LEVHA: 8 Ocak 1984… Rahmetli, şişman HAYRİYE Mücan Teyze… Telefon… AHİZE’yi bana veriyor ve dinlememi istiyor… Telefon, genç ve iki kişi olduğunu sandığım birilerinden geliyor… Onlardan biri bana ŞİİR okuyor ve birşeyler anlatıyor… Telefonu bana vermeden önce Teyzem, Nalân Said’e, “bu habere İzzet sevinecek!” demişti… Konuştuktan sonra ahizeyi HAYRİYE Hanım’a verirken, onun sevinçli bir hâli var… Alıyor… Kulaklıkla ağızlık yerini tersyüz edip düzeltirken, o ân Üstadım olarak beliriyor… Aman Allah’ım!.. Üstadım’la aramızda geçen hareketin aynıyla tecellisi… HAYRİYE Hanım, karşı tarafla birkaç kelime edip ahizeyi yerine koyuyor ve NALÂN Said’e “iyi oldu İZZET’in duyması!” diyor… Benim için hayırlı bir haber olduğu… Ve ayağa kalkarak, “ben de CENAZE’ye, cenaze namazına yetişeyim!” diyor!..

*

HAYRİYE Mücan: (Asin-Kötü koku: 111: Kürtçe, “Masi-Balık”… Cirs: Sazan balığı… Cirs: Temel, asıl, esas… Cirş: Cesed… Bedene: Kurbanlık deve. Nefs… Nefs: Can, kişi, kendi, öz varlık. Göz-İdrak. Şehvet ve gazabın kaynağı olan nefsanî kuvvet. Fıtrî meyil, bedenin istekleri. Ruh, hayat, asıl, maya, hamiyet… Nefs: Gülme hususunda ifrata gitmek, çok gülmek… Mücan, “kötü koku” demek; eğer, “kötü koku”nun bahsettiğimiz şekilde mânâlarına girmese idik, “sahabî” ve “Elif”in de 111 olan ebcedi münasebetiyle doğan hakikatleri anlayamazdık. Lisân’ın hafızasında mevcut hakikatleri ebced yoluyla keşfederken, şimdiye kadar sayısız defa isbatladığımız gibi, “bilinenler yoluyla bilinmeyenleri keşif” esastır. Yâni tombaladan ne çıkar hesabı bir yaklaşımla ebced tevafuku olmaz. Biz, sahabî’nin Allah Resûlü’nün VARİSİ olduğunu biliyoruz; O’nda tecelli eden mânâya ayna, O ruha nisbetle BEDEN mesabesinde olduğunu da. O zaman LEVHA’nın tâbir ve tevilinde karşımıza çıkan kelimenin, bizzat gerçek hayatta Üstadım’la aramızda geçen hâdiseye benzerliği ve sözkonusu HAYRİYE Mücan’ın şahsiyeti ile güzel insan rahmetli eşi MUSTAFA Mücan’ın işi arasındaki alâka da dahil, Mücan-pis koku mânâsının üzerinde durmamız gerekiyordu ve öyle oldu. Eniştem, kavaftı; dolayısıyle, kösele, deri kokusu, MÜCAN… Şimdi, kelimelerin kullanıldığı yere göre mânâ alması hakikatini göstermek üzere, NEFS üzerinde duralım: “Ruhun bedende nefs ile birleşmesi, kalb hakikatini meydana getirir!”… RUH, “Allah’ın kendi nefesinden-nefsinden” üflenmiş olmakla, Allah yönünden mahlûk olmayan, kul yönünden ise mahlûktur. Burada Ruh’un, kul yönünden NEFS mânâsına gelmesi, nefsin ruhî ve müsbete istidatlı yönünü gösterir ki, bu nefs “kalb hakikatinde” bahsi edilen nefs kasdından ayrıdır. O nefs, ruhun muhalifi olarak beden temayülünü ifâde eder. Demek ki NEFS, ruh ile beden arasında bir BERZAH. Nefsin ruh kutbu tekâmül ettikçe, beden-nefs bir kurban… Allah karşısında nefs, hep eksik ve ruhun “güzel kokusu”na nisbetle, hep kusurlu; bu eksikliğin şuurudur ki, onun tekâmülünün sebebidir; şuurun-idrakin tekâmül sebebi. Nefs, “kabildir, kabul edicidir, dişidir” denmesi bu yüzden; iyiyi ve kötüyü. Bu mânâda, o, esirdir - iyi veya kötüye. İmâm-ı Rabbanî Hazretleri, “ruh güldükçe nefs ağlar, nefs güldükçe ruh ağlar!” buyurur… Nefs: Gülme hususunda ifrata gitmek… NEFS’in “bendeki ruh ve nefs” kutubları mânâsı ile, “Ruh ve nefs” kutubları mânâsı arasındaki farkı anlamalı ve terkibi bir ifâde içinde birbirinin yerine kullanışlarda kasdı farketmelidir… MÜCAN: 94: SIBAG-Yaradılış. Boya… Hepsinin ebcedi 94 olanlar… SIBA’: Kalbin meyli… DELS: Karanlık. Zulmet… LATÎME: Güzel kokular konan kab. “Kalb”… FEYAC: Kelâm, söz… DİMN: Deve ve koyun tersi. Nefsten zuhur edenler. Gönül. Tilki… HAFE: Sâhil, kıyı. Hayâl. Fikir. Kusto. Nesebi belirsiz. Allah’tan gelen… CİLAS: Beraber oturma. “Kalbte ruh ve nefs kutbu”… İFAZA: Maksada erdirmek. “İyi veya kötü”… HAVF: Kavim, kabile. “Millet”… İBSAL: Bir şeyi sipariş etme. Men etmek… CALİS: Tahta çıkan… İDÎ: Bayramla alâkalı… SUDD: Dağ.): 919.

Salih İzzet Mirzabeyoğlu: (Rüyâ’da gelen: Birine 1919’un İngilizcesi’nin nasıl söylendiğini soruyorum… TEVRİH-Bir hâdisenin veya konuşmanın tarihini yazmak. Vakit bildirmek: 1216: Rüyâ.): 1918= 919.

Muzacea: Bir yerde beraber yatmak. (MEHD’in mânâsı “yatak ve döşek” hatırlanmalı.): 919.

Necib Fazıl Kısakürek - Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: (Necib Fazıl Kısakürek: 418: Vahdet… Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 501: Kitaf-İp. “Akl. Ölüm. Delil”… Karar-Değişmez hâle gelmek: 501: Üstümm-Deniz suyunun toplandığı yer.): 418+501= 919.

*

JAZZ. (Fransızca): Müzikte bir tür. (Cazz-Semiz, iri gövdeli adam. “Ebedd. İstikbâl”: 908: Salih İzzet Mirzabeyoğlu… Sübut-Kesin olarak meydana çıkmak. Sabit oluş: 908: Cüzur-Kökler.): 707.

Aktör: Temsil eden, oynayan. (Aktör: 707= 1706: Fikir Kahramanı… Serv-Suyun çok olması. “Mürid. Deniz. İlim. Logos-Gönül. Lisân. Kâinat nizâmı”: 706: Sevr-Öküz, boğa… Üsre-Seleften gelen şân ve şeref. HADÎS nakletmek: 706: Mahlul-Delinmiş. Öbür tarafına işlenmiş şey. Nüfuz edilmiş. “Nefs, kabul edici”… Rüyâda, Said-i Nursî Hazretleri’nden nakil gelen mânâ: “12 sığır yavrusundan biri, mucize beyanıdır!”… VAHİD ve VAHÎD olarak, Allah ve kul farkı ezelî ve ebedî, başta Allah Sevgilisi, Varisi Ebubekir Hazretleri, Abdülkadir Geylânî, İmâm-ı Rabbanî, Mevlâna Halid, Seyyid Abdullah, Seyyid Taha, Seyyid Salih Muhammed, Seyyid Fehim, Seyyid Abdülhakîm Arvasî silsilesi, “Mektubat: 869: Necib Fazıl Kısakürek + Salih Mirzabeyoğlu”…): 707.

Şüzuz: Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak. (Üstadım’ın, bana ithaf ettiği NOKTALAMALAR’dan: “Bir su başında mahzun, yapayalnız kalmışım!”… Bana hediyesi İMAN VE İSLÂM atlası isimli eserini imzalaması: “Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu’na sevgiyle - 28 Şubat 1982”… Tarih, siyasî hayatımızın en önemli dönüm noktalarından birine temas eden gün ve ayda.): 707.

VARİS: Allah’ın 99 güzel isminden biri. Sonra Allah Sevgilisi. Mirasçı. Seleften kalanı tasarruf eden. “Allah’tan gelir, Allah’a döner”: 707.

*

AHİZ: Ses alıcı âlet. Alan. Alıcı. Kabul etme. (AHÎZ: Esir. “Kul. Nefs”… KABİL: Kabul eden. Olabilir, istidatlı, önde ve ileride… KABİLE: Ses alıcı âlet. Kadın ebe. Kabul eden… KÂBUL: Avcı kemendi… Üstadım’ın KADIN isimli şiirinden: Çölde kaçan bir serab — Yönü kementli mihrab — Madeni som ıstırab — Kadın…): 1301.

UHUZ: Göz ağrısı. (Sagır-Büluğa ermemiş çocuk: 1300: Fikr.): 1301.

 *

TELEFON: 497.

Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1497.

Konferans: 497.

*

Salih İzzet Erdheje: (Van’da meydana gelen depremin ardından Kürtçe yayın yapan TRT 6’da, Van’ın “ERCİŞ” kazasının “Erdiş” diye telaffuzunu, yazılışının da ERDHEJE şeklinde olduğunu gördüm. Lûgat’a bakınca da, onun “zelzele” demek olduğunu… ERDHEJE: 219: ZÜBEYR-Yazılı küçük şey… Rüyâ’da gelen, Üstadım’ın ZÜBEYR diye haykırışının yorumunu hiç böyle yapmamıştım; bir YEVMİYE’de geçen bu isimdeki Allah Resûlü devrinin büyük şâiri olarak ve “yazılı küçük şey” mânâsından hareketle yaptı isem de… NEFS: 220= 1219: REBİZ-Semiz ve kuyruğu büyük koç. “ARVASİ”… ERDHEJE-Erdiş: 219: FİLOZOF. “Felyesof”… RACİFE-Şiddetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa. İlk nefha: 289: FATR-Bir şeye başlamak. Yarmak. Delmek. Yaratmak. İcad. İBDA.): 832.

Abdülhakîm Koltuğu. (ğ-k): 832.

Hafıkan: Şark ve garb: 832.

*

XWEN-ASİN. (Kürtçe): Nefsini tanımak, kendini tanımak: 183.

Kaytus: Bir yıldız kümesi. (İştibak: Gece kum gibi yıldızların birbirine girmesi.): 185= 2183.

Abdülhakîm: 184= 1183.

Kandal: Büyük başlı. “Üstadım”: 184= 1183.

Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1183.

Zülkum: Boğaz. (Beden’de, “sırrın sırrı”, büsbütün tükenmek mânâsına gelen AHFA makamının RABBANÎ lâtifesinin yeri… Huzzet-Boyun: 415= 1414: “Rüyâda gelen 414 şehid hatırlanmalı”… Sayıların toplamı olarak 414: 9: İBDA.): 183.

İhtisas: Kendine mahsus kılmak. “Cinlenmek, bedenin bâtınına, gizliye, nefse nüfuz etmek”: 183.

*

HULKUM: İnsan veya hayvan boğazı: 184.

Abdülhakîm: 184.

Kulmbaz: Boksör. (Muştzen: 740: Mütefekkir): 184.

TAR(İ)HTEN BİR YAPRAK: (Rüyâ: 217: Tevrih-Bir konuşmanın tarihini yazmak… YEVMİYE: 17 Ocak 1983… Üstadım’da benle ilgili en çöpten bir tatsızlık tezahürü, içimde fırtınalar koparıyor… İster haklı, ister haksız… Nitekim… Bana, “şu telefon rehberini al, bak orada Ahmed Kabaklı’nın telefon numarası var!” diyor… Numarayı bildiriyorum… “Sen çevir numarayı!”… Çeviriyorum ve ahizeyi uzatıyorum… Kendisi ters alıyor… Yâni, ağız yerine kulaklık, kulaklık yerine de ağıza… Öfkeleniyor ve “ne biçim veriyorsun!” gibi bir ses ve mimikle, bir saniyelik bir ân; ve düzeltiyor… Aranan yerinde değilmiş… Benimse… Yüreğimde bir DELİK!): 1184.

SULTAN SENCER VE MEHDİYET

Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun  metbu-tâbî olunan, yâni Anadolu, Suriye, Irak vesaire kısımlarının oğulları elinde taksiminden ve muhtariyet zaruretinden sonra, en büyük kabul olunan Sultanı Sencer, kendi büyüklüğü bir yana, burada bahsine heves ettiren sebebin biri İMÂM-I GAZÂLİ Hazretleri ile muaşereti ki, geçen sayılarda sözettik. Hatırımızda, lâtif bir espri, NEFÎ’nin bir şiirinden: “Kim bilirdi Süleyman’ı, Bâkî olmasaydı!”… Hani, “ben olmasaydım, kim biliyordu böylesine Necib Fazıl’ı!”… Şübhesiz Sultan Sencer, büyük bir adam; ama büyük müceddid-yenileyici İmâm-ı Gazâlî Hazretleri’ne gösterdiği saygı, onun EHL-İ Sünnet idrakine de bir nişâne ve günübirlik siyasî ihtirasların dışında parıldayan şahsiyetini de gösteriyor. MEHDİYET bahsinde takındığı tavır, bize hemen İMÂM-I GAZÂLÎ Hazretleri ile sohbetini, fikir ağırlıklı “Tarihten Bir Yaprak” başlığında anlatılanlarla ilgisi bakımından İmâm-ı Gazâlî’den ona bir tarihî geçiş yapmayı ilhâm etti… KISACA: İslâm Padişahı ve dünya Sultanı Sencer, ihtiyar yaşında 3 yıl Oğuzlar’ın elinde esir kaldıktan sonra, 1156 tarihinde kaçmaya muvaffak olur… Bu müjdeli haberi duyan bir kısım eski emirler ve Sultanlar MERV’e koşarak onun etrafında toplanırlar; fakat hazineleri yağmalanmış ve kendi ordusu ile halk perişan vaziyette olduğu için, üstelik iyice ihtiyarlamış, toparlanmaya fırsat bulamaz ve bir müddet sonra vefat eder. Yaşı 72. Vefatı ile, sadece Ehl-i Sünnet çevresinde değil, karşıtları arasında da büyük üzüntü… Şuna dikkat etmek lâzım: Gaye ve esas sabit olmak, asıl ona tâbi olmaya iç ve dıştan yol açmak, bu çerçevede de metbu durduktan sonra, bütün münasebetler bu kâr ve zarar hesabı etrafında SİYASÎ bir mahiyet arzeder. Siyaset, bir kaz inadı meselesi değildir; “en küçük çaplar içinde bile doğru siyaset”in, asıl ve fikirde sabit olduktan sonra bir mânâsı da budur… Nasıl ki, kâfir topluluklar bile, “imânda zorlama olmaz!” ölçüsünden sonra Ehl-i Sünnet’in kendilerine tâyin ettiği hadler ve haklara tâbi olurlar, onlara metbu olunur. Bu, onların küfrüne razı olmak demek değildir. Selçuklular’ın İslâm’ı kabul ettiği coğrafya ve kavimler harmanının gözönünde tutulması, daha sonra daha olgun şartlarda bayrağı teslim alan Osmanlı’nın 4 kıtada nasıl çeşitli coğrafya ve din sahiblerini, bunların uyumu muhtar idarelerin kuvvetli bir merkeziyetçilikle mümkün hakikatini gösterdiğini hatırlayalım. GAYE ve ESAS, yâni ASIL, bunu temsil iddiasında olanların da doğru ve eğrilerini de gösterecek olandır… Bizden olmayanların her türlüsüne söyleyeceğimiz de budur: Sen ASIL’ın ne, ondan haber ver… Müslümanlara: Bana, İslâm’ı hâkim kılmaktan bahsederken, imânın senin, eşya ve hâdiselere tatbik edeceğin İdeolocya manzumenden - fikirde ne yaptın, ne yapıyorsun onu göster… Bana, Ehl-i Sünnet dışında ve bâtın yolu inkarıyla bu gerçekleşir mi, bunun cevabını ver… İşaretlediğimiz hususlar, Profesör Osman Turan’ın “Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti” isimli eserinde Sultan Sencer’den bahsederken bazı ifâdelerinin yanlış anlaşılmasına da manidir. Bizim Osmanlı ve Selçuklu’ya nasıl baktığımız, ANADOLUCULUK anlayışımız malûm, şu: “Sultan Sencer, ilme, edebiyata, sanata ve imar işlerine çok hizmet etmiş büyük bir hükümdar idi. Devrin büyük ilim ve edebiyat adamları ona bağlıdır ve hepsi Sultanın muhitine mensub veya onun yetişmelerine vesile olduklarıdır. Bunlara maaş, ihsan ve vakıf suretiyle sarfettiği paralar tarihe bir hayranlık numunesi olarak intikal etmiştir. Dindar olduğu kadar, din ve mezheblere karşı müsamahası ve tarafsızlığı ile de meşhur idi. Bununla beraber bâtıl inanışlarla da istihza ederdi. MEHDÎ’nin Samarra Camii’nden çıkacağına inanan Şiiler, orada daimi olarak MEHDÎ’nin binmesi için koşum takımları ve eğeri altun bir AT hazır bulunduruyorlardı. Câmi’den çıkan SULTAN, bunun sebebini sorunca, sözkonusu cevabı aldı ve mukabil olarak şu lâtife ile ata bindi: “Buradan benden hayırlısı çıkmaz!”

MEHDÎ - ÜMMET

ERDİŞ: 506: Nakş-bend… Erdheje-Erdiş: 220: Felfel-İri gövdeli. Ebedd. İstikbâl… MÜSLÜMAN: 221: Feylemanî-İri cüsseli… Hercaî. “Her yerde bulunan. Kararsız-Durgun olmayan. Nesli Han”: 220: Feylak-Büyük adam. Büyük asker… ELİF-Birinci harf. “Elif harfi, hiçbir mertebesi olmayandır, aslında Allah da hemze ile ifâde olunur. Allah idrak edilemez, ama bilinir; Allah Sevgilisi ise idrak olunur ama bilinemezdir. Biri kula nisbetle Hâlık olarak sonsuz, diğeri O olmasaydı varlığın olmayacağı ve Allah’ın O’nsuz bilinemeyeceği sonsuz; bu bakımdan Elif, Allah’a işareten kullanılsa da, VAHİD ve VAHÎD sırrıyla Allah Sevgilisi için de kullanılır. Bir Veli’nin besmele niyetine Allah Sevgilisi’nin ismiyle yemeğe başlaması, bu sırra işaret. Şeyhin bütün marifetinin Allah Sevgilisi’nden menkul olması bakımından, bir Şeyhin müridine kendisini mi Allah’ı mı çok sevdiğini sorması üzerine, onun kendisini sevdiğini söylemesi, Şeyh’in kızması üzerine de o olmasa Allah’ı tanıyamayacağını cevabını vermesi ve onun bundan memnun olması da, aynı sırdan. Eğer sözkonusu şuur olmasa, müridin sözü düpedüz küfür olurdu. Allah ve kul arasında VASITA, bizzat Allah Resûlü ve O’na nisbetle derecelerden sonra, herkes herkese vesile ve vasıta. Allah ile kul arasına kimse giremeyeceğinden kasıd, kulun Allah yerine kaim edilemeyeceği mânâsındadır, yoksa vasıtanın gereksizliği bakımından değil. Bizzat TEBLİĞ işi ne ki?: 111: İNS… ELF-Ünsiyet etmek. Çok mânâsında, “bin adet şey vermek”: 111: Sahabî… Anlatılanlara nazaran, Elif ve Elf, Allah ile Resûlü ilgisi için de kullanılır… KUMBULE-Kalın vücutlu kimse. At. “Ebedd. Hayâl. Ezel. Nefs. Allah, kuluna kendi nefesinden üflediğini buyuruyor; bunu kendi nefsinden diye tefsir eden büyükler de var. Nefes, ruhtur; ruhun nefs olarak tâbiri, kalb hakikatinde bitişik nefs hakikatinin de ruhtan bir mânâ ifâde ettiğini gösterir. Bu şekilde insan bedenine âit yönüyle kalb hakikatinde görünen nefsin, yine kalb hakikatinde görünen ruha âit yönü, “sır birliğinde bir” hakikatini göstererek, ruh ve beden zıdlığını aşar; bu sırrın ötesi yalnız ruhtur ve nefs onun mukabil kutbu. Ardında HAFA ve AHFA - Gizli ve gizliden de gizli… Bu kalb mertebelerinin hepsi, erilen ve erilemeyen olarak her kalbte mevcut: Kul, VAHÎD olarak, baş ve sonuyla Allah Sevgilisi’nde toplu. Hüviyet mânâsında bu NEFS, şeklin kendisinden yapıldığı, ama kendisi o şekil olmayan madde gibi, bütün varlık ve varoluşun tabaka ve mertebelerinde görünendir. Anlattıklarımız, şahıs mânâsında NEFS hakikatini işaretlediği gibi, hepimizin tek tek nefs hakikatimizin bulunduğunu da belirtmektedir.”: 187= 1186: ÜMMET… ÜMMET: 187: İslâma Muhatab Anlayış… SUFÎ-Bâtın yolcusu, ehl-i tarik: 186= 1185: ABDÜLHAKÎM-Hakîm Allah’ın kulu, Hakîm kul. “Herşeyi yerli yerince eden Allah’ın kulu. Varlığın hakikatine vakıf kul”. Başta Allah Resûlü, Resûller, Allah Sevgilisi’nin temsilci kadrosu ve örnek ümmet - BEDENE Sahabîler, dereceler içinde idrakı nisbetinde bütün ümmet… Bedene: Kurbanlık nefs. ER-dişi. İnsan.

*

Allah Sevgilisi’ne, İsrail âlimlerinden bir heyet gelerek, “sana “ELİF-LÂM-MİM” diye başlayan bir âyet indi mi?” diye sorar ve aldıkları cevab üzerine “senin ümmetinin ömrü kısa!” derler. Bunun üzerine Allah Sevgilisi HURUF-U MUKATTAA ile başlayan bir kısım Sûreleri sayar… İsrailli âlimler: “Mümkündür bu rakamların toplamı sana verilmiş olsun!”… Bu harflerin sayı değeri toplamı: 743: Rahman Sûresi 20. âyet (Noktalı harfler.)… Aynı ebcedte olanlar… CEZM: Her nesnenin aslı. Ağacın kökü… CÜLZA: Sağlam deve. Ebedd-İri vücutlu. Nefs… Mütekarib: Birbirine yakın olan, yaklaşan… Allah Sevgilisi’nin bizzat başta olduğu devirden sonra, sahabîler devri, ÜMMET (Elf) kadrosunun ileri gelenlerinin istişaresi ile HALİFE seçimi yapmışlardır. Bu iradesi Allah’ın iradesi olmuş insanların Allah Sevgilisi’ni temsil etme mânâsının, Allah’ın VAHHAB ismi sırrıyla görünmesidir. VAHHAB, hiç karşılıksız doğrudan doğruya Allah vergisi… Allah Sevgilisi’nin HALİFE nasbetmemesindeki sır da burada; ümmetin âlimlerinin Ben-i İsrail Peygamberleri gibi olması hikmeti gereği. Seçim ile VAHHAB mânâsı kuru akılla birbirine zıd görünebilir; buna elbette kader sırrı diyebiliriz. Ama vurgulamamız gereken husus, ÜMMET’in hususiyeti, iradesi Allah’ın iradesi olmuş insanların içtihad liyakati ki, bu liyakatte olanların birbirini taklidi caiz değildir ve “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir!” hikmeti gereği, yine bu devirde taraflar hâlinde iş kılıca düşmüştür. Sözkonusu durum, zannedilenin tersine, HALİFE’de, HİLÂFET’in temsili görünmesi şeklinde de olsa, OSMANLI’nın yıkılışına kadar ÜMMET’in Halifesiz kalmaması için CAİZ hükmüyle devamını sağlamıştır; SAHABÎLER ve ardından gelen TABÎLER devrinde, bahsi geçen hikmete uygun görüş ve amel-çatışmalar, düpedüz hain işler hariç, bu mânâdadır. Meselâ, Üstadım’ın şu zarif anlayışına bakınız: “Hazret-i Ali mutlaka haklı, Hazret-i Muaviye ise haksız değildi!”… Sahabîlerin rolü ve mânâsını bilmemek, Allah Resûlü’nü bilmemek, dolayısıyla O’nun gösterdiği yoldan İMÂN davasını bilmemektir. İMÂN ile, İmânın hakikati arasındaki farka dikkat: “İnandım demekle kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz”… KUR’ÂN ahlâkıyla ahlâklanan ve Allah’ın kendi marifetine ulaşması için yarattığı İNSANÎ hakikati yerine koyan insandan gaye O İNSAN, Zâhir ve bâtında herşeyin aslî esas ve usulünü de gösterendir; O’nun tatbiki, itikad, ibadet, dünya nizâmına dair herşeyi kuşatıcı, HADÎSLERİ’dir. Sahabîler’in rivayetine dayanan Hadîsler ve SÜNNETLERİ… Örnek ÜMMET, Hadîs ve Sünnet ahlâkıyla KUR’ÂN’a yaklaşanlar… “Bir hadis bilmiş olan, bütün hadîsleri bilmiş gibidir!” idrakıyla yaşayan, bu idrakı yaşatanlar; bu dilden anlamayanlar, içtihad ehliyeti bir yana, derinliğine doğru hiçbir hikmetten de pay sahibi olmayanlardır. Sıhhat müşterekliği için, muhtelif gıda ve usûller; her birinde olanı, her birinde gösteren mânâ… Netice olarak, nasıl ki İNSAN bir kelime, SAHABÎ ve HADÎS ve Sünnet… ÜMMET: Hadîs ve Sünnet… SAHABÎLERE mahsus ÖRNEK ÜMMET modeli: HADÎS ve SÜNNETLER… Bu çizgiyi kıyasla uzatanlar da, TÂBİLER devri, sonra onlara TÂBÎ olanlar… “Fertte toplu topluluk hakikati”nin ÜMMET hâlinde hayırlılarından sonra, münzevî topluluklara ve fertlere doğru çekilmesi… Zamanımızda ÜMMET olarak bu durum nedir ayrı mesele, ÖRNEK ÜMMET’in gölgesinin uzandığı, yâni Allah Resûlü’nün gölgesinin uzandığı bir devirdeyiz; Zamanın gayesi olan O’ndan sonra, tersinden veya düzünden yine O’nu isbatlayan bir devir… İslâmı eşya ve hâdiselere tatbikten bahsedilirken, Büyük Doğu-İBDA dışında hiçbir kişi ve zümrenin asıl ihtiyacı işaretleyemediği bir devir. Yenilemeden kasdının ne olduğu belirsiz dünyadaki örneklerine hiç benzemeyen, İdeolocya Manzumesi hâlinde “İslâma muhatab anlayışı yenileyen” tek - biziz.

*

(Allah Resûlü’nün İsrailli heyete verdiği cevab; Ümmet’in süresi 743. Gerisi vesaireye giriyor… LEVHA: 24 Şubat 1988… Parmaklarımla saya saya BİSMİLLAH çekiyorum ve 240’a tamamlıyorum.): 743+240= 1983.

Abdülhakîm Koltuğu - Mehdî Muhammed: 832+151= 983.

Seyyid Abdülhakîm Arvasî - Necib Fazıl Kısakürek: 1983.

İzzet Mirzabeyoğlu: 983.

BİR TAKRİZ - TELEGRAM

“ALTUN İLE YAZILACAK YAZI”: (Seyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, Üstadım’ın TARİH MUHASEBEMİZ isimli ve CUMHURİYET gazetesinde yayınlanan yazısı hakkındaki kanaatini belirten TAKRİZ’i, kendi el yazısı ve imzası ile böyle.): 691.

Salih: Karayılan. (Bürsan: Ejderha, büyük yılan… Bürsun: İnsan eli. Develere-“Nefse” vurulan damga: 752: İktiran-Ulaşmak. Yaklaşmak, yetişmek. İki şeyin bir araya gelmesi. İki nimetin aynı ânda bulunması… Hakan-Hükümdar: 752: Keramet-i Kevniye. “Keramet oluş, keramet mevcudiyeti, keramet eseri”… Kuvve-i Hayâl: 752: Zeban-Dil. Lügât. Kâinat… Me’sure-Rivayetle, “hadîsle” öğretilmiş meşhur ve mühim haberler. İtibarlı. Ecdattan rivayet edilen. Meşhur. “Mehdî”: 752: Muvarese-Birbirinden miras yeme. Birbirine varislik. “Bâtın’da silsile”: 752: Cizn-Kök. Ağaç. Kütük-Muhkem fikir.): 691.

AHFA: Meçhul. Gizliden gizli: 691.

HASS: Kâmil ve ileri gelenler topluluğu. Hususi. Halis. (Aynı ebcedle “İbrahim Kassaroğlu” Hazretleri ki, bütün hayatı varını yolunu Bâtın kahramanlarını sevdirmek, bu yolu sevdirmek için çalışmakla geçen Veli… Rüyâda gelen: Abdülhakîm Arvasî Hazretleri hasır koltuğunda oturmuş, karşısında bir taburede de genç Necib Fazıl ve Efendi Hazretleri’nin sağında arka plân, İbrahim Kassaroğlu Hazretleri.): 691.

EHASS: Daha hususi, daha yakın. Ziyâde hâs: 691.

TELEKRAM: (Tabiî olarak duyu verileri yolundan gelene ve sözlü olarak akla eşlik eden, iradeyi teshir amaçlı ve hikâye etmekte olduğum TELEGRAM hâdisesinin, ALTUN İLE YAZILACAK YAZI başlığı, bu eserin keyfiyetinin zevken idraka münhasır yönü bakımından çok şey söylemeli. Anlayana. Hani, “bu bir din mi ilim mi karşılaşması” meselesinde, işin İMÂN davasına mevzuu olması.): 691.

MÜNSAKİB: Delinen. (Abdülhakîm Koltuğu bahsini hatırlayınız.): 691.

Tasabbur: Sabır. (HAKÎM’in mânâsındaki bir vasıf.): 691.

İLHAN: Hülagu Hanedanı’nda hükümdarlara verilen isim. (Moğol istilâsından kaçan Türkmenler, ANADOLU’ya sığınıyorlardı; burada da SELÇUKLU ve İLHÂNLI devletlerinin çekişmeleri yanında sonradan gelenlerin de tazyikiyle uçlarda yığılıyor ve buralarda göçebe kesafetini arttırarak BİZANS’a hücumla fetihler gerçekleştiriyorlar… Sayısız hâdise içinde ANADOLU’ya mahsus bir insan keyfiyetinin pişmesi… Biz, KAFA KÂĞIDI’nın - bende Kafatasımda UFUK’un, bu eserin son kısmındaki cümlesini hatırlıyoruz: “Aynı Moğol istilâsı”… Bunun yanında Amerikan’ın kullanana göre hizmet eden ilk ZİHİN KONTROLÜ projesine, MONARK-Hükümdar ismini vermesi… Üstadım’ın, İstanbul’u kuşatan gecekondu bölgelerini Moğol istilâsına benzetmesi ile, kafamda cereyan eden HÜKÜMDARLIK mücadelesi: Ben ve Telegramcılar, ben ve bendeki “eserde müessiri görme” usulümle mücadele ettiğim Telegram teshiri. Metbuluk ve tâbi etme savaşı: “Kafam bir cenk meydanı!”… Elbette benim de… İSTANBUL: 550: Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu… MÜSTEVLİYE-İstilâ eden. Yayılan. Her yeri kaplayan: 551= 1550: CASUM-Korkulu rüyâ. Kabus. “Telegram”… Üstadım’ın son cümlesi: Tutulmuş asil bir köşe!): 692= 1691.



Baran Dergisi 254. Sayı