LEVHA: 9 Mart 1985… Sanayi Çarşısı’nda Üstün Bey, bir ECZAHÂNE açmış… ŞERİF Muammer de orada… Sahibiyle samimi olduğumuz başka bir ECZAHÂNE daha var!

*

YEVMİYE: 21 Mayıs 1983… ECZAHÂNE… Kemmiyet… Eczahâne ve kemmiyet tarafını şimdilik uyarmış olayım ve YEVMİYEMİ göstereyim: “Bir Eczahâne’de, her biri 50 gramlık bambaşka ilâçlar taşıyan şişeler arasında biricik VAHDET noktası nasıl sadece kemmiyet ölçüsüyle 50 gramlık kemmiyet ölçüsünden ibaret kalıyorsa…”

*

ECZA-HÂNE: 12+656= 668: HİCRET Senesi. (Milâdi 622’nin, Jül Sezar Takvimi’ne göre 46 eksik olmasına nisbetle.)… Evvelki sayıda GÖLGE’de 12 kişi mevzuu içinde MEHDÎ’yi, ECZA-HÂNE tabelâsına benzetmiştik; Hazret-i Ebubekir’in Sevr Mağarası’nda, Hicret’te Allah Sevgilisi’nden “gizli zikri” tâlimini hatırlayınız… Nihayette B.D-İBDA sistemi, İslâma muhatab anlayış… TEMERKÜZ-Merkez tutma, merkezleşme. Yığılma. Birikme: 668: MÜRTEKİZ-Yerli yerince sağlamca duran.

*

HAMSİN Gram-Elli gram: 1050: NUN harfinin ebcedi… MİHAD-Mehd. Yer. Arz. Beşik. Döşek. Döşeme. Taha: 50: KÜLL-Hep, tüm, bütün. Cüzlerden meydana gelen… CEZM-Kat’i karar. Yemin. Kararlaştırmak. Kesmek. Nihayet. Tahmin. Takdir. İcabe: 50: KUDEK-Çocuk. Tıfl… MUHİBB-Dost. Seven. Muhabbet eden. Hayrı isteyen: 50: İFRAT hâlde tecrid. (Noktasız harflerin ebcedi)… HECMEC-Koç. (Fürfür-Besili koç: 566: Seyyid Abdülhakîm Arvasî… Maunet-Yardım. Azık. Allah’ın salih kullarına imdadı: 566: Saniye-Dakikanın 60’da biri… Üstadım’ın son şiiri, ZEHİR: (Çocukken haftalar bana asırdı; / Derken saat oldu, derken saniye… / İlk düşünce, beni yokluk ısırdı; / Sonum yokluk olsa bu varlık niye?): 50: NASREDDİN Hoca. (Hacegân silsilesinin 33. büyüğü olan Seyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin mühür olarak da kullandığı yüzüğünün bir tarafında bulunan “Li Küllî Emrin Fehim” terkibi, “Küll’ün aynı zamanda TAHA’yı ihtiva etmesiyle, “Taha ve Fehim tarafından - Taha ve Fehim ile beraber” anlamında; Küllî emrin anlayışı mânâsı da beraber.)

*

NUN-Balık: 106: HABLULLAH-Allah’ın ipi. İhlâs. İtaat. Cemaat. (Habibullah: Allah Sevgilisi)… SAHABE-Sahibler. Allah Sevgilisi’nin kadrosu, görenler, görülenler, bilinenler: 106: SÜVÜM-Üçüncü. (Allah, Allah Sevgilisi ve Sahabe hususunda, nisbete dikkat… Hadîs: “Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız!”… Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri: “Zât, ismin kendi değildir!”… Onun ÜÇIŞIK isminde, sadece kişi belirtilmediğine ve bahsedilenler çerçevesindeki derinliğine mânâya dikkat ediniz… FUZÛLÎ’den bir matla’ beyit: “Zihî zatun nihân ü ol nihandan masiva peyda / Bihâr-i sun’una emvac peyda ka’r nâ-peydâ”… GÜZEL zâtın gizli ve o gizliden MASİVA peyda; İLİM denizinin dalgaları peyda –ama– dibi görünmüyor… Allah’ın Zâtı mutlak meçhul ve gayrı varlık O’ndan varolmuştur; İlim denizinin dalgaları meydanda, lâkin dibi görünmüyor… Dibi görünmeyen Allah Sevgilisi’dir!)… NUN harfinin en küçük ebcedi: 2: BE harfinin ebcedi. Altındaki nokta, Hazret-i Ali’nin, “Bütün ilim bir nokta idi, cahiller onu çoğaltmıştır!” dediği.

*

NUN harfinin en büyük ebcedi: 760: HAZRET-İ Ömer… FURKAN Sûresi’nin 53 âyeti: (Meâli: Allah, iki denizi birbirine salmış, biri tatlı, öbürü tuzludur – Aralarında da birbirine karışmalarını engelleyen PERDE vardır.): 760: ZAT-ÜL Hareke. (Zâtıyla hareketli. Kendinden zuhur.)… MUHALLES-Kurtarılmış: 760: MAHLÂS… TEŞKİL-Vücud vermek. Şekillendirme: 760: TERFİ’-Rütbe verme.

*

NUN harfinin DA’VA Cetvelinde sayı değeri: 256: NUR. (Allah’ın 99 güzel isminden biri)… TUMAR-Dürülüp yuvarlak yapılmış sayfalar. Bir sayfada hususen zâhir ve bâtın şeceresinin bulunduğu dürülü sayfa: 256: EREN-Veli… MUTAARRIZ-Damga vuran: 256: NEVR-Tomurcuk. Aydınlık… EL-CEZİRE: Mezopotamya. Fırat ve Dicle Nehirleri’nin arasında kalan havza: 760: RUMÎ-Anadolu’ya dair, Anadolulu.

*

HAMSUN-Elli sayısı: 806: KELİME-İ Şehadet… ZEVK-Lezzet alma. Mânevî haz. (İmân, zevken idraktır.): 806: HUDARA-Allah için, Allah aşkına… KUZZE-Pire. Nokta. Bir işi sıkı tutmak: 806: IHDAR-Kendini gözlemek. Murakabe. Bir yerde durmak, ikamet. (Üstadım’ın KÜLTÜR DAVAMIZ isimli eserim hakkında: Bu eser, Cumhuriyet sonrası kavruk nesiller içinde, ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir)… UHRE-Bir şeyin sonu: 806: HAVER-Denize suyun döküldüğü yer. Çukur yer. (Ruhun ruhîlikle idrakı… TAKDİM yazım: Kaptan Kusto Müslüman.)… HAVER-Şark, doğu: 806: TEŞEVVUK-Sevinme. Şevklenme… BİHRED-Akıllı kimse: 806: İHTİTAB-Kına ile saç ve sakalı boyama. Sünnettir. (Kına: Razı olma.)

*

HAMSİN-Elli sayısı: 810: HURÎ-Güneş… HURY-Değirmen deliği. (GÖLGELER isimli romanımdan: Güneşin son ışıkları… Gözalıcılığı kalmayan yuvarlak bir kızıllık olarak ufka asılı duran Güneş… Martı çığlıkları… Adem, gözünü ayırmadan ve ayırmak da istemeden, batmaya yakın Güneşe bakıyor… Yuvarlak bir DELİK gibi duran Güneş, sanki gökte açılmış bir geçit… Adem’de tas tas içilen ve kanılmayan sükûtun kıvrımlarında deniz ve gökyüzüyle bütünleşilirken, Güneş’ten dışarıya kaçacak zerre hissi…): 810: KIRRİS-Sazan balığı. Cesed. Beden. (İngilizce, Flash: Işık… Flesh: Et.)… HAYYİR-Çok hayırlı: 806: MUTASARRIF-Tasarruf hakkı olan, tasarruf eden. (Ruh ve beden yoluyla idrak eden nefsimiz, bu ikisinin birbirinden alıcı verici olma kazancı neyse, öldükten sonra da yaşar.)… EZDAD-Zıtlar. (Cem-i ezdad: Birbirine zıd olan şeylerin bir arada bulunması: 923: Nakşî Necib Fazıl Kısakürek… Aynı ebcedle Dı’ban: Sırtlan. Nefs. Ebedd. Kan. İşi sıkı tutan. Mânâda, yediği her şeyi kendine faydalı kılan: 923: İştirak-Hatıra getirmek, hatırlatmak. Ortak olmak. Bir lâfızda birçok mânâlar müşterek olması… GÖLGE suretinde 12 kişi ve TABELA’nın haberinde kapsadığı mahiyeti hatırlanmalı.): 810: BERZAH-İki âlemin arası. Perde. İki yer arasındaki geçit. Mânia, engel. Bütün zıdların toplandığı nokta.

*

TABELA, LEVHA, TABLO, TABL… Üzerinde yazı ve resim şeklinde suret bulunan ve ihata edici veya ihata olunmuş mânâsında bir çerçeve ve kenar belirtici olarak, tepsi-kova-davul’a kadar birbiri yerinde kullanılabilir kelimeler… TABELÂ: 433: RÜZGÂR-Zaman, devir, hengam, vakit. Dünya, âlem. Yel… SALİH Mirzabeyoğlu: 433: İLM-İ Huruf. Harfler ilmi ve ebced. Kültür, irfan… BEDİHİYYAT-Bedahet hâlinde apaçıklık eseri: 433: KASİDE-İ Ercuze-Hazret-i Ali’nin İstikbâlden haber veren meşhur kasidesi. Süryanice CELCELUTİYE, yâni BEDİ’ mânâsındadır. (Başlığımıza nisbetle belirtirsek, ALLAH ve RESÛLÜ’ne şahadet etmenin, şahid olmanın GÖLGE ve ESERİ olduğunu beyana ne hacet!)… İTBAL-Kederlendirme. Kederlenme. (Üstadım’ın ağzından bir hadîs, YEVMİYEM olarak: Dünya’nın neş’esi gitti, kedureti kaldı! Bunu o kadar derinden duyuyorum ki… Veda Hutbesi’nde: Dünya’nın neş’esi gitti, kedureti kaldı!): 433: ITLA’-Başkasına geçme. Tehir etme… TABLA: Yunanca’dan geçme bir kelime. Tahta tepsi. Mangal ve soba altlığı. Bir şeyin geniş ve düz olan kısmı. Tahta veya madenden tepsi. Geniş ve düz levha. Kül tablası. Nişân levhası… DİVAN Edebiyatımızın şâirlerinden ZATÎ’nin bir beyti: Sinemin ta’lim-hânesine atgıl tîrini / Ey kemân-ebrû seninçün tablalardır dağlar… “Sinemin talimhânesine at kirpik oklarını; Ey kemân kaşlı senin için nişan tahtalarıdır yaralarım!”… Dağ: Yara. Mühür. Damga… TABLE: Masa. Kürsü. Sofraya konan yemek. Özet, hulâsa, öz. Tablo, cetvel, çizelge. Tablet. Yazılı taş. Masaya koymak, tehir etmek. Ahir… TABİL: Baharat. Yemeğe lezzet için konulan güzel kokulu baharat. Çömlekle pişen yemek… TABL: Davul. Kulak zarı. (İnsanın, üflenen bir neye benzetilmesi gibi, tokmak mevkiinde zâhir ve gaybten gelen tesirle çıkan sesi: Nefs-i natık’a misâl)… DELV-Kova: 40: VELED-Çocukluk hâli. Safiyet… (TİLKİ GÜNLÜĞÜ’nden üç rüyâ… BİR: Muhib Efendi, Üstadım’a, “Nuru kovayla kalbinden çek!” diyor… İKİ: Bir kova veya leğenin içinde bir sürü yüzen balık. Birden içime Allah Sevgilisi’nin ismi doğuyor… ÜÇ: Dipsiz bir nur deryası fezada gibiyim; nereye baksam harfsiz ve kelimesiz, Kelime-i Tevhidi görüyorum!)… NİNAN-Balıklar: 161: İNSAN.

*

TABLE-Dirhem. Üç gram: 46= 1045: ADEM-İnsan. İlk İnsan ve İlk Peygamber’in ismi… HABELE-Üzüm çubuğu: 45: MAİC-Dalgalı, deniz… LÎV-Güneş. (Huri: Güneşe dair. Değirmen deliği): 46= 1045: MAH-Gökteki ay, kamer. Senenin 12’de biri. (MAHÎ-Yok eden. Kötülükleri yokeden mânâsında, Allah Sevgilisi’nin bir ismi: 59: MEHDÎ… Mahî: Balık… MEHTAB-Odun yığılacak yer. “Cezl: Odun. Güzel ve doğru söz… Allah Sevgilisi’nin öbür Peygamberlerden ayrı bir hasleti de, kelâm ve mânâ toplayıcılığı, inhisarı”: 59: MEHTAB-Ay ışığı)… MEHDÎ: 59: PANO-Fransızca, üzerine ilân, tablo vesaire asılan levha. (PAN, Yunanca, “bütün” ve “karşı” mânâsında, kelimelerin önüne getirilerek kullanılır: Pan-İslâmizm ve Panzehir gibi… Halef: Karşı olmak… Hem karşısında bulunmak, hem muhatab olmak, hem zıddı olmak… “Bütün gıdalar zehirlidir, onu faydalı kılan dozudur”; burada, nefste TEVHİD’i gerçeklemek şeklinde hem Şeriat, hem de “elini küfre değdirse Şeriat doğar” hikmeti var… PANO’da, PAN-O, yani “Vav harfi’nin, bütün alâlar üstü Kelime-i Şahadet’te toplu tebliğini görüyoruz!)… TABELÂ’nın kıymeti kendinde değil, tebliğ ettiğine âit oluşundadır; tıpkı AYNA - gösterdiği ile görünebilen ve kıymetlenen… AYNA-(Allah Resûlü’nden itibaren, AKS yoluyla Allah’a ve O’na bağlı tecellilerin göründüğü aynalar yekünü GÖLGE bahsini gözönünde tutarsanız, “Büyük Doğu-İbda: 1060-9= 70: Kün” hissesinin kime nisbetle ve ne olduğunu da takdir edersiniz. TABELÂ’da tebliğ ve telkin.): 62: MEHDÎ… KÜN’de gizli VAV, Allah Sevgilisi; VAV’ın en büyük ebcedi: 465: ÜSTAD-Söylenir söylenmez hatıra gelen namı bu, Necib Fazıl Kısakürek… KUN-Delik: 76: MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu.

*

KELİME-İ Şehadet’in kelimelerinin ebcedi: 1339: ELBETTE-Kat’i hüküm… DAHM-İri, kocaman cüsseli. EBED: 1440: DEVLET-Saadet. Talih. Kader.

*

Gönül işinden, gönlü olanlar anlar: OSMAN Gazi, 1288 veya 1291’de ESKİŞEHİR yakınlarında Karacahisar’ı fethetti, kendisine merkez yaptırdı ve adına hutbe okuttu. Önce Mısır’daki ABBASÎ Halifesi, sonra TEBRİZ’deki büyük İlhan, sonra KONYA’daki Selçuklu Sultanı, sonra OSMAN Bey anılıyordu. 27 Ocak 1300’de SELÇUKLU Üçüncü ALAADDÎN Keykubad, OSMAN Gâzi’ye TABL (davul), ALEM (Sancak) ve TUĞ (Bir hilâl ve altında top şeklinde, ucundan at kuyruğu kılları sarkan, bir sırığa geçirilmiş şân şöhret ifâde eden nesne) yolladı… KIRIM Hânı Gâzî Giray: Râyete meylederiz kamet-i dil-cû yerine / Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoş bu yerine… “ALEM’e, sancağa meylederiz boylu boslu dilber yerine —  TÛĞ’a gönül bağlamışız güzelin kâkülü yerine!”… TABL: 46: İLAHÎ. (Nefste gerçekleşen hakikat)… ULA-Birinci, ilk evvel: 47= 1046: HATİME-Son söz. Nihayet. (Kelime-i Şehadet’in mânâsını, fıtrattan, hep varılanın ötesinde varılması gereken olarak düşününüz)… ALEM-Bayrak. Sancak. Nişân, işaret. Büyük âlim. Üst dudakta olan yarık. (KÜN FEYEKÛN: Allah OL der ve OLUR… FE, mecaz olarak VAV yerine de kullanılır ve “hemen, sonra” mânâsında fiillerin başına getirilen harf-i atıftır: Burada OL’un, varlık için kifayet bir emir ve KEF ile NUN arasında VAV’ın gizli olması hatırlanmalıdır. Gizli, sır, karanlık. KUR’ÂN, Allah Kelâmı’nın, Allah Sevgilisi’nin dudaklarından ARABÇA nazil olması ya, dudak bir teşbih, üst dudaktaki yarık-delik bir gizli VAV, FE de VARLIK adına ne varsa –Yekün– onu VAV’a bağlayan ve onun zâhirini bildiren. Bu çerçevede, VAV ve FE –vefa–, Allah Sevgilisi’nin, EZEL’den EBED’e kaderidir. KÜN’de VAV’ın gizli[li]ği, “KENDİNİ bilen, RABBİ’ni de bilir!” hakikatinde, FEYEKÜN bilinene - nisbetle bilinmez olandır. KÜN’ün KEF’i, “Şükredilmesi gereken Allah”, NUN’u da varlığı var eden Nuru… Üst ve alt, “önce ve sonra”… KEF önce ve NUN sonra… ÜST dudak ve ALT dudak teşbihinde “önce ve sonra” nitelemesi de kula mahsus olarak, KÜN’ün MUTLAK İRADE olarak ÜST, “ve olur”un da ALT’ı belirtmesi, aynı zamanda ALT’ın NUN ve KÜN’e ansız bağlılığını gösteriyor… VAV Sırrı: Allah her şeyden önce, kendi nurundan Muhammedî nuru yarattı. Karanlıklar içinden çıkan NUR, herşeyi aydınlatan şuurdur ve NUR’dan NUR’a yükseliş, varlık tabakalarının aydınlanması demektir ki, sonunda bu yükseliş Nurlar Nuruna, yâni Allah’a ulaşır… Burada, nefsini bilmek için âlemi bilme ve nefsini bilmenin hakikatinin Allah Resûlü’nde tecelli edişini anlıyoruz… A’lem-En iyi bilen. Yarık dudaklı. Alâmetli: 171: Maanî-Mânâlar. Sözün hâl ve makama uygunluğu ilmi… Siyah zemin üzerinde Kelime-i Tevhid yazılı Allah Sevgilisi’nin sancağı.): 140: NASS-Kat’ilik, kesinlik, açıklık. Te’vile ihtiyaç olmayan söz ve delil… TUĞ: 1015: B.D.-İBDA… TUĞ: 1015= 16: TAHA-Bulut. (Seven ve Sevilen arasındaki şifrelerden, TAHA Sûresi’nin başındaki TA-HA harflerini hatırlayınız; ve TAHA’nın, Allah Sevgilisi’nin isimlerinden biri oluşunu!).

*

KÜN-YEKÜN: 156: KAYYUM-Bütün eşyanın kendisi ile kaim olduğu Allah. (Esma-i Hüsna’dandır.)… AMAME-Sarık. (Bir remz): 156: NESEME-Nefs. İnsanın ve her nesnenin başlangıcı… MEKMUN-Gizli. Saklı: 156: NUKBE-Yırtık, delik. Yol. Levn, renk… NAZRE-Cin gözü. (Gizli gören, gizliyi gören, idrak eden): 156: ULVAN-Mektub ve yazı başlığı. Fahriye. (KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN)… GONK. (Yevmiye: Takdim yazısını İSTİKBÂL İslâmındır isimli bana hazırlattığı eserimin içinde vereceğimi söylemem üzerine — “Olmaz! Ortada bir hakikat var; önce GONG’u çalacaksın, herkes dönüp bakacak, sonra fikri vereceksin!” dedi): 1156: HAKÎM İBDA… KÜN Feyekün: 236: ERİKE-Taht. Koltuk… KARYA-Eski çağlarda BURSA ve Balıkesir bölgesinin adı: 236: NUSUS-Nasslar… KÜN - (gizli VAV) - YEKÜN: 163: İNSAN. (İnsandan murad Allah Sevgilisi. Ardından dereceler.)… MUHYİDDİN-İhya eden: 163: BEN KİMİM? (Kişi kendini bildiğince…)… GONG-DAVUL-TABL!

 

TECRİD-TEŞHİS-MECAZ

 

MATLA’ Beyit: Her zaman manzûr bir şûh-ı sitem-gerdür mana / Kande olsam bir belâ HAKK’tan mukarrerdir mana. —(Fuzûlî)… “Her zaman görünür o sitemci şuh bana — Nerde

olsam bir belâ HAKK’tan vardır bana”.

*

MANZUR-Görülen, bakılan, nazar edilen, beğenilen. (Manzure-Âfet, belâ… İnsanın aklını başından alıcı bir güzellik için, “felâket güzel” deriz ya. Yahud meşgul etme sıkıntısı[nı] “tatlı” diye niteleyerek “tatlı belâ” dediklerimiz): 196: FÜSUN-Şaşırtıcı, hayret verici ve kendisine cezbedici bir güzellik… İSFEND-Şarab. (Şarab, aklı gideren olarak, teşbihte üzüm “nefs” olmak üzere, üzümün gayesi ve hasreti gibidir. Benzerlerin benzeşmesi olarak da, yerine göre şeyh, büyük, Peygambere yakınlık, Allah’a yakınlık hasreti ve muradına bir remz. Onun “ruh” diye tavsifinde, “nefs” için de kullanıldığı farkedilince “karışık” bir ifâde gibi görülmesi, BERZAH bahsinde Hakk’ın orada tecellisi ve insanın “bildiğinin Halk oluşu, bilmediğinin Hakk oluşu” hatırlanırsa, öyle olmadığı anlaşılır; tabiî ŞİİR idrakı ve ŞİİR sanatında “mübhemlik, imâ, iki tarafa da hamledilebilir” beyanlara dikkat gerek… Hakk’ı tenzihte teşbih ve teşbihte tenzih, Üstadım’ın bütün idrak işini toplayan şu ifâdesi çerçevesindedir, “İlim ve düşüncede tecrid TEŞHİS içindir, ŞİİR’de ise teşhis TECRİD için!” - tenzih ve tecrid bahsini böyle düşününüz… Buna teşbihi de yine “üzüm” ve “şarab” sembolünde bulabiliriz: Üzümün kendi sınırı olan dış yüzü, kabuğu, bu nefs sınırı, dışı “ruhu, müessiri” de tanıyandır ki, tahavvülü - değişmesi ve hâlden hâle geçmesi boyunca bu zar onun hem tecrid hem teşhis olarak sebeb ve sınırıdır. NEFS, Allah’ın marifetine yaklaştıkça bu hakikatler boyu onun rengini alan bir halita; hep İNSAN nefsi, yâni kul kalmak üzere. Malûm; kulluk onun ebediyen bilmece ve bildikçe mahlûk olan bir varlık şartı. Tek bir üzümün Mutlak MÜESSİR karşısındaki durumunu, sıkılıp üzüm suyu hâline getirilmiş bir salkım olarak düşününce de, bu “üzüm suyu” terkibinin de “mahiyeti bu” bir suret-sınır oluşuna dikkat edilirse, BERZAH’ın “kendisine BERZAH olmayan” mânâsına aykırı bir durum olmadığı, Allah ile “ihtilât, karışıklık, O olucu bir benzerlik” vesaire şeklinde bir husus görülemeyeceği anlaşılır. Demek ki mesele, neyin nerede teşbih, neyin nerede tenzih unsuru diye kullanıldığını bilmede.): 196: FAKİH-“Her varlık, Allah’ın rahmetinden dolayı yaratılmıştır, kötülükler bile var oluşlarını buna borçludur. Aşk ve korku, insanın yaratılışında iktisab etmiş olduğu, yaradılışında bulunan. Bu çerçevede FAKİH, “insan sevdiğinden uzak olmaktan korkar” ya, anlayışın aynı, “Allah’tan korkandır”; malûm mânâdaki FIKIH ilmi de, buna hizmet ettiği kadardır, bunun içindir. FAKİH, anlayışlı ve zeki olandır. (LESKOFÇALI Galib: Manzur-u Hüda’dır dil-i erbab-ı muhabbet / Ey hoca sakın aşıka sen keç nazar etme… Keç: Kötü… KÖKLER’den: Bir insanda zekâ kıymeti, bu taifenin sözlerini anladığı kadardır.)… MANZUR-Bakılan görülen, nazar edilen, beğenilen: 196: DESFAN-Bir şeye talib olan kişi. (MANZUR’un, talib olan için bakılan olması yanında, bizzat talib olduğu için MANZUR olması da var… ABDÜLHAKÎM Arvasî Hazretleri’nin lâkabı: Manzur-ı nazar-ı pîran-ı kirâm… Keremli pîrlerin nazarlarına görünen)… LALUS-Kurt. (EZEL, kurt ve sırtlan yavrusundan doğma mânâsına “ezel-zelil”den. Böyle denmesinin sebebi, bu mertebelere varıldığında ayak sürçmesi çok olmasından, bâtılın Hakkı andırıyor oluşundan.): 196: AKMUS-Eşek. (Ahkab: Yabanî eşek… Ahkab: Uzun zamanlar.)

*

ŞUH-Nazik, işveli. Şen şakrak. Açık saçık, dekolte kıyafetli. (Şuh-Cimri, hasis: 308: Arvasî… Gölgeler: 308: Bedraka-Mürşid. Allah yolu. Delil. Kılavuz… Hasislik, talibin iştiyakını ifâde etmek kadar, Şeyh’in ondaki görünüşü olması bakımından kendi hududunu da ifâde etmekte, onun zenginliğini bilmek yönünden de kanaat etmediğini ve hevesini göstermekte. GÖLGE, asılla var olmak bakımından, “asla bağlılık” hususunda bir benzetmede ŞEYH ki, LESKOFÇALI Galib’in beytinde bu husus belirtiliyor. Tecrid, teşhisten teşhise derinliğe doğru soya soya gitmek, –hakikati toplaya toplaya üst hakikate gitmek– olduğu için, Şeyh’in “şuh”luğu, yine kendisinde Şeyh’in sureti mânâsında, hem Allah ve Resûlü tarafından cezbedilen hem kendisi için cezbeden olmak üzere, teşhis ve tecrid bir arada bir teşbih mevzuu.): 906: HARİKA-İmkânların üstünde olan şey, hayret uyandıran, hayranlık veren. Büyük ve görülmedik eser, suret, hakikatin tecellisi. Görülmedik derecede kuvvetli… SALHURDE-İhtiyar. Seçilmiş. Pîr: 906: SAYRURET-Bir hâlden bir hâle geçmek. Bir şeyin bir şeye dönmesi. Olmak, edilmek. Mevcud, varoluş. (Bir şeyin bir şeye dönmesi, nefste ruhun ruhîlikle iç edilmesi ve idrakı hâlinde mertebe alarak Allah’ın yasaklarından uzaklaşmaktır. Tersi de, nefsin dünya alayişine tenezzülle sefilliğe yönelmesi.)

*

SİTEMGER-Sitem eden. Nazikâne çıkışan. Eziyet veren. (Sitam: Kılıcın keskin ağzı… Fely: Keskin kılıç. Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. Bit toplamak, noktaları toplamak; Cem-ül Cem… Gîr: Tutan, yakalayan… Sitemger’in, alâkalı ve alâkalıya, ahbab ve sevgiliye, yakınına olduğu anlaşılıyor.): 720: TEŞBİH-Enli ve yassı yapmak. (Teşbih: Benzetmek, benzetilmek. Bir vasıfta vehmetmek)… FEHM-Ulu kişi: 720: HALAS-Üzüm ağacına benzer bir ağaç… TIYSAR-Sivrisinek. Aslan. (Ha sivrisinek, ha aslan): 720: MÜTEARRÎ-Bir şeyden alâkasını kesen. Çıplak. Soyunan. (Melâmîliğin, makamları aşmış mânâsına bir makamsızlık ve her şeyle alâkasının tenezzülsüzlük mânâsına kesik ve yalnız Allah’a âit oluş demek oluşunu hatırlayınız. Bu yerde, hiçbir kınamanın ona erişmeyeceğini. Melâmîlik, bir hikmetin tecellisi kıyasınca bir tasavvuf yolu olduğu gibi, bundan kıyas ona benzer yahud umumî mânâsı çerçevesinde bir meşreb ifâde ederdir de. Şair Fuzûlî; başka bir MATLA’ Beyit’te: Kâr-ger düşmez hadeng-i ta’ne-i düşmen mana / Kesret-i peykânun etmişdür demürden ten mana… “Düşmanın kınama oku kâr etmez bana — Çünkü o kadar ok attın ki demirden bir ten oldu bana”… Sitemger ve o; biri şu, biri bu yönden bir tenezzülsüzlükte!)… MAHDU’-Hileye aldanmış olan. Boyun damarı kesilmiş şahıs. (Bir velinin şiiri: “Ne garib taifedir şu Nakşiler, — gizli yoldan kafileyi sevkederler!”… Ve sıra TELEGRAM’dan, KARTAL’da kendimi kesmem ve asmam ile ilgili, SABIR tarafına hâlel getirememiş bu davanın tabelâsında: Gerçeğin ne olduğunu, kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde TELEGRAM isimli kitabımda ve bu eserin fasıllarında yazdım. İntihar, “idam-ı nefs” ile aynı mânâda iken, bâtın yüzüyle “nefsi fedâ-şehidlik” mânâsına gelir ki, ARVASÎ’nin 307’ye, bunun da İDAM-I NEFS’in ebcedi 306’ya bağlanışı için aradaki ebced uygunu kelimeyi koyma zahmetine girmeksizin belirtelim, KERAMET ile aynı ebcedte: 660: İNTİHAR… KERAMAT-Kerametler. Telegram sürecinde mücadele cümlesinden gördüklerim, sosyal ve siyasî sahada olup bitenler, kendisini bâtın yolunun kapı kulu bileni ihyaya yeter: 662: KÜLTÜR): 720: KERS-Kadının hayız görmesi. (Bir veli, kerametin teşhirini, bir kadının o hâliyle kendini damda teşhiri kadar feci görür. Keramet mahcubtur ve keramet için keramet göstermek İslâm’dan çıkıştır. KERS kelimesinin MAHDU’ kelimesindeki bahsin açılışına vesile oluşu bile, büyüklerin himmetiyledir; himmet ve keramet görenim. Her şart altında, olup bitenin içyüzünde onları bulanım. NYMPHA-Ser’in şu satırları yazarken kudurmuş gibi, anlattıklarımdan muradımın tersi mânâ anlaşılabileceği bakımından alayları altında kasıdlarını da belirterek bildireyim ki, o damdaki teşhir eden benim nefsim olsun, KUST otu bahsine bire bir uygundur. Hani “kocası ölen kadının iddet müddetinde” sürüneceği koku bahsi… Üstadım: “Sana çok sevineceğin birşey söyleyeyim; HAS ODA sırrına çok yaklaşmışsın, belki de kaydedilmişlerdensin!”… Bunu nasıl bilebileceğimi soruyorum… Cevab: “Sen bilirsin! Bekleyeceksin!”… İddet: Bekleme dönemi… Bâtın mânâsıyla tek başına kabullenilmesi mümkün olmayan bir mânâ ki, TAKDİM yazım “Kaptan Kusto Müslüman - Dünya Çapında Bir Hadise” terkibinin bugüne kadar açılımından malûm olduğu üzere bir ufuksuzluk… Ahil: Erkeği olmayan kadın. Fevkinde kimse olmayan büyük Padişah. Ahilla: Sadık dostlar)… HALİF-İki dağ arasındaki yol. Birinin yerine geçen. (İlk hâlife, Allah Resûlü’nün yerine geçen en büyük Sahabî “sıddıkiyet” makamının sahibi Hazret-i Ebubekir ve HACEGÂN silsilesinin başı.): 720: SEKR-Sarhoşluk. (Ölçü, velâyet makamının en büyük ferdi İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin: En büyük veli, en küçük Sahabî’nin atının ayağındaki toz bile olamaz. Bir sahabî’nin sahabîliği, velayetinden üstündür. Velâyetin en üstününde bile bir sekr hâli vardır. Bunun üstünde “sıddıkiyet” makamı ki, onda da sekr tam silinmiş değildir. Mutlak temkin ve huzur, Nübüvvet makamındadır.)… Bu arada, her nerede olsa “Hakk’tan bir bela vardır” diyen Fuzulî’nin, Hakk ile Şeyhi ve Şeyhi ile kendi arasında olan ilgide “belâ”yı Hakk’tan bilişi de göründü. BELÂ’nın ne olduğu da… BİR NOT: (Kers: Hayızlı kadın… Kars: Çimdiklemek. Karınca ısırması. Noktanın “tekrar” gerçeğinde görünüşü: 390: KASSAR-Çırpıcı, yıkayıcı. Leke çıkaran. “İbrahim Kassar Hazretleri’nin, rüyâmda Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin yanında Üstadım’la beraber bir resimde görünüşünü hatırlayınız”… MEHDÎ Mirzabeyoğlu: 390: ASKAR-Üzüm şırası… KARS-Şiddetli soğuk. “Sırr: Şiddetli soğuk veya sıcak”: 260: DERUN-İç taraf. Kalb… SIRR-Gizli hakikat. Allah’ın hikmeti. Allah’ın müşahede mahalli bulunan kalpteki lâtife: 260: MENSAF-Her şeyin yarısı… KARS-Küçük ibrik: 800: MÜSTAKIRR-İstikrar bulmuş, yerleşmiş… KÜLTÜR Davamız - Bu isimdeki eserimi hatırlayınız: 800: KAZZ-Yalnız, tek, ferd. “Kaz: Makas. Mecazen ayırd eden”… RUH-Yanak. Çehre. Tarih. Zaman. Simurg: 800: ZEAL-İnkârdan sonra inkâr. Nefyin nefyi. Reddin reddi. Terkin de terki… KARSA’-Deve kuşunun erkeği: 870= 1869: MENFEZ-Nüfuz edilecek delik. Pencere. Kendisinden bakılan. “Abdülhakîm Koltuğu ve Fikir Kahramanı mevzuunu hatırlayınız!”… MEKTUBAT: 869: Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu.)

 

MANZUR

LEVHA: 25 Kasım 2000… Bir caddede bir dükkanın vitrinine bakarken, babam koluma giriyor ve ben pek hevesli olmamama rağmen beraber pazar yeri dağıldıktan sonra çöplerin yığıldığı bir yere geliyoruz. Babam bana sarılıyor ve “isterdim ki hep senin gözünün önünde olayım!” diyor. Bu sırada gökyüzüne bakıyorum, KAYAN bir sürü YILDIZ görüyorum!

*

BAZAR-Pazar. Alış-veriş yeri: 211: BÜRDE-Hırka. Bilmece… SAALİK-Kalenderler. Dervişler. Melâmîler: 211: ITARE-Diğerlerini ihata eden nesne. (İtare: Bir şeyin peşini bırakmayıp takib eden. Hiddetle bakma. İtare: Teker. Yuvarlak nesne.)… PÎR: 212= 1211: SAHİB-İ ZUHUR-Ayanlanan. Başa geçen. Zuhur sahibi… EJDER-Büyük yılan: 212: TARİH.

*

İLTİKA-Rast gelme. Buluşma. Kavuşma. Kavuşturulma: 533: MÜNTECİM-Yıldızın doğması… ABDÜLKADİR Geylânî. (Gavs-ı Azam lâkablı): 533: TAKABBÜL-Kabullenme. Bir şeyi taahhüd ve ilzam etme… TEKABÜL-Karşılıklı olma. Tekabül etme. Karşılama. Halef: 533: MÜSTE’CEL-Belirli bir vakte kadar geciktirilen. Muayyen bir zamana kadar tehir edilmiş olan… Aynı ebcedle MEHDÎ Salih İzzet Mirzabeyoğlu. (Aks: Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peyda etmesi. Hilâf. Bir şeyin evvelini ahir, ahirini evvel yapmak: 151: Mehdî Muhammed… Nakb-Delmek, delik açmak. Girmek: 151: Maalî-Şerefler. Yükseklikler. Yüksek fikirler.)… ESLEB-Çerçöp, süprüntü. Vücutta veya yüzde olan “ben”: 533: MEFTUH-Açılmış. Fethedilmiş. Ele geçirilmiş.

*

İNAKA-Birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma: 221: SAKAYN-İkizkenar… NİSAF-Bir şeyi tam olarak ikiye bölmek: 221: DARAĞACI… MÜSELSEL-Birbirine bağlı olan. Zincir halkaları gibi birbirine bağlanmış. Silsile. Bütün beyitleri kafiyeli manzume. (Üstadım’ın ÇOCUK isimli şiiri hatırlanmalı): 221: SAFİN-Cins at. Üç ayağı üstünde durup, dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at.

*

ANAK-Manzur. En güzel. En yaraşıklı. Çok ferah. (Her ân huzurda olmanın edebi ve sükuneti içinde olan heybetli): 151: KIYAM-Ayakta durmak. Ölümden sonra dirilmek… NAZIR-Nazar eden, bakan: 151: TEMŞİYET-Yürütme. İlerlemesini kolaylaştırma… YEALİL-Beyaz bulutlar. Suları berrak ve saf akan göller. Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar. Çift hörgüçlü develer. (TAHA. Müridler. Sûreler. Süvariler, kaptanlar… TA-HA. “Huruf-u mukattaa’dan. En büyük ebcedle”: 1240: HÖRGÜÇ… ELBÜRZ-Kafkas sıradağlarının en yükseği. Kaf Dağı. Uzun boylu ve yakışıklı kimse. Manzur: 240: MAKSİM-Taksim edilecek, dağıtılacak yer. Suyun kollara ayrılma yeri. Musluk… TA-HA: 14: Salih Mirzabeyoğlu.)

*

MUAMMER Erdiş: 451: TEVLİD-Doğurtmak. Sebeb olmak, vücuda getirmek. Beslemek… AHMED-İ Farukî. (İmâm-ı Rabbanî Hazretlerinin lâkabı): 450: ABDÜLHAKÎM. (Büyük ebced)… VELEDİYET-Birisinin evladı olma hâli: 450: SALİH Mirzabeyoğlu.

*

GAMS-Yıldız kayması. Suya dalmak: 1100: MUGNİ-Zengin, ihtiyaçsız. (Allah’ın “Zengin edici” mânâsına gelen 99 isminden biri)… MÜNA-Kaimi makam olmak. Suya giden yol. “Şeriat”: 100: KEFF-Avuç, avuç içi. Nimet. Varlık kaderi. Ayak tabanı… KELÎM-Kendisine söz söylenilen, hitab edilen: 100: SİMM-Küçük dar delik. İğne deliği. Nokta. Ağu, zehir. Kasd. Düzeltme, ıslah etme. Set. Berzah… GUSTO: 101= 1100: SAHİB-Sohbet edilen kimse. Bir şeyi koruyan ve ona malik olan. Bir iş yapmış olan. Bir vasfı bulunan… DUÂGÛ-Dua eden: 101= 1100: AMİN-“Yarabbi, öyle olsun, öyle kabul et!” meâlinde… EMİN: 101= 1100: OSMANLI Tahtı. (Aynı ebcedle TEFEKKÜR Tahtı.)

 

ZEMİN
HAKÎM İBDA

 

LEVHA: (…) 1982… Batılı ülkelerden birinde, kamyonuma sandık sandık erzak yüklüyor ve yurda doğru yola çıkıyorum… “V” şeklinde kıvrılarak dönen bir yolda, içime doğan HARF hissi!

*

HİCAZ’a göre sağ taraf Yemen ve sol taraf Şam; Doğu ve Batı, her memleketin kendine göre yön belirtmesinin yanında, Coğrafya ve memleketlerin sınıflamasında da Şark ve Garb diye bir isimdir… ŞAM-Akşam. Yüzdeki ben. Siyaha teşbih ve sır mânâsında da kullanılır. Kezâ, Güneş’in doğuşundan batışına bir devirde, son devir mânâsında neticeye yakın hâli bildirmek üzere de. (Tıfl: Batmaya yakın güneş. Kıvılcım. Küçük çocuk. Her şeyin cüz ve parçası: 119: Melâmih-Bir şeyin başka bir şeye benzeme noktaları): 340: SİFR-Yazılmış mektub. “Nefs”… RAKAM-Yazı yazmak. Sayıları gösteren işaret: 340: MÜFEKKİR-Düşünme kuvvesi. Fikir yürüten. Düşündüren… RAKAM-Bütün satıcı, bütün satan: 340: EFSER-Padişâh tacı. Taç. Sarık… DEMEŞK-Şam. Kuvvetli deve. “Nefs”: 444: DALLİYET-İsbata vasıta olmak. Delil olmak.

*

GARB-Batı. Sığır derisinden yapılan büyük kova. Atıldıktan sonra bulunamayan ok. Karanlığa girince mesafe hükmünün kalmaması. Uzun yürüyüşte kösülmeyen “yürüngen” at. Göz ağrısı. Gözyaşı. Gözyaşının geldiği damar. (Üstadım’dan bir mısra: “Ne olurdu hâlimiz gözyaşı olmasaydı!”… AB-Gine: Gözyaşı. Kadeh. Ayna. Billur. Kılıç: 88: SEYYİD Taha… HABİBULLAH-Allah Sevgilisi: 88: NAZİL-Nüzul eden, inen, yukarıdan aşağıya inen… VEFA-Ahdinde duran: 88: KESUB-Çok kazanan, kesbeden… Aslolan, kesintisiz hacet ve ihtiyaç içinde olmaktır. Gözyaşı, zırlama değil, “derin duyulan histen mütevellid” mânâsına gelince, kasdı sadece hissizlik olmayıp, itminan bulmuş ve sekr hâlinde kesiklik hâline de hitabeden HAZRET-İ Ebubekir’in sözü: “Ağlayan ağlasın, ağlayamayan ağlar gibi dursun!”… Bu taklid, Allah Sevgilisi’nden gayrının Allaha ihtiyaç ve hacet duyma hakikatinin O’na nisbetle taklid belirtmesidir ki, riyâ ve gösteriş telkini olmadığı açıktır.): 1202: EBER-Hurmanın budaklanması ve ıslah edilmesi. AKREB sokması. (Ferzah: Akreb’in isimlerinden biri: 1681= 682: İstinsaf-Alacağını alma. Hakkını tamamen alma. Kısas… Yevmiye: “Ben hakkımı alırım!”… Bin-beh: Kökünden söken. Nefyeden: 682: Salih İzzet Erdiş)… EBERR-En faziletli, şerefli: 203= 1202: EBR-Bulut… TA-HA. (Taha: Bulut): 14: AHÂD-Birler… SALİH Mirzabeyoğlu: 1013: HİCA-Bilmece, bulmaca… VAV harfi. (Vavî: Tilki. Gönül. Kalb. Takva. Genç kadın… Atik: Genç kız. Kadim. İhtiyar. Eski devirlerden eserler. Soyu temiz. Necib. Hazret-i Ebubekir’in bir namı… Atik: Çevik, çabuk davranan… Atik: Berrak, saf, karışmamış… Kadim-Başlangıcı olmayan. Eski zaman. Uzun zamandan beri var olan. Evveli bilinmeyen hâl. “Yevmiye: Benim hâlim belli. Sen, gelişi gidişi ruh-mugman”: 154: Mehdî Muhammed): 13: MÜSTAHDİS-Yeni birşey buluculuk. (HAKÎM İBDA).

*

MAĞRİB-Batı tarafı. Garb. Akşam vakti. Anadolu’ya nisbet Kuzey Afrika’nın Fas, Tunus, Cezayir, İspanya tarafı: 1242: MEREC-Kararsız ve mütehayyir olma. Mecburi olma… CÜRM-Hatâ: 243: MÜTEAHHAR-Sonra gelen. Sonradan gelen… HATA’: 612: TERAÎ-Aynaya bakma. Aynadaki görüntü. (TAR: Karanlık. Yokluk… Ayna, zâtıyla değil, gösterdiğiyle değerlenmesi bakımından masundur. Zâtıyla hatâ ise, “her şeyin zıddıyla var olabilmesi” bakımından, varlık için mecburi oluşundandır. Varlığı varlık ile ve onun tecellisi için bir mecburiyet… Hadîs: “Mümin müminin aynasıdır!”… İnsan İnsanın… Aynanın sıfatında gördüğü, kendi-nce, değerlendirdiği; kendi… Aynanın, bir vasıf hüviyeti de anlaşılıyor… Hata’ya gelince: tekâmül için gerekli eksiklik, “hareket içinde hareketle büyüme” anlamında, “Adem’in dünyaya iniş sebebi hata, onun Efendiliği görünsün diye idi!” hikmetindeki gibi, varlığı varlık için müsbete de hamlolunur!)… İHTA’-Hataya düşürme veya düşürülme: 612: HATİB-Hitabeden… TAYYAR-Deniz dalgası: 612: DERVİŞ Muhammed… HABY-Örtmek. Gizli kelâm. (Denizin dalgası, denize âit, denizden): 612: MEB’AS-Yollanma, gönderilme… CEBERRUT-Azametin daimi ve bâtınîsi. Hâkimlik. Kudret, celâdet. (Allah’ın Uluhiyet âlemi: İlâhlık. Kâinattaki tasarruf ve hâkimiyet ile herşeyi kendisine itaat ve ibadet ettirmesi.): 612: USAM-Pire. “Yüzdeki ben. Nokta. İşi sıkı tutan. Hâl. Şimdi”.

*

DİVAN Edebiyatımız’ın şâirlerinden, NEŞATÎ’den: Sîneden bî-zevk kopmuştur Neşatî bu gazel / Harf-gîran duymasın müşkül-pesendan görmesin… “Sineden ânî kopmuştur bu ganimet sevinci gazel — Harf sıkıntı ve usanç duymasın müşkül kabul etmesin!”… BÎ-ZEVK: Zevksiz. Anîden, birdenbire… NEŞATÎ: Sevinçli. Şâd olmuş. Bir iş işlemek… NEŞT: Yılan sokmak ve ısırmak. Bir yerden bir yere gitmek. Tahavvül. Çözmek. Çıkarmak. İpi bağlamak… NEŞ’ET: Meydana gelmek, vücuda gelmek. Yetişmek, ileri gelmek. Kaynak olmak… NEŞİT: Neşeli. Faal. Kerem… NEŞİTA: Bir şeyin aramaksızın bulunması. Ansızın bulunan nesne. Gazilerin kastettikleri yere varamadan yolda buldukları nesne…

*

URGUN-Aşık, vurgun: 1263: REVZEN-Pencere… FUZULÎ’nin, “Tutsam taleb-i hakikate mecaz yolunu” dediği veçhile, MAVİYE’nin has ismi: 264= 1263: SERAB-Şaşkın hâle gelme. Çölde görülen hayâlî yeşillik ve su görüntüsü… CİRS-Temel, kök, menşe, menba, kaynak: 263: PİRAN-Pîrler, seçkinler… RABBANÎ: 263: SERD-Sözü muttasıl ve güzel bir şekilde söylemek. Halkaları birbirine geçirmek - mevzuda nisbetleri yerli yerince kurmak. DELMEK. (Abdülhakîm Koltuğu’nu hatırlayınız.)… Aynı ebcedle ZEMİN HAKÎM İBDA. (Zaman Hakîm İbda)                          



Baran Dergisi 280. sayı