Bu kitaba âit not almalara, alt yapısı TELEGRAM kitabı olmak üzere, 2003-2004 yılında başladım. Aklıma gelen hâdiseleri, hâliyle bir sıra derdi gütmeden not alma şeklinde. Sıra derdi gütmememin sebeblerinden biri, “Telegram kaçağı” hâlinde zaman zaman kendini belli eden, sair zamanda bendeki vehimden dolayı veya hissedilmesi en aza indirilmiş elektriklenmeden, sürekli yaşadığım, “andıkça” tesirine kapılmak durumunda kalmamdan dolayı idi. Hem yazabilmek, hem de ruhî ve fizikî olarak yakalanmamam için, kapkaç şekilde fazla düşünmeden aklıma geleni zamana yayarak parça parça tesbit etmek... Bir-iki sefer, gayet net olarak kendilerini belli ettiler: — “Tekrar et, tekrar et!”
İstanbul’dan Bolu’ya mı intikal etmişlerdi, yoksa bende teyb dolgusunun çalışması mı idi? Bu, o zamanki düşüncem.
Sözkonusu notlardan biri, Kartal’da mekânın bana nasıl göründüğü ile ilgili olarak SİS benzetmesinden istifade bir tasvirdi. En uygunu olmasına rağmen, tam olarak hissimi ifâde etmediği gibi, “yapmacık” ve edebiyat paralama şeklinde anlaşılabilecek o parçayı, ya yırtıp attığım veya şu ânda bulamadığım için, aynen alamıyorum. Notlarım arasında var mı yok mu diye ararken, yahut zihnen onu canlandırmaya çalışırken, NYMPHALAR’dan DELTA Serdar, o mütemadiyen işleyen çenesiyle buna da dahil oldu:
— “Sis, palavra! Yazarken, gerçeğe benzemiyor!”
Bir bakıma haklı: Fotoğrafla gerçeğin birbirinden farkı kadar, yazı ile tabiî yaşama arasında da bir fark var. Ama tabiî yaşamada dış gözle görülmeyeni, dolayısiyle o insanın neyi nasıl gördüğünü, anlatmadan, yazmadan, hususen üzerinde yoğunlaşmadan, nasıl aktaracaksın? Şimdi yazı edebiyatına girmeyeyim; ama Burak Çileli’nin TELEGRAM’da farkettiği inceliği tekrarlayayım ki, dramatize etme ve abartmadan alabildiğince uzağım. Bende abartı, aynı Burak Çileli’nin sözünün altını çizmem gibi, bana kendini empoze edenin karakteristik ve karakter tarafını anlatmak şeklindedir. Sözkonusu hususlar kuru hâdise naklinden anlaşılsa idi, mesele kalmazdı. Bu söylediklerim, TELEGRAM yolundan benim vesile edindiğim meselelerle değil, sadece kuru nakil olarak anlatılabileceklerle ilgili.
Donuk, soğuk, basit ve sade kara kalem çizgilerle görünen bir İngiliz ressamının sözü, kendi kendinden ibaret bir eşya-madde idrakini pek güzel anlatır:
— “Dünyada o kadar az anlatılacak şey var ki, onun için resim yapıyorum!”
Bense, TELEGRAM’daki kuru hâdise nakillerini resim yapma kabiliyetim olsa idi bile, resme dönünce meramımı anlatmayan, başka birşey olacak olan diye resmetmezdim: Bu, gerçek ve fotoğraf arasındaki farktan başka birşey. Bazı gördüklerimi, resmedemediğim için anlatmaya çalıştığım için, o SİS benzetmesine başvurdum desem?
HEYÛLA kelimesinde, o yalın vahşet ve yalnızlığın mânâsını hissediyorum: Eşyanın gerçek kısmı. Göze görünen korkunç hayâl... Şu bildik soydan korkunçluktan başka birşey.
Sözkonusu SİS isimli notu bulamadım, canım sıkkın; bir yandan NYMPHALAR’ın biteviye lâflamaları, hem mevzu, hem hareket olarak dikkatim dağılıyor. Bu arada, yatağıma çay dökülüyor. Sövüyorum. Sakinleşmeye çalışıyorum. Geçen fasılla ilgili olarak, HİPNOZ kelimesine bakıyorum. Receb Kumru bir “Mitoloji ve Folklor Lûgatı” yollamıştı, ondan:
— “Yunan mitolojisinde UYKU tanrısının adı olup Nyks’in (GECE) oğlu ile Thanatos’un (ÖLÜM) kardeşidir. Kardeşiyle birlikte yeraltında veya Kimmeryalılar’ın karanlık, SİSLİ topraklarında yaşadığına inanılmaktaydı. Lâtin karşılığı Somnus’tur.”
DELTA Serdar, sözkonusu SİS isimli notumun meramımı anlatmakta ne kadar yakışıklı olduğunu, bu HİPNOZ’un kök mânâsından anlayınca, klâsik lâfını etti:
— “Şanslısın...”
Şanslı(!) olmasam, 56 cilt eseri birbiriyle tutarlı bir bütün hâlinde piramidleştiren ve TELEGRAM işkencesini bile “olması gereken” kılan olabilir miydim hiç?

GOG-NYMPAHALAR-NEFS

Gog, İBDA’yı takib edenlerin yakından tanıdığı, İtalyan yazar Giovanni Papini’nin eserinin, bu eserin kahramanının ismi. HİPNOZ ile TELEKİNEZİ (eşyayı, temas etmeksizin şuurla hareket ettirme) arasındaki ilgi, bana hemen GOG’u hatırlattı:
— “Orta Asya’da, bilinmez tarihlerden kalma bir şehir; Tibet’te olabilir... Her ne olmuşsa, insanları birden kaybolmuşlar; şehirde, savaş ve yıkıma, tabiî afete âit hiçbir iz olmadığı gibi, göç ettiklerine dair bir emare de yok. Sözkonusu medeniyette, insanlar, koca kayaları, eşyaları, hiçbir araç kullanmaksızın, sadece derin düşünce ile kaldırıyorlar, idare ediyorlardı. Günümüzde de bunun usûlü öğrenilebilir ve makine ile gerçekleştirilebilir işler, ona lüzum kalmaksızın yapılabilir!”
En büyük güç, düşünce gücü; bizzat makine de onun eseri. Makineyi yapan, makinenin yaptığı işi niye yapamasın? Bu hususu, “ihtimaller âleminde mümkün”den, fantezi çerçevesinde hayâle, HAYÂL’in en büyük kuvvet ve bir idrak buudu oluşundan, kaskatı hakikate kadar her yönden ele alabilirsiniz. Bende en kaskatı vakıaları bile gıcıklarken HAYAL ve TELKİN alma kuvveme başvuran, benim için bir mikroelektrik dalga-frekans yolundan, beş duyu yolundan tesir eden TELEGRAMCILAR, bir RİT - bir İMAJ, bir HAYÂL-ET olmaktan başka ne ki? Onlar veya ben, bakılan yere nisbetle, bir nevi ŞAMAN hayatının ritlerini yaşıyor, yaşatıyor, görüyor, gördürmüyor muyuz?
ZİHİN KONTROLÜ gibi binbir çeşit mânâsı olan bir genelleme dışında, TELEGRAM denilen işin mahiyetini, HEYULÂ’ya kadar incelterek ŞAMANİZM’le münasebeti içinde anlatan benim; TELEGRAM’ı yapanların bile benden öğrendikleri. Suret ve şekilin kendisinden yapıldığı, ama kendisi o suret ve şekil olmayan, eksilmeyen ve artmayan, içindeki varlıkların şeklini saran, ama o şekil ve suretin kendi olmayan SU’ya benzer kara cevher HEBA’yı da anlatan benim. TELEGRAM, doğrudan bedene ve bir yönüyle ona, diğer yönüyle ruhun mukabil kutbu hâlinde bedene ilişene, yâni NEFS’e hitab eden bir iş. Onun için, değer yargısı hâlinde iyi-kötü, güzel- çirkin, doğru yanlış kaygısı yoktur. Bu hâliyle mitoloji-şamanizm vesairenin de, Allahçılık ve Allahçı ruhçulukla aykırılığı görülür. Allahçı ruhçuluk iddiasında olan ve onlarla ilgi içinde ele alınabilen ritleri mevcutlar, elbette İSLÂM’ın dışındadır. “Bu bir ilim mi, din mi çatışmasıdır!” diyen DURAN ARAR, kaba bir kâfirdi. Bense, yaptığım ve yapmakta olduğum işten de belli ki, her şeyin bir ilmi olduğunu, o ilmin hakikat ve değerinin ne olduğunu, eğrisini doğrusunu gösterenim. İLİM demek, tek başına kendini ifâde eder bir kavram ve değer değil.
İstihbarat niyetli tarafı bir yana, meseleyi imân bahsi etrafında çöküntü ve kafayı üşütme işine döndüren ve pek eğlenen TELEGRAMCILAR’ın, İSTİDRAÇ dedikleri nefse bağlı sahte kerameti andıran görüntü ve konuşma yolu ile telkinlerini, her türlü ahlâkî yoksunluğu meşru görüşlerini, kendim için bir NEFS TEZKİYESİ vesilesi kıldığım, tesbit ve izâhlarımdan da belli değil mi? Yediği kurşunla ŞEHİD olan bir mücahid, İMÂN bakımından yenilmiş midir ki, ne olursa olur, ben yenilmiş olayım? Ben bu işin galibiyim!
KARTAL’da, babasının kim olduğunu aramaya bile hevesi olmayan bir karakter tipi çizer ARAR, birkaç gün, “o koğuşta kafanı duvarlara vura vura, Allah’a söve söve gebereceksin!” diyordu; şimdi bir bana baksın, bir de o günden bugüne gübre üretmeden başka bir işe yaramamış hâline.
NYMPHALAR, kendilerini hunhar ve gaddar gösterme ve böyle bir şahsiyet çizerek “dünyada
ben de varım!” niyetinde, kayıp insanlardan; ahmaklıkları, niyetlerinde. Yoksulluktan kendini satan kadın başka, bunu mesleklerden bir meslek hâlinde tabiî olarak karşılayan insan başka ya; NYMPHALAR’ı, oldukları değil de, olmak istedikleri diye, ikincilere benzetiyorum. Bunun hevesi içinde. Ahmaklıkları heveslerinde olarak, zeki ve benden şu veya bu şekilde duyup aldıklarını, idrak edenlerden. Yaptıkları iş bakımından zayıflıkları da bu: İDRAK ETMEK. Gönül, dişidir, esen rüzgâra göre döner. NYMPHALAR ismini vermem, imâ ile hakaret için olduğu kadar, ilme nisbetle, ilmin içine işlemiş olduğu YAPABİLME ile ilgili; bana âit olanın SAĞLAMASINI yapma ve bana âit olanı bulma cümlesinden olarak, belden aşağı sondajlar hariç, HAZIR KURULMUŞ BİR DİL-İBDA DİLİ içine girerek mantıklı veya mantık demagojisi ile söyledikleri, bir kısmıyla dişe dokunur cinsten. Niyetleri, genel olarak bozma, bir YAPMA içindeler. Yapmadan kasıd, faaliyetleri. Faaliyetleri heceleyerek ruhî sebeblere inmeye çalışan PSİKOLOJİ’nin, dişi bir ilim olması da bu yüzden; yaptıkları savaşta, yaptıkları iş bakımından, NYMPHALAR’ın kötü dişi karakterleri asıl, sırf onlara mahsus isimlerinin uygunluğunu buradan anlayınız.
TEVRAT alt yapısının tahrifinden motiflerin karışımı temelinde, çeşitli dış tesirlerle vücud bulan YUNAN ve LÂTİN mitolojisi içinde NYMPHALAR, TABİAT’ın dişi esprileri-ruhları- HUYLARI olarak, SU kenarlarında yaşayan varlıklar, RİTLER’dir; bu mânâlandırmayla da, şekle bağlı olmak şöyle dursun, ondan bağımsız olarak da var ve şeklin kendisine nisbetle vücud bulduğudur. Zaten onların ŞARKI SÖYLEYEN olarak tavsifi de bunu göstermiyor mu? NYMPAHLAR ve benim NYMPHA ismini taktıklarımla, hususen DELTA Serdar vesilesiyle, mitoloji ve şamanizmin TELEGRAM’daki ruhunu verdim sanıyorum. MANA inanışıyla, bunu bütünleyeceğim.
TELEKİNEZİ’yi, GOG’un hatırlattığı veya GOG’u hatırlatan bir mevzu diye işaretlemişken, ona elektroterapi’deki ŞOK ile ilgili olarak değineceğimi belirtmeliyim.

MANA

“Heyûla” tâbiri içinde yer alabilecek, Polinezya mitolojisinde geçen bir müz: Mauri... Ölümsüz olduğuna inanılan ruh ve hayâlet mânâsında kullanılan bir kavram.
MANA... Polinezya, Malenezya, Mauri mitolojisinde, tabiatüstü değil de, olağanüstü bir güç olarak, bitkilerin şifa vermesi, canlıların büyüyüp gelişmesi, başarı, mutluluk, öfke gibi pek çok hâdise, onunla açıklanır.
Fizikî bir müdahale olmaksızın, iyilik ve kötülük için hareket eden bir kuvvete duyulan inanış olarak MANA şudur:
— “Elbiseye nisbetle, biçilmemiş kumaş gibi, kişiliksiz-kişileştirilmemiş ve madde dışı cinsten olağanüstü bir güçtür. Kendisini, bedenî veya mânevî olarak insanın sahib olduğu her çeşit üstünlükte açığa vurur. Belli bir nesneye has değildir. Her çeşit nesne üzerine getirilebilir. Malenezya dini, yararlanmak yahud yararlandırmak için MANA edinmekten ibarettir.”
Gözle görülmeyen MANA’nın ömrü, içine girdiği varlığın ömrüyle bir değildir; o, öncesiz ve sonrasız hep var olandır. MANA, içine girdiği her canlı ve cansız nesneyi müessir ve güçlü kılmakta olup, totemlerin bu gücün maddeleşmiş şekli olduğu düşünülebilir. Bazı araştırıcılar, büyücülüğün temelinin MANA’ya dayandığını düşünürken, sosyolog Durkheim, MANA’nın ilkel toplulukların tabiatta sezdikleri doğurucu güç olduğunu; güneş’e, ay’a, yıldıza tapınmanın, bunların kendilerinden gelme bir güçten olmadığına, kendilerine katılan MANA gücünden ötürü kutsallaştırıldıklarına inanır.

ANİMİZM-AGNOSTİSİZM

GOG, Almanca’da “Yecüc-Mecüc” demek... Yecüc-Mecüc’ün, umumî olarak bilindiği üzere tahripkâr istilacı varlıklar olacağına nisbetle, insanoğlunun bildiği ve inandığı her şeyi yıkan GOG, yazarı gibi bir Agnostik-Bilinemezci’dir. 25-30 sene önce bir televizyon programında kendini AGNOSTİK olarak tanımlayan ve bir o kadar sene gazetedeki köşesinin ismi “Şeytanın Gör Dediği” olan yazar Çetin Altan, yine bir o kadar sene önce, tanıdığım ilk ve tek GOG sever olarak, sözkonusu eseri medhetmişti.
AGNOSTİSİZM: İlk olarak, 19. yüzyılın sonlarında filozof-biyolog Huxley’in, Darwin’in teorilerinden de etkilenerek ortaya koyduğu, “bilinemezcilik” olarak da tanımlanan felsefî akımın ismidir. YARADAN’ın bilinemez, insan aklıyla açıklanamaz ve anlaşılamaz olduğunu, bir yaratıcının var olup olmadığının asla bilinemeyeceğini savunan bu akım, bütün dinlerin TANRI anlayışını reddettiği gibi, sadece tanrının olmadığını iddia eden ATEİZM’den de farklıdır. ANİMİZM: Şu görünür dünyada olup biten her şeyin, canlı ve cansız varlıkların taşıdığı ruhlar vasıtasıyla yönlendirildiğine dair bir inançtır. Canlı ve cansız ayırımının dışında, herşeyi canlı gören inanç; ruhlardan kasıd bu... Anima: Hayat kaynağı... Animal: Hayvan... Hayvan, hayy’dan ya; İngilizce’de de aynı... Animizm, canlı cansız herşeyi saran mücerret bir oluş kanunu hâlinde, bir MİSTİSİZM’dir.
GOG VE MAGOG: Eski Ahit’te (Tevrat’ta), Hazret-i İsâ’yı takib edenlere karşı yürütülecek büyük savaşta, yahudilere düşman kuvvetlerin adı olup, dünyanın sonu geldiğinde ŞEYTAN tarafından yönetileceklerdir. Yahudi dininde, gerçek dinin karşıtları için kullanılan kelimeler “Gog-kral”, “Magog-kralın ülkesi” mânâsına gelmektedir.

ZÜLKARNEYN - YECÜC MECÜC

Zülkarneyn: İki boynuzlu demek... Kur’ân’da ismi geçen ve Peygamber olup olmadığı bilinmeyen büyük bir zâttır; Hazret-i İbrahim devrinde yaşamış, Yemenli bir Padişah’tır; Hazret-i Hızır’dan ders almıştır. İskender-i Kebir diye anılmıştır; bu isim, çoğu zaman Yunanlı Büyük İskender’le karıştırılır. Zülkarneyn’e bu ismin verilmesi, doğu ve batının hâkimi olduğu içindir. Yecüc-Mecüc: Kur’ân’da geçen kıssa, meâlen şöyle: Kıyamet öncesinde yeniden yeyüzünde ortaya çıkacaklarına inanılan, geçmişte yaşamış, çok kısa boylu, atlı savaşçılar olan, iki topluluğun adıdır. Zülkarneyn’in doğu seferinde karşılaştığı bu toplulukların ismi, Kur’ân’da iki sefer geçmekte; Zülkarneyn bir set yaptırarak onları engellemiştir. Kıyamet’e yakın seti yıkarak, tekrar ortaya çıkacaklardır... Kehf Sûresi’nin 83’den 96’ya kadar âyetleri bununla ilgilidir. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin tefsirinden anlaşıldığına göre, tıpkı “veli kelâmından ne fayda gelir?” suâline, “onlar mânâ ordusunun bir kısım askerleridir ki, sıkışanın imdadına yetişir!” cevabındaki gibi, beden ve ruh kuvvetlerine, bunlara musallat olanlara dair, suret mevkiindeki kavramlardır. “Suret olmadan mânâlar ebediyyen tecelliye gelmez” hakikatinde, umumiyetle suretten, madde veya ona taalluk eden mânâlar anlaşılırken, aslında maddi nesne karşılığı olmayan mânâların da bir suretinin bulunduğu unutulur. Sözkonusu Zülkarneyn ve Yecüc-Mecüc kıssasında, mecazla birlikte, sözkonusu hakikate de dikkat... Zülkarneyn, “iki boynuzlu” demek; boynuzlardan kasıd, doğu ve batı, ondan kasıd da “doğu ve batıya hâkim”, kalb hakikati. Yecüc, vehim menşeli içgüdü ve arzular; Mecüc ise, vesveseler ve hayalî müessirler ki, her iki topluluk da bozgunculuk yapmaktadırlar... İşleri beden arzında rezillikler; düzene aykırı şehevî arzuları teşvik etmek, düzeni bozan hareketleri, bid’atleri cazib kılmak, hikmet kurallarını gereksiz kılmak, fitnelere yol açmak, ekini ve nesli ifsad ederek bozgunculuk yapmak. Beden ve ruha bağlı kuvvetlerin, Zülkarneyn’den istedikleri yardım ve neticede buna engel olmak üzere yapılan set... Setin mahiyeti de, mânâda engel şeklinde. Zülkarneyn’in, Romalı bir komutan olduğu ve
Allah Sevgilisi’nin zamanına yakın bir dönemde yaşadığı da, (hatâ varsa mütercimin boynuna), aynı tefsirde geçmekte. TEFSİR-İ KEBİR-TE’VİLAT... Mütercim: Vahdettin İnce.
Kalbî Hikmet: Kalb hikmeti, asılda Şuayb Aleyhisselâma isnad edilmiştir. Kalb, bedenin itidlaline ve nefsin adaletine sebeb olmakla beraber, İLÂHÎ FEYZ de kalbden çıkarak müsavî surette yayıldığından, o ruhanî ve cismanî kuvvetlerin merkezi sayılmış, BÂTIN İLE ZÂHİR ARASINDA BERZAH, yâni ayırıcı bir nokta itibar edilmiştir. Şuayb Peygamber de, cüz’i ve küllî mefhumları İlâhî ahlâkta toplamış bir kâmildi... Kudsî hadîs’te: “Yere göğe sığmam, bir mümin kulumun kalbine sığarım!”... Kalb hikmetine ermiş olanların kalbi, Allah’ın rahmeti cümlesindendir; hattâ daha da geniş, çünkü Allah’ın rahmeti, O’nu çevreleyemez.

ŞOK-TESBİH

İnsan kuvveti kasdıyla, eşyaları yerinden oynatan ruhî muharrik... Bunun, keramet ve istidraç nevinden sayısız harikaları, çeşitli kültürlerin mistik ilim erbabından görülmüştür. Bizim de, TELEGRAM sırasında şahit olduğumuz bazı hâdiseler, cin tasarrufu mu, yoksa cihaz tesiri mi bilmem, “eşyayı yerinden oynatma” cümlesinden bir mânâ içinde yerini bulabilir. Bir yönüyle istisnaî ve sırrî oluşu, diğer yönüyle fizik ilminin ilgili olması bakımından, bu tip hâdiseleri parapsikologların “telekinezi” ve “psikokinezi” tâbiriyle anıyoruz; biri Fransızca, diğeri Almanca iki tâbir.

*

Ruhî muharrikiyet; hareket ettiren ruh, ruhun hareketi-hareket ettirmesi... Neyi? Parapsikoloji plânında, bedenî hiçbir araç araya girmeden, fizikî bir enerji olmadan, bilinir soydan hiçbir taşıyıcı kullanılmadan, fizikî bir varlık üzerinde insan ruhu tarafından meydana getirilen doğrudan tesirler ve fizikî hareketlerdir.

*

Ağır ELEKTRİK ŞOKU’na uğrayan insanlarda sık sık psişik-ruhî güç artması görülür. Zihinleriyle metal nesneleri bükmeyi öğrenmiş olan çocukların önemli bir yüzdesi, daha önce elektrik şokuna maruz kalmışlardı. Bedenin bioelektrik alanıyla zihin güçleri arasında açık bir bağ vardır.

*

Eski kültürlerin hemen hepsinde, dinî ve ŞAMAN ritleri ile ifâdesini bulan bir hakikat, modern fiziğin “kablî-peşin fikir” diye aldığı bir imajinasyon hâlinde, doğrulamaya girmiştir: Beyin, beden ve kâinat, gerçek mânâda birbirleriyle bağlantılıdır... Eşya NİZAMI’nın beyinde görünüşü olan AKIL, beynin, fizikî olmayanın fizikî bir biçimi olduğunu göstermektir.
AKIL, kullanıldığı yere nisbetle, ruha bağlı bir keyfiyet, ruh, duyu verilerinin toplandığı fizikî beynin fonksiyonu mânâlarına gelir. TELEGRAM’ın duyu verileri yolundan beyni hedeflemesi, bizim bu hususta birşey söylememizi gerektiriyor ki, imân davasıdır: Eğer fizikî beyni bir saza benzetirsek, ona temas eden ruhtur. Bu TEMAS keyfiyeti, bir yönüyle fizik ve öbür yönüyle ruh arasında tecelli eden AKIL’dır; ses de, beyinde toplu görünmez nizamın, görünür, bilinir materyali. Sözkonusu benzetme-imaj hakkında da birkaç kelime:
— “İmajinasyon, bilgiden çok daha önemlidir. Bu, bir ilim adamı için de geçerlidir. Neden? Çünkü bu sayede, yeni şeyler keşfetmeye götürür. Tahayyül olmazsa, ebediyen olduğumuz gibi, olduğumuz yerde çakılır kalırız; oysa tahayyül, bizi olabileceğimiz duruma götürür!”

*

Bundan 20 sene kadar önce, televizyon dalgaları yüzünden Bursa’da, orman çapında kestane ağaçlarının, tepeden başlayarak aşağıya doğru kuruduğunu söylüyorlardı. Bana verilen elektriği ve benim beyin ve tabiî ki vücudumun hâlini, televizyon vericisi karşısında televizyon gibi,
TELEGRAM cihazı karşısında ben diye bir kıyasla anlayın. TELEGRAMCILAR karşısında benim durumum, kıyıya çekilebilsin veya çekilemesin, oltaya yakalanmış bir balığın, misina salınmış olsa da, neticede oltaya takılı; ve onların keyiflerince bu boşluğu alabilmeleri gibi... Çeşitli tonlarda ve sözlerine uygun biçimde, devamlı –uykuda bile– bir elektrik tesiri içindeyim. Sözlerine eşlik eden veya etmeyen, sayısız ELEKTRİK ŞOKU’na uğradım. Bu kısa izâh, şu üç hâdiseyi nakletmek üzere, yukarıda geçen ELEKTRİK ŞOKU bahsinin tedaîsi diye:
Namaz, şimdi de olduğu gibi, cihaz marifetlerinin sergilendiği ve genel olarak belden aşağı sözlerin “rahatça” tekrarlandığı bir işkence. Namazı kıldım, BOLU’da ölçtüğüm üzere, tanesi 5 milim gelen bir 99’luk tesbih elimde, tesbih çekeceğim. ARAR, devamlı gevezelik ediyor. İki elim arasında tuttuğum tesbihin aralığı 10 santim civarında; demek ki iki taraftan sarkarak bitişen kısımlar 20 santim civarında. ARAR, tesbih ile ilgili, meselâ “dur şimdi, görürsün sen!” diyor, bana telaş verici klâsik lâflarını ederken, sanki bir el çarptı, nasıl olduysa, tesbih düğüm oldu. MÜTHİŞ! İki katlı kalın bir ipi alıp, düğüm atın; aynen öyle! Telâşa kapılmadım ama, bir harika olduğu ortada! Aklıma ilk gelen, “cin yaptı!” oldu. Şimdi siz, elinize dediğim şekilde tesbihi alın ve sayısız defa sallayarak vesaire, tesbihin alta sarkan tarafına düğüm atmaya çalışın; göreceksiniz ki, benim elimde hiçbir sallanmaya maruz kalmayan tesbihin düğümlenmesi hakkında, söyleyecek sözünüz olmayacak!
KARTAL’da CİN meselesi, yoksa bile benim nefsimin HADİM teshiri hâlinde temin ettiği bir şey idi. BOLU’da da, gelişimden başlayarak ve hususen TELEGRAM’ın acabasız olarak açıkça tatbik edilmeye bağladığı 2005-2006 arasında, başlıca korkum.
Yine KARTAL’da, yine tesbih ile ilgili... Havalandırmada, buraya gelişimden beri tek meşguliyetim olarak, tesbih çekip, ağır adımlarla yürüyorum. Şu satırları yazarken nedense, üstümde Metris Cezaevi’nde giydiğim gri cübbe vardı diye hatırlıyorum ama, mümkün değil. Hâdiseyi anlatayım: Galiba hava kararmak üzereydi ve ben cinlerin eşliğinde yürüyor gibiydim. Doğrudan kulağıma gelen, bana yapılan konuşma ki, artık sıradan bir iş. Aynı zamanda, havalandırmaya çıkışta sağ taraftaki duvarın dibinden, yeri belirlenemez şekilde, fısıltı bir konuşma: İki kişi, benim gidiş gelişlerim boyunca, hareketlerimi ölçüyor gibi ve kontrolleri altında olduğumu gösterici lâfları. Birkaç kere, tesbihin alt kısmına vurma benzeri bir tesirle yürüme ritmime ters bir sallantı oldu; ama kendime ayrıca bir vehim olmasın diye, dikkatimi yoğunlaştırmadım ve tesbihin vücuduma çarpmış olabileceğini... Bir seferinde yine darbe tesiri; ve bu sefer tesbih düğüm oldu.
Yine KARTAL... Tesbihata eşlik eden, kesiksiz çay ve sigara faslı. Koğuşun içinde turlarken, çay koymak üzere, elimdeki sayıyla çektiğim tesbihi, kaldığım yeri dikkatlice ayırarak battaniyenin üzerine bırakıyorum. Aklım onda; sayı karışmasın diye. Arkam dönük birkaç adım attım atmadım, müthiş kulak hassasiyeti içinde ve müthiş yankılı koğuşta, “çat!” diye ses; döndüm ve baktım ki, tesbihin taneleri bitişmiş. Kim nasıl izâh eder bilmem; yukarıda anlattıklarımla birlikte düşünülmesi gereken, böyle birkaç hâdise oldu.


Baran Dergisi 182. Sayı