, dair. (Ledün: İndî, zâtî.): 1000= 1.
Şazz: Kaide harici olan. Müstesna bulunan: 1001.
Vazife: Bir kimsenin yapmaya mecbur olduğu iş. Yapılması birine havale edilen iş. Kıymet verilen iş: 1001.
Arz: (Erz): Yeryüzü, dünya. Memleket: 1001.
Teşerruk: Güneşte oturmak. (Yakub Çerhi Hazretleri: Ben güneşin çocuğuyum ve hep güneşten konuşurum; — Ne geceyim, ne de geceye tapanların ki, uykunun masalını anlatayım.): 1000= 1.
*
Hayye: “Gel, haydi” mânâsına. (Hayye: Yılan.): 18.
Hayy: Hayat. Bir şeyi cem ve ihraz eylemek: 18.
Zübde: Netice, hülâsa. Bir şeyin en mühim kısmı. Kaymak. Her nesnenin iyisi ve hâlisi: 18. Cevza: İkizler burcu. Güneş Mayıs ayında bu burca girer: 18.
*
Hejdeh: Onsekiz sayısı: 21.
İhya: Diriltmek, canlandırmak: 21.
Rahman Sûresi, 20. âyet: (... Aralarında birleşmelerine engel perde var.): 2020= 1021.
*
Ezecc: Uzun ve ince kaşlı. (Üstadım, Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin yüzünü tasvir ederken, kaşlarının uzun ve ince olduğunu belirtmişti.): 11.
Ay: Âyât. Âyetler. Menziller. Mekânlar: 11.
Ezec: Süleyman Aleyhisselâm’ın yaptırdığı bina: 11.
Gade: Yumuşak bedenli kadın. (MERMARE: Yumuşak bedenli kadın.): 11.
*
Dahm: İri cüsseli, kocaman cüsseli. (Dahm: Cemaatin kuvvetli olması. Şiddetle def’ etmek... Dahme: Mezar, kabir, türbe.): 441.
Kısakürek: 441.
Salih Mirzabeyoğlu: 1441.
İki zebih: İki boğazlanmış. (Allah Sevgilisi’nin lâkablarından biri, “iki boğazlanmışın oğlu”dur. Adak olarak yerine yüz deve kurban edilen babası Hazret-i Abdullah ve ceddi Hazret-i İsmail’in yine yerine Allah’ın indirdiği koçun boğazlanması, O’nun “İki boğazlanmışın oğlu” diye lâkablanmasına sebeb olmuştur. Babası, “boğazlanmışın oğlu” oluyor.): 1440= 441.
VUKUF-U ADEDÎ
Sayı, hakikati olan bir dava ve Allah’ın varlıktaki sırlarından biridir.
*
Yakub Çerhi Hazretleri anlatıyor: Mevlâna Tacüddin’in sohbetine can attım. Buhara’da bir meczub vardı. Ona güvenim yerindeydi. Yolda bu meczubu bir kenarda oturur gördüm. Ona sordum: “Gideyim mi, gitmeyeyim mi?”... Cevab verdi: “Hiç durma git, tez git!”... Ve oturduğu yerde, toprağın üstüne bir takım çizgiler çekti. Kendi kendime düşündüm: Bu çizgileri sayayım, eğer tek çıkarsa gitmem gerektiğine işaret olsun... Saydım; tek... Hoca Hazretlerine varıp eteklerine yapıştım. Bana “Vukuf-u adedîyi; zikirde sayı bilgisi”ni telkin ettiler ve “elinden geldiği kadar zikirde tek sayıya dikkat et!” buyurdular ve yolda meczubun çektiği çizgilerin tek oluşuna işaret ettiler.
*
Yakub Çerhî Hazretleri anlatıyor: Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, silsilelerini Abdülhâlik Gücdevani’ye kadar gösterdiler ve bu fakiri zikirde VUKUF-U ADEDÎ, sayı bilgisine davet ettiler. Ve buyurdular ki: LEDÜN İLMİ, işte, Hızır’ın Abdülhâlik Gücdevanî Hazretleri’ne talim ettiği bilgi budur.
*
Hacegân silsilesinin Abdülhâlik Gücdevanî Hazretleri’nden sonra ana ölçü hâline gelmiş onbir düsturundan biri, VUKUF-U ADEDÎ: Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, kalbî zikirde sayıya dikkat ve riayetin dağınık “havâtır”ı toplayıp sildiğine işaret etmiştir. Bu, mücerret sayı saymak değil, sayı çerçevesinde kalbî zikri derinleştirmektir; her nefeste tek rakamla biten, Allah ismi zikri... “Dava, kemmiyette değil, keyfiyette çok zikirdir”; yâni huzur ve şuurlu çok zikir. Kemiyet ne kadar fazla olursa olsun, eseri has olmayınca boşuna yorgunluktur.
*
Ehadiyet: Allah’ın her şeyde kendine âit birlik tecellisi.
Melekut: Allah’ın mutlak müessirliği. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münasib ruhu, canı, hakikati. Bir şeyin iç yüzü. Ruhlar âlemi. Hükümdarlık.
Bu iki kelimenin mânâsı, İBDA’nın bütün eserlerinde uygulamaya çalıştığımız bir usûl ve metodu gösteriyor.
BİR MEKTUB: 30 OCAK 2010
Muhterem Kumandanım,
Selâm, hürmet ve muhabbetle.
Yoluna hayatınızı koyduğunuz dâvâ “yürüyor”, “yürüyecek”; İnşallah...
Sizin, “içerde” de olsa, varlığınız, “yaramızın” kabuk tutmamasını sağlıyor.
Kalbimizle hep sizinle beraberiz; ama kalıbımızla da yanınızda olamadığımız için mahcubuz... Büyük kervanın önüne düşeceğiniz günün hasretiyle doluyuz...
Dualar ediyor, dua bekliyoruz...
Kardeşiniz Muzaffer Doğan (Bahçelievler Eski Belediye Başkanı)


Baran Dergisi 190. Sayı
Editör: Haber Merkezi