Suyun içinde herhangi bir cisim; bu cismin şekli, bir yönüyle cisme, diğer yönüyle suya aittir ki, bir kalıba dökülen alçının, kalıbın şeklini alması ve böylece şeklin hem kalıb, hem de üründe görünmesi gibi bir durum sözkonusudur. Şeklini almış ürünün kalıba konulması neyse, su içinde bulunan cisimle suyun teması arasında, bakıldığı tarafa âit görünen ŞEKİL diye bahsedebileceğimiz, her ikisinde de görünen ve müstakil olarak bahse mevzu bir keyfiyet bulunmaktadır. Bu keyfiyet görünüşünü cisme borçlu olduğu için, mücerret plândaki mânâsı bakımından şekil kendisinden yapılan, ama kendisi şekil olmayan bir mahiyet arzeder. ŞEKİL: SURET. Malûm; suret olmadan mânâlar ebediyen tecelliye gelmez. İlmin suretinin, süt olduğunu, Hadis-i Şerif’ten biliyoruz. İlmin suretinin, rüyâda süt olarak göründüğünü. “İlim sureti” dedik ve onun suretinin de “süt sureti”nde olduğu; dikkati çekmek istediğimiz husus, “ne neye göre mânâ ve ne neye göre suret” meselesine bakılması gereği. Renk, şekil, ses, estetik, kelime vesaire gibi maddî olan ve olmayan İFADE’ye gelmiş her şey, bir tecelli eden var’a delildir. Buna göre, şu surete göre mânâ olan, şu mânâya göre suret mevkiindedir. İlim ve süt misâlinde, su misâlinin tersine, şekli kolayca anlaşılır mânâsından, mücerret İFADE’ye taşıdık: İlim, ilim olarak bir surete, süt de süt olarak bir surete malik. Böylece, suyun da HEBA’dan bir suret olduğunu kolayca anlıyoruz; ve mücerret olarak şeklin HEBA maddesinden-cevherinden yapıldığını, ama kendisinin o şekil olmadığını da. Cismin şekil maddesi-hususu, tecelli edenin HEBA olması bakımından, şeklin HEBA’ya âit ve varlık öncesi alıcısı durumunu göstermektedir. HEBA’da tecelli eden de, Allah’ın nuru ki, bütün varlıkların görünüşünü sağlayan. HEBA, Küllî Cisim’den farklıdır; o, suretin muhtevasının yapıldığı. BOŞLUK’ta tecelli ettiği için ona delil olan HEBA, boşluğun hacim gibi bir mücerret olduğunu da göstermektedir: Nasıl ki, hacim cisminden dolayı biliniyor, boşluk da öyle. Demek ki Kâinat’ta boşluk yok ve boşluk, varlıkla bahsi edilen. Bu mânâdadır ki, BOŞLUK, mücerret olarak bahsi edilebilen, keyfiyetsiz bir mânâdır. AYNA.

AHİR

ÂHİR: Biten. Hitam bulan. Sonra gelen. Son. Sonraki. (Varlığın kendisinde tükendiği, Allah’ın 99 güzel isminden biri, EL ÂHİR: Vücudunun sonrası olmayan, sonsuz... HE harfinin, bu isim ve varlığın HEBA mertebesi ile ilgisi var.): 801.
Zülcelâl vel-ikram: Şeref ve ikram sahibi: 801.
HIRA: Mekke civarında bulunan ve Allah Resûlü’ne ilk vahyin geldiği mağaranın ismi: 802= 1801.
Berh: Balık. Hisse, nasib. Su birikintisi. Şimşek, berk: 801.
Müstagrak: Garkolmuş, dalmış. Mânevî bir hâle düşmüş: 1800= 801.
Rah: Zan. Kaygı, keder: 801.

*

Ahîr: En son. Sonraki: 811.
Şah-ı NAKŞÎBEND: 812= 1811.
Hıyar: Hayırlılar. Bir işi yapıp yapmamada hayırlılar: 811.
İhtar: Hatırlatmak. Tenbih. Uyarma. Kalbe doğuş, ilhâm: 811. Ziyâ: Işık, aydınlık, nur. Ruşenlik: 812= 1811.
Beyz: Yumurta. (Kabe: Yumurta... Kâbe: Beytullah.): 812= 1811.

*

Ahir: Tembel. Zina işleyen. (Milt: Nesebi bilinmeyen. Evveli belirsiz. Piç... Piç: Büklüm,
kıvrım, dolaşık. Aslına benzemeyen. Sarmaşık... Miltat: Deniz kenarı, sahil, beyne erişmiş baş yarası. Küst, fikir adamı... Allah bir kudsî hadîs’te, “Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım!” buyuruyor. Yine: “Ben kulumun zannı içindeyim!” buyuruyor. İnsan bilse de bilmese de, O’nun kulu ve buyruğunda... “Bilse de, bilmese de”; O’na imân edenlerin ve etmeyenlerin bu nitelikteki zanları yanında, karşılığı hesabta görülmek üzere yaptıkları her işte de zamanın gayeliliğinden kopamaz mânâsında bu nitelik... Zann: Tahmin. İhtimâllere dayanır düşünce. İstikbâl düşüncesi. Sonraya âit... Zann: Sezme. Sanma, şübhe... Hadîs: Bazı zan vardır ki günahtır... Zan: Ayıp.): 276.
Kenare: Kıyı, kenar. Sahil, deniz ile karanın bitiştiği yer. Kucaklama, kavuşma. Köşe, uç. Son, nihayet, ahir. Etrafı çevrilen, ihata edilen şey. Çember: 276.
Mansus: Nass ile sabit kılınmış. İzhâr ve beyan edilmiş: 276.
Ru’: Kalb, fuad. Kalbte korku arız olacak yer. Zihin ve akıl: 276.
Hat’are: Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek: 1275= 276.
Vera’: Takvanın ileri derecesi: 276.
Kumarbaz: Uman, kazanmayı ümit eden. (Ümit istikbâle ve hazırda olmayana olur.): 276. Evreng: TAHT. Şan, şeref, nâm. Zinet, süs. Akıl, irfan. Hoş hallilik. Mekr, hile. Güzellik. (Abdülhakîm Koltuğu bahsini hatırlayınız.): 277= 1276.

*

Mehdî Salih Muhammed: 280.
Naka-i Salih: Salih Aleyhisselâm’ın mucizesi olarak, bir kayanın yarılıp içinden devenin çıkması hâdisesi. (Cemel-deve, elif fazlalığıyla cemal: Fertteki güzellik. Allah’ın lütuf ve ihsân ile tecellisi. Doğru söz. Güzel yüz.): 281= 1280.
Berf: Güzel söz. Kar, soğuk. Asker: 281= 1280.
Kasas: Arslan: 281= 1280.
Kısas: Cinayette ödeşmek: 281= 1280.
Ahîre: Zâni, zinakâr: 281= 1280.

*

HE harfinin ebced değerinin 5 ve bunun eski rakamlarda 0 şekli ile ifâde edilmesi, sıfırın, “bitişik” ve “kavuşma” noktalarındaki BERZAH mânâsı yanında, şekil veren madde HEBA gibi bir bilinmezlike remz oluşunu da gösteriyor.

HEBA

Heba: İnce toz. Boş. Nafile. Fazladan. Gayr. Aklı az: 9.
Durah: Gökte melaike kâbesi olan Beyt-il mamur: 1009.
Heca: Harflerin sesi. Şekil. Kıyafet. Rızık. Sükut etmek: 10= 1009.
Çav. (Kürtçe): Göz. (İdrak): 10= 1009.
İBDA’: Numunesiz birşey yapmak. İzhâr etmek. Yaratmak. Bir yerden diğer bir yere çıkmak: 9. Hazrevat: Gökyüzü, felek. Asuman. Yeşillik: 2007= 9.
Cevv: Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Feza: 9.
İcad: Kapı ve pencerelerin üstünde bulunan kemer. (Eğri çizgi): 9.
Bizz: Açmak, FETH. (Salih Aleyhisselâm’da tecelli eden FÜTUHÎ hikmet hatırlanmalı.): 9.
Cah: Makam, mansab. Kadr, itibar: 9.
Cez: Ada. (Ada: 6: Vav... Badi’: Deniz içinde olan ada. Et. Deri... Badi: Havaya ve rüzgâra âit. - Arabça, eski Yunanca ve Lâtin dillerinde ruha verilen isim, “hareketli rüzgâr” ve “mânâların dondurucu soluğu” mânâsına geliyor... Cezire: Cez. Kök, asıl, temel. Derya. Arı kovanından bal almak... Badame: Zincir halkası. Tek halka. Et beni... Denizdeki ada, yüzdeki ben “sabihat-
gökteki yıldız, imânlıların ruhları” arasındaki benzerlik, bize NECM Sûresi’nin etrafındaki mânâları hatırlatıyor: Necm, meşhur mânâsı ile YILDIZ demek. Ağacın dışında, “gövdesi ve kütüğü olmayan bitkiler”, yâni “ot-yeşillik” mânâsı yanında, zaman zaman verilen şeylerin her birimine de “necm” denilir. Ayrıca “Süreyya-Ülker” yıldızına da... KUST, topalak otu demek; çeşitli nevileri var... Mehdî’nin yüzünde YILDIZ gibi parlayan HİNDU-BEN... Nuh Sûresi’nin 17. âyetinde, “Allah sizi yerden yetişen NEBAT gibi bitirdi” buyuruluyor. RUYA: Yerden biten bitki. RÜYA: Düş. Hayâl. Uykuda görülen suretler... NECM SURESİ: Bir hadîs’e göre, Allah Sevgilisi’nin müşriklere karşı açıktan ilk okuduğu sûredir. Kâbe yanında. Yine İbn Mesud’dan gelen bir rivayete göre: “İçinde secde âyeti inen ilk sûre budur. Bu nazil olunca Resûlullah secde etti, onunla beraber bütün Müslümanlar; ancak bir adam avucuna toprak alarak onun üzerine secde etti, sonradan ben o adamın kâfir olarak öldürüldüğünü gördüm, o Ümeyye İbn Halef idi”... Sûre’nin iniş sebebi, müşriklerin Allah Resûlü için “Kur’ân’ı kendi uyduruyor” demiş olmalarıdır. “O kâhin, deli, şâir, Kur’ân’ı kendi uyduruyor” demeleri hususu, Tur Sûresi’nde de geçiyor... NECM SURESİ’nin açıktan okunan İLK SÛRE olması, bir meydan okuma tavrıdır.): 10= 1009.
Abu: Nilüfer çiçeği ki, su içinden biter: 9.
Dev: Cin: 10= 1009.
Ebced: 10= 1009.
Peçe: Örtü. Yüz-çehre-suret örtüsü: 10.
Peçe: Çocuk. Hayvan yavrusu. Sarmaşık bitkisi, ruhun yolundan Allah’a ruhîlikle tırmanmaya misâl. (BERZAH): 10= 1009.

KUVANTUM BOŞLUĞU - SIFIR - ZAMAN - ŞEKİL

Muhayyileden terekküb eden kıyas: Hayâl edilmiş şeylerden meydana gelen muhakeme, mantık, düşünce, karşılaştırma. Terekküb, tertib etme, birleştirme... Muhayyelattan terekküb eden kıyas, mevzuu gerçek olan yerlerde “hayâl kurma” dediğimiz gibi menfi bir mânâ ifâde ederken, mevzu hayâl nev'inden olan hakikatler peşinde bir “şiir idraki-şiir şuuru”nu gösterir. Bir velinin, “gece, ak sütün içinde ak kılı farketmek” dediği idrak, ilim içinde kendi tabına uygun olanı toplama yolunda bir “şiir şuuru” işidir. Akıl ondan, ama o akıldan değil. Yol, şuurun aynı, sureti; velinin misâlindeki kıl, “bulmakla gitmek ve gitmekle bulmak bir” hikmetini gösteriyor. Bâtına, şu görünen âleme nisbetle konuştuğumuz kemmiyet ölçülerine gelmeyen dünyaya âit mücerretler, bu dünyayı kendine suret kılmış ve onun özü ise de, neticede asılla var olan gölge mesabesinde kalırlar. Asıl, BERZAH âlemi ve her insanın içinde bulunduğumuz âlem idrakinden BATINI’na, “ihtimâller âlemi”nde ASLIN ASLI ALLAH’a yol var. İhtimâller içinde kendi hakikatini FARKETMEK? O, kimine nasib oluyor, kimine değil; ağız yolunu bilmiyor ki, kaşık çalsın pilâva.
Her mevzu, kendi usul, esas ve kuralları içinde ele alınabilir. Bu hakikati, şu görünür dünya ve onun derunî-enfüsî-sübjektif gerçekliği içinde tatbik ederken, bahsi geçen kıl misâli, “herkesin hakikati kendine” hikmeti çerçevesinde, birbirine nisbetle doğru ve yanlış olmaları yanında, BERZAH mertebesine nisbetle de doğru ve yanlış yol olarak çeşitleniyor. HER MEVZU tâbirinin, sadece müştereken kabul edilmiş ilim dalları için değil, nevi şahsına mahsus mevzu ve ilim dalları için de, nevi şahsına mahsus bahislere şâmil oluşuna dikkat.
Sözü, bir ihtimâller alanı - Cennet’i ve bu vasfıyla “olabilirler” imkânı “Alice Harikalar Dünyası” masalını andıran KUVANTUM FİZİĞİ’ne getirmek istiyorum. Mevzu FİZİK; altını çizeceğimiz husus da, ihtimâller üzerine kurulu teoriler ve hangisinin gerçekliği gösteriyor olması değil bir “ihtimâller dünyası” olması. KLASİK FİZİK’in iç dünyasına âit mücerretler müşahhaslaşır ve
bazı mevzuları ile onu aşar veya iptal ederken, yeni görüntüsünde ona âit bazı mücerretlerin yine kendi mücerretleri olduğunu görüyor. ŞEKİL, her insanın kendi tabiatına muvafık olan ya; karşımızda neyse o duran eşya ve hâdiseler, insan sayısı kadar çoğalıyor. Müşterek olduğumuzu sandığımız hakikatler, İFÂDE edebilici zekâlar tarafından bizi bölük bölükmüş gibi yapsa da; görünür dünya hakkında da, derininde de bu böyle. Fizik, lâtifleşmiştir; ve maddenin aslı diye nitelenen “heyûla”, sanki hayâlin kesifleşmesi, yeni fizikte bütün görüntüleriyle onu işleri andırırken, yine onu altına - asıl almıştır.
KUANTUM VAKUMU: “Kuantum alan” teorisinde, Kâinat’ta mevcut olan varlık dinamik enerji modelleri olarak ele alınır. Enerjinin ölçülemeyecek kadar düşük olduğu seviyede, doğrudan algılanamaması veya ölçülememesinden dolayı, “varlık”tan yoksundur. Vakum-boşluk olarak nitelenen bu zemin, aslında herşeyin potansiyeliyle doludur. Demek ki bu “boşluk”, modern fiziğin varlık tesbitinin unsurlarına benzemediği için, “varlıktan yoksun” diye niteleniyor. Soru güzel: Atom altı fiziğinin, parçacıklar ve dalgalar dünyasında, bunlar tabiî olarak daha derinde bir şeyin tezahürü ise, o nedir? BOŞLUK, bu cevab, çok da “fizikî” görünmüyor. Bir şeyin maddî tezahürler meydana getirmesi, nasıl ki onun da maddî olmasını gerektirmiyorsa. “Dalgalar ve parçacıklar ve tabiî ki İNSANLAR, tıpkı denizde kabaran dalgalar gibi, temel olan boşluk’tan dalgalanır ve meydana gelirler”; bu boşluk, Kuantum fiziği ne derse onun derininde kalacak olan, Kâinat’ın yalnızlığının sebebi bir zardır. BİRLİĞİ’nin sebebi. Bize, o boşluğu dolduran ve hiçliğine delil, HEBA maddesini hatırlatmaktadır. Bu bakımdan HEBA, letâfeti bakımından izsiz olmasından dolayı, BOŞ diye de nitelenir.
Varlıkta HEBA mertebesi, Allah’ın AHİR ismiyle ilgili ve mânâsı HE harfine tevafuk ediyor. Bu harf nefes harfidir; bilerek bilmeyerek her nefeste O’nu zikrediyoruz. Bir kelimenin ilk harfi gibi, son harfi de onu tâbir eder. Ebced hesabında HE, beş sayısına denk geliyor. Eski sayı şekillerinde de beş, “0” şeklinde. Ahir, insan için “sonra” mânâsına geliyor; İstikbâl mânâsının, hayâle mevzu zaman oluşu malûm. Hayâl ve zaman: Mevzu olarak, biri merkeze alınabileceği gibi, burada görüldüğü üzere birbirinin içinde bir birlik. Heba’nın “ŞEKİL veren, ama kendi şekil olmayan” niteliği, bize zamanın mekândaki “bir varlık-bir yokluk” temposunda görünen eşya ve hâdiselere ŞEKİL verici oluşunu hatırlatıyor; meşhur bilgiyi. “DEHRE sövmeyiniz, DEHR Allah’ındır!” buyuran Allah Sevgilisi’nin bu sözü, “Rüzgâra sövmeyiniz, o Allah’ın nefesindendir!” diye de kullanılmıştır. Allah’ın kendi nefesinden, nefsinden üflediğini buyurduğu ruh da Arabça’da RİH, yâni “rüzgar ve nefes” mânâsındadır. Allah, rahmetiyle herşeyi kuşatmış ve RAHMAN ismiyle üzerine kurulmuştur. Âlem, Rahmanî Nefes’te toplu suret ve ŞEKİL’in tecellisinden başka bir şey değildir; ulvî ve süflisiyle bütün suret ve şekiller, O’ndan açılmıştır. Her âlem kendi hakikatleri mertebesinin istediği Cevheri, O’ndan alır. Halk’ın bâtını Hak, Hakk’ın zâhiri halk; demek ki Allah’ın ZAHİR ismi, mahluklarına nisbetle bâtın hükmündedir.
DEHRE nisbetle zamanın “geçmiş-hâl-gelecek” buudları, bir izâfiyet kaydından ibarettir. DEHR, “insan” mânâsına da geliyor. İNSAN’ın bâtınını, Allah kendi suretinden yaratmıştır. MİM harfi, Guceratlı Şeyh Ebu’l Muvahhid’in “Da’va Cetveli”nde, sayı değeri 90, Allah’ın MALİK ismine tevafuk ediyor; Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nde ise, Allah’ın EL-CÂMİ ismi ve mertebesi İNSANLAR’a.
LEVHA: 2 Haziran 1997... Üstadım bizim evde... Üzerinde takım elbise var... 55-60 yaşlarında ve sakalsız... Hareketleri kalender... O’na “Üstadım, Süryanice’de bir kelimenin mânâsı o kelimenin harflerinden birinde toplu imiş; NECİB’in hangi harfi kelimeyi belirtiyor?” diyorum, “Cim, Mim’dir!” diyor... Sonra beraberce evden çıkarken, evin dağınıklığından utanıp, “bu ne böyle?” diye evdekilere kızıyorum... Ayakkabılar, onların üzerine atılmış yarı dürülü halı... Babam hemen koşup hürmetle Üstadım’ın ayakkabılarını çeviriyor, düzeltiyor... Üstadım ayakkabılarını giyiyor ve ikimiz SAHİL KENARI bir asfaltta yürüyoruz!
MİM: 90... NİL: Mısır’ın hayat menbaı ve mübarek sıfatıyla nitelenen nehir. Mavi renk: 90... NİL, Lâtince’de, “sıfır, hiç” mânâlarına da geliyor. Aynı zamanda bir ölçeğin başlangıcı... NİLGÛN: Nil ile aynı mânâda: 166... Rahman Sûresi, 19-20. âyetleri: 3166... KUSTO: 169. ŞEKİL-SURET hikmeti deyince, Allah’ın MUSAVVİR ismi... Musavvir: Tasvir eden. Şekil ve suret veren... Musavvire: Tasvir edilmiş. Suretlenmiş. Şekli çizilmiş. Kuvve-i Hayâliyye. (Kuvve-i musavvire. Madde-i musavvire.)
Bu meseleye el atma sebebine gelince: “Nefsini bilen, Rabbini de bilir!”... NEFS, bedene ilişik bir keyfiyet olarak, BEDEN mânâsına da; öyleyse, FİZİK, madde ilgisi içinde onun hasrına da giriyor. Diğer taraftan; devirler boyunca ilmin, felsefenin yanı başında veya onun önüne geçmesi sürecinde, tabiî ve sosyal ilimlerin öne geçmesi, daha sonra psikolojinin ilim - felsefe - siyaset’e hakim olması, derken FİZİĞİN TIB İLMİNDEN BAŞKA BÜTÜN DALLARA SİRAYET EDER BİR DÜŞÜNCE HÂLİNİ ALMASI vesaire gibi hususlar, KARTAL ve BOLU Cezaevleri’ndeki cin mevzuunu ele alırken, okuduğunuz izâhları da yapmayı bana gerekli kıldı. Bir toplumda mevcut dinamiklerin ihtimâllerini seyir plânında görerek kendine bir çeki düzen arayan devlet-devletler topluluğu kaosu içinde, bu hâle fikren müdahil olmak ve olan biteni anlamadan rol alan kuyrukçu olmamak için, İSLÂM adına bir aksiyon muradıyla... Sanırım bir okuma kılavuzu tadını da vermişimdir.

HALİD BİN VELİD - KURTUBÎ

UZZA, İslâmiyetten evvel, büyük putlardan birinin ismi; içinde barınan bir cinden dolayı bu ismi almıştır. Ortadan kaldırılışı şöyle: Mekke’nin fethinden sonra Allah Sevgilisi, Nahle denilen yerde bulunan, Kureyş ve Beni Kinane kabilesinin büyük putlarından Uzza’nın yıkılmasını, Halid bin Velid Hazretleri’nden istemiştir. Emir yerine getirilir ve geri dönülür. “Orada bir şey gördünüz mü?”... Allah Sevgilisi’ne görülmediği söylenince, Putu daha aşağıdan kesme emrini alan Halid bin Velid Hazretleri, tekrar oraya varır ve denileni yapar. Bir çığlık; cadı kadın, ikiye bölünmüştür. Bu, şeytan nev'inden bir cin idi.

*

Cin, “örtmek” ve “gizlenmek” demektir. Hayâl nev'inden varlıklardır. “Cennet” gibi aynı kökten gelen kelimelerle ortaklığı, bu “gizlenmek” ve “örtmek” mânâsı etrafındadır. Malûm; Cennet, müminlerin AHİRET’te varacakları, ahirde-istikbâlde gizlenmiş olandır. Cehennem de, ona lâyık olanların Cenneti... Bu gözlerimizden perdeli oldukları gibi, bizi idrak edişlerini de farketmediğimiz varlıkların kötüleri hakkında Allah, A’raf Sûresi’nde, “Şeytan ve kabilesi sizi görmediğiniz yönden görür” buyurmuş ve bu hususta Adem Babamız ve Havva Anamız’ın Cennet’te iken aldanışlarını misâl getirmiştir.

*

Cinler, kendi Peygamberleri olan, İnsanlar gibi, ibadet etmeleri için yaratılmış, onlara göre güç ve kabiliyetleri sınırlı bir ümmettir... Resûlullah Efendimiz’in, kendilerini İslâma daveti CİN Sûresi’nde anlatılmaktadır. Adem Aleyhisselâm’dan evvel olduğu gibi, sonra da, mümin ve kâfir takımları vardır. İlâhî hitaba muhatab insan gibi, muhatabdırlar.

*

Cinler, hava ve ateş unsurlarından yaratılmışlardır. Şeytan, onların ilki ve başı; Adem Aleyhisselâm’a, yaratıldığı zaman secde etmeyi reddeden. Cinlerin yapısı, hava ve ateş karışımı, bize Rahman Sûresi 19. ve Furkan Sûresi 53. Âyeti vesilesiyle, onlarda geçen pek çok kullandığımız bir kelimeyi hatırlatıyor: MARİÇ. Bu, karışıma verilen isimdir. Adem de, TÎN denilen su ve toprak karışımı balçıktan yaratılma. SU ve HAVA, HEBA’dan bir şeydir. Cinlerin istedikleri şekle girmeleri, hava unsuruyla olmakta. Duyularla algılanabilir olma mânâsına,
duyulaşmaya bakan hayâlle, 5 duyu (hasse) plânına muhatab varlık arasında vücut bulan CİN’in karşıtı, yani İNS’in karşıtı, İNSAN’IN İÇİ’dir. İNSAN’ın “Allah katında bakan gözdeki bebek” mânâsı, - idrak eden mânâ, onun “insa, nisyan, unutmak” kelimesinden gelişiyle birlikte düşünülürse, “kendinden geçmek imân, kendinde olmak küfür” diyen bâtın kahramanının sözü, “unutma”nın müsbet kasdı mânâsıyla daha iyi anlaşılır: Kendi isteği yerine, Allah’ın rızasını tercihle silinen, yerine bu kaim idrak. Bunun tersi unutmanın “ahmak” mânâsı malûm. Varlığın yaradılışındaki dört temel unsurdan biri olan ateş-(nur), hava ile birlikte bundan yaratılan cinlerin, böbürlenmeleri ve üstünlük talebiyle serkeşlenmelerine sebeb olabilir. Bunun baş örneği ŞEYTAN.

*

Üstadım’ın bana ithaf ettiği “Noktalama”lardan, VEHİM: “Her şey kesik ve kopuk, zaman tutamaz LEHİM; — Mazi albümde hayâl, istikbal kalbte vehim.”... Lahm: Et. Her şeyin içi ve üzeri. Bir işi sağlam kılmak. LEHİMLEMEK. Bir etmek, bitişik etmek. Bir yerde ilişip kalmak... Flash. (İngilizce): Işık... Flesh. (İngilizce): Et... Yukarıda, “ateş” ile “nur” arasındaki alâkayı belli ettik. İnsanın içinin, Cin’in görünüşünün karşıtı olması, Cin’in yaradılış unsurlarından birinin ATEŞ olması bakımından, üzerinde durmayı gerektiriyor. Cin’in “gizli” ve “görünmez” oluşu ile ATEŞ arasında bir çelişki, İNS’in İNSAN’ın içi iken, NUR mânâsıyla dışına da sirayet eden mânâ arasında başka bir çelişki var gibi görünüyor. Ruh, can, nur, nar-ateş, zaman vesaire gibi tezahürlerinden bildiğimiz varlık ve mevcudların ortak vasıfları, “görünmez” olmak. Bu bakımdan, “ruhanî alem-gayb âlemi, sır âlemi, Lahutî âlem” gibi içiçe geçmiş kavramların, yerli yerince kullanılması gereği, bize CİN mevzuu çerçevesinde RUHLAR tâbirinin kullanılmasının uygunluğunu da gösteriyor. Çelişki bulunmadığını anlayacağız.
– Nar: Ateş... Niran: Ateşler. Nurlar. Işıklar... Nar-ı Beyza: Beyaz ateş ki, harareti varmış olduğu derecede etrafa neşretmediği gibi, etrafındaki harareti de kendinde topluyor ve sanki etrafını manen soğukluğu ile yakıyor. Suyun donması gibi... Nar’ın “Cehennem” mânâsı, onun da gizli ve örtülü oluşu, hararet mevzuunun dışında, Ateş’in gizliliğini de gösteriyor. Ateş’in insan bedenindeki karşılığı aynı zamanda canlılık unsuru, hararet. Ateş ve nur, ışık ve et arasındaki alâka belli oldu. Bu arada, karanlıklar içinden çıkan şuurun, nurdan nura yükselerek NURLAR’ın NURU’na seyri bahsi de, varlık tezahürleri üzerinden görülüyor.
– Allah NUR ve NAR’dan ruhları, başka bir ifâdeyle melekleri ve cinleri yarattığında, onları insanlara görünmez olmak vasfında ortak yapmıştır. Bu sebeble ruhların bir kısmı cin, yâni bizden gizli olanlar diye isimlendirilmiştir. Allah, cinleri ve melekleri ortak yaptığında, hepsini CİNNET diye isimlendirmiştir. Şeytanlar hakkında şöyle buyurmuştur: “İnsanların gönüllerine vesvese veren cinlerinden (cinnet) olan şeytanların şerrinden Allah’a sığınırım.”... Burada CİNNET ile şeytanlar kastedilir. Melekler hakkında şöyle demiştir: “Onlar ile cinler arasında neseb icad etmişlerdir.”... Kâfirlerin, andırıştan istifade, uydurmaları... Meleklerle cinlerin ortak vasıflarından biri şekilden şekile girebilmeleri. İnsanlara görünmelerine gelince, bu, alelâde bir bakışa da olabilir, şuurlu fakat genel olarak bilinmediği için şuur kaybı ve galat sanılan nazara da görünebilir. Çeşitli din ve şaman uygulamalarında, buna mahsus bir marifete mevzudurlar. Kendilerinden, gaybde mevcut ama tecelliye gelmemiş, yahud gayb diye nitelenmesi mecaz, kayıbların bulunması gibi hususlarda haber alınabilirse de gayb örtüsü altında mevcut olmayan veya “gaybın gaybı” diye nitelenen Allah’tan ve iradesinden bir şey söyleyemezler. Cin ruhlarının ilgi gösterdikleri, (İnsanın ahirde elde ettiği bilgiler), bitkilerin, taşların ve isimlerin özelliklerinden kendilerine verilen bilgidir. Cinin insan kılığında görünmesi, bir insanın derisinin altını göremememiz gibi bir vizyon da olabilir.
– ET ve NUR vesilesi ile: Büyüklerin, “bizim yediğimiz nurdur!” misüllü sözleri, lokmanın zikrini dinlemeden ağızlarına koymadıkları malûm... İmam Hanbel Hazretleri, eti iyi cinsinden
ve seçerek alırmış. Eti seviyor. Hattâ bir seferinde, mevcut parası kifayet etmediğinden, evinden birkaç parça eşyayı satarak uzaktaki bir kasabtan et almaya gidiyor. Takvası, dillere destan: Kendisine bir hadîs veya fıkhî bir mesele sorulmaya gelindiğinde boy abdesti alıyor, tertemiz giyiniyor, güzel kokusunu sürünüyor, başında özenli bir sarık, hafif yüksekçe bir kürsünün başına oturuyor ve isteneni cevaplıyor. Onun et hassasiyeti, bizim gibilere ilk ânda nefs düşkünlüğü ve onun adına nefs düşüklüğü gibi gelmiyor mu? Büyüklerin sözü ve bu hikmetin baştaki açılımı, bedahet hâlinde işin aslını göstermektedir. Bu çerçevede, büyüklerin hayatlarına hikmet gözüyle bakma meselesi de bir kere daha işlenmiş oluyor.
– Üstadım’ın Noktalama’sındaki LEHİM ile, LAHM (et) arasındaki ilgiyi, ikinci kelimede toplu olarak gördük. Zaman, ruh gibi, yok gibi, hayâl gibi, bilmeden bildiğimiz birşey. NE? Bedenin ruhun bineği ve delili olması, varın yoka, eşya ve hâdiselerin zamana delil olması gibi, VARLIK, bütün âlemleriyle NUR’a delil. Allah’ın ilk bulunduğu MUTLAK HAYÂL - AMA’ya, bütün yaradılmışların ve hatta olmayanların kuşatıcısı HAYAL, bu hayâle bizdeki hayâl melekesi, bununla erilen ve bilinenler de, şühud âleminin ona tâbi-delil olmasını gösteriyor. Mazi, hayâlde canlanan suret, İSTİKBÂL henüz gerçekleşmemiş bir zaman ve hayâlde tasavvur edilen, HÂL ise bir VEHİM: VAR MIYIM? Daha önceki sayılarda işlediğimiz bu mesele, LAHM ile Allah’ın Mübdî ismi arasındaki ilgi etrafında bir misâl olarak ele alınırsa, İBDA’nın İSTİKBÂL ve hâlihazır arasındaki ilgisi de, bu mevzu dolayısıyle tekrardan görülebilir. Mübdî-Bedi’, benzeri olmayan yaratıcı ve yarattığının benzeri olmayandır, benzersiz oluş yaratıcısıdır. Bediî, aynı zamanda GÜZEL demek: “EBEDÎ ve güzel olan. İLÂHÎ ve güzel eserlere müteallik bulunan.”... GÜZEL’in ruha nisbet edilen bir DEĞER olması, onun kelâm ve mânâdan, cismanî heyeti olanlara, HAYÂL’den-gerçekleşmiş ve mümkün olma özelliğiyle var veya bu özelliğiyle yaratılmamışa kadar, genişliğini gösterir. Zamana nisbetle, onun izâfiyet kaydı hâlinde tecelli ettiği tâ DEHRE kadar. Uzun söze ne hacet: “Allah güzeldir, güzeli sever!”, bir hadîs ölçüsü. Keza, Allah’ın, insanı en güzel surette yarattığı: İNSANDAN MURAD OLANI, insan için ana kıyas. “Doğrunun olmadığı yerde, güzel de yoktur!”; demek ki, doğru güzeldir ve güzelin hakikat ölçüsü de budur. MAZİ-HÂL-İSTİKBAL; istikbale hasredilen HAYÂL mânâsı yanında, MAZİ ve HÂL’i de onunla, hatıra getirmek, tasavvur ve tahayyül şekillerini belirttik. İstikbâl, tecelliyi bekleyen zaman ve hayâl gerçek olmayı bekleyen varlık. Aslında TECELLİ, tecelli edene nisbetle tabiî olarak SONRADANDIR; şimdi bile. Bu mesele, Allah yönünden İBDA’nın, bir bakıma HAYÂL mertebesinde gerçekleştirilmesidir. Nasıl ki, O’nun KÜN-OL emri dışında olan işlere-ruha âit EMR ÂLEMİ dışındaki işlere Emr Âlemi’nden olan HALK ÂLEMİ izafe edilir. KADER’in gerçekleşmesi, hâlihazır olacak zaman; bu mânâ, İBDA’nın HAYÂL yanında, eseri KEVN’de zuhur edecek oluşunu açıklar. KEVN: Varlık, mevcut. Kâinat. Halk âlemi. İBDA’nın fikir olarak insanî yönü, bir ZANN belirtmesidir. Mazi ve hâlle birlikte, yönü istikbâle de.
– Soğuk ateş bahsinde hatıra geldi: Ateş, hem lütuf, hem gazaba bahis mevzuu olsa da, misilsiz şiddeti CEHENNEM’de sembolleştiriliyor. Her iki mânâ bir arada, Üstadım’dan bana ithaf CEHENNEM isimli Nokatalama: “Ateş benim yıkayan yuyan, emziren annem, — Bir arınma kurnası olsa gerek Cehennem!”... Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, aynı Şeyhe bağlı babasının ateşi rahatça eline alıp ocaktan mangala koyması ile ilgi olarak, onun “beni soğuk ateşle yaktılar!” dediğini söyler. Cinlerin Cehennemi de, soğuk ateşten olacak. Üstadım’dan, gerçek ve mecaz bir arada anlaşılabilir bir mısra: “O’na yakınlık ateş, O’ndan uzaklık ateş”. Sanki ateş, çeşitli mevzularıyla, NUR’un SURETLER’inden biri gibi.

*

Uzza: İslâmdan önce kâfirlerin büyük putlarından biri: 87.
Uzay: Feza. Gök cisimlerinin ve yıldızlarının bulunduğu boşluk, mekân: 88= 1087. Keyvan: Satürn-zuhal gezegeni. (Zühul: Öc ve intikamlar... Zühul: Unutmak... Zühul:
Uzaklaşmak): 87.
Mübhem: Gizli. Belirsiz. Karışık. İmkân ve ihtimâllere açık: 87.
Elyevm: Bugün. Hâlâ: 87.
Fezz: Yalnız şey. Bir kimsenin yalnız başına olması. Hafif. Geri dönmek. Buzağı: 87. İzzî: Tahammüllü sabırlı kimse: 87.
Hamdele: “Elhamdülillah” demenin kısaca ismi: 87.
Bedayi: Yeni ihdas olunmuş, görülmüş şeyler. (İBDA): 87.
Mümecced: Şereflendirilmiş: 87.
Buside: Öpülmüş. (Kabul edilmiş): 87.

*

Habibullah: Allah Sevgilisi. (Hablullah: Allah’ın ipi): 88. Seyyid Taha: (Hacegân silsilesinin 31. büyüğü.): 88. Mükevkeb: Yıldızlı: 88.
-Feza: Arttıran, ziyadeleştiren: 88.
Ab-gine: Ayna. Billûr. Gözyaşı. Şişe, kadeh. Kılıç: 88. Lahîm: Semiz, etli. (Nurlu): 88.

TELEGRAM - CİN

HEYULÂ: Zihinde tasarlanan korkunç hayâl. Maddenin aslı, esir maddesi... Hayalat: Hayâller. Hülyalar... Hayalet?
“Muhayyelâttan terekküb eden kıyas” bahsi içinde, birbirini andırır keyfiyetlerin hem ayrı, hem birbiriyle alâkalı oluşuna değindim. Yapılan adına bedenî tesirle beraber tam olarak hayâle ve hayâlin çevrede müşahhas olarak rol alan ve almayan insanlara biçtiği ihtimâllere dayanan bir yanıyla zannettirme işi TELEGRAM’da, ona “sun’i telepati” benzetmesi yapılır da, zihne telkin ve tesirle uyandırdığı ve kendinden mââda “tesirine girilecek olanı temin” şeklinde bir HADİM davetini sunî yoldan tahrik ve yuvası hazır cine sadece konması kalmış şartları oluştururken, bizzat kendisinin bir “sun’i cin” vasıflanmasına girmesi yakışmaz mı?
Be harfi, Allah’ın LÂTİF ismiyle, varlıktan cinlerle alâkalı... Lâtif: 129: Salih... “Ne derlerse desinler...”

GERÇEK VE HAYÂL HESABI: EBCED

Yahudi âlimlerinden Ebu Yasir bin Ahtab, kardeşi Huveylid ve bir kısım bilginler Allah Resûlü’ne giderek sorar:
— “Sana ELİF-LÂM-MİM diye başlayan bir âyet indi mi?”
— “Evet!”
— “Senin ümmetinin ömrü kısa!”
Bu harflerin ebced karşılığı rakamlarını söyleyerek:
— “Ey Yahudiler! Ümmetinin ömrü 71 sene olan bir Peygamber’in ümmeti olur musunuz?” Sonra Resûlullah Efendimiz’e dönerek:
— “Böyle başka âyetler de var mı?”
— “Elif-Lâm-Mim-Sad!”
— “Başka?”
— “Elif-Lâm-Ra...”
— “Başka?”
— “Elif-Lâm-Mim-Ra...”
— “Mümkündür bu rakamların toplamı sana verilmiş olsun... Bunların toplamı ise 734’dür!”

*

Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1733= 734.
İsti’bar: Rüyâ tâbir ettirme. İbret alma: 734.
Müterassıd: Gözeten, tarassud eden, bekleyen, kollayan: 734. Kürdistan: 735= 1734.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1736= 737. Halid ibn-i Velid: 738= 1737. Usmuh: Kulak. Kulak deliği: 737.

*

Halid ibn-i Velid: 739.
Der-saadet: 739.
Metris Cezaevi: 1999 ve 2000 yıllarında oradaydım: 739.

*

Kurtubi: Halid ibn-i Velid hazretleri’nin kılıcı. Kılıç: 321. Mirzabeyoğlu: 322= 1321.
Gusto Müslüman: 322= 1321.

CİN SÛRESİ

1- De ki: Bana bir cin topluluğunun Kur’ân’ı dinleyip de, “biz hayran bırakıcı şübhesiz Allah kelâmını dinledik!” dedikleri vahyedildi.
2- “Hakikate ve doğruya ulaştırıyor. Biz de imân eyledik. Rabbimize hiç kimseyi ortak kılmayacağız.”
3- “Ve doğrusu o Rabbimizin şânı çok yüksek, ne bir arkadaş edinmiş, ne de bir çocuk...”
4- “Ve doğrusu bizim akılsız (İblis ve azgın cinler), Allah hakkında saçma şeyler söylüyorlarmış.”
5- “Ve doğrusu biz aldanarak, insanları ve cinleri Allah hakkında hiç yalan söylemez sanmışız.” 6- “Ve doğrusu insanlardan bazıları, cinlerden bazılarına sığınıyorlardı da, onların azgınlık ve taşkınlıklarını arttırıyorlardı.”
7- “Ve doğrusu onlar sizin zannettiğiniz gibi zannetmiş ve derlerdi ki: Allah, katiyyen hiç kimseyi Peygamber olarak göndermeyecek...”
8- “Ve doğrusu biz, o göğü yokladık da, onu kuvvetli bekçiler ve alevlerle doldurulmuş bulduk.” 9- “Ve doğrusu biz dinlemek için göğün bazı yerlerine otururduk. Fakat şimdi hangimiz dinlemeye kalksak, kendisini kovalayacak parlak bir alev buluyor.”
10- “Ve doğrusu biz bilmeyiz, yeryüzündeki insanlara Rabbimiz bir hayır mı dilemiştir, şer mi olacaktır.”
11- “Ve doğrusu bizlerden, iyi olanlar da vardır, kötüler de; kısım kısım, yollara ayrılmışız.”
12- “Ve doğrusu biz anladık ki, Allah’ı yeryüzünde de aciz bırakmamıza imkân yok. Kaçmakla da O’ndan kurtulabilir değiliz.”
13- “Ve doğrusu biz, o hakikate kavuşturan rehberi dinlediğimizde, ona inandık. Her kim O Rabbine inanırsa, artık ne hakkının eksik verilmesinden, ne de kendisine herhangi bir haksızlık edilmesinden korkar.”
14- “Ve doğrusu bizden Müslümanlar da, hak yoldan sapanlar da var. Müslüman olanlar var ya, onlar hakikati arayanlardır.”
15- Fakat haksız olanlar, Cehennem’e odun olmuşlardır.
16- Ve gerçekten onlar o yol üzerinde dosdoğru gitselerdi, elbette kendilerini bol bir su ile suvarırdık.
17- Ki onları o bol rızık içinde imtihan edelim... Her kim ki Rabbi’nin zikrinden yüz çevirirse, O onu gittikçe artan bir azaba sokar.
18- Ve gerçekten mescitler hep Allah içindir. O hâlde Allah’ın yanı sıra başka birine dua-kulluk etmeyin.
19- Gerçek şu ki, O ALLAH’IN KULU (Resûlullah Efendimiz) kalkmış Allah’a dua ederken, üzerine keçeleneyazdılar. (Yâni cinler, onun etrafında sanki keçe gibi birbirine girerek toplandılar.)
20- De ki: “Ben, ancak Rabbim’e dua ve kulluk ederim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmam.”
21- De ki: “Haberiniz olsun, ben size kendiliğimden ne bir zarar verebilir, ne de bir yol gösterebilirim.”
22- De ki: “Allah’tan beni hiç kimse kurtaramaz ve ben O’ndan başka bir sığınak bulamam!”
23- “Ancak Allah’tan ve bildirdiklerini bildirebilirim.” Her kim de Allah’a ve O’nun Resûlü’ne baş kaldırırsa, şübhesiz ona Cehennem ateşi var.
24- En sonunda kendilerine vadedilen şeyi gördükleri zaman, yardımcısı en güçsüz ve sayıca en az olan kimmiş, bileceklerdir.
25- De ki: “Ben çok iyi bilemem, size vadedilen şey yakın mı, yoksa Rabbim uzun bir zaman mı belirlemiştir.”
26- O bütün gaybı bilir. Fakat gaybını hiç kimseye açıkça bildirmez.
27- Ancak seçtiği bir Peygamber müstesna... Çünkü O’nun önünden ve ardından gözetleyiciler (melekler) yerleştirir.
28- O, Rabbi’nin vahy ettiklerini hakkıyla yerine getirdiklerini bilsin diye. Ve Allah, onların yanındaki ilmiyle kuşatmış, her şeyi sayısıyla tastamam etmiştir.


Baran Dergisi 214. Sayı