Tel: Telegram’ın kısaltılmış söylenişi.
Tela: Beyin zarı. Zar.
Tell: Söylemek, anlatmak, nakletmek, hikâye etmek, ifâde etmek, beyan etmek, tebliğ etmek, bildirmek, saymak, emretmek, keşfetmek, ifşâ etmek, yaymak, temin etmek, itiraf etmek, tesir etmek, haber vermek, haber yaymak, şikâyet etmek.
Bu İngilizce kelimeler çerçevesinde, yapanın amacının ne olduğuna göre TELEGRAM ve buna muhatab kişinin durumu da işaretlenmiş oluyor.

*

“Tele”, bir ön ek olduğu zaman, “Televizyon-uzaktan verilen ve alınan resim” misâlinde olduğu gibi, “uzak” mânâsına da geliyor. TELEGRAM’ı, kafadan atma şuna buna yormadan önce, bu UZAK’tan mânâsına dikkat etmek lâzım; bilinmeyen bir şeyi benzeriyle anlatma şeklinde bizim verdiğimiz örnekleri de, asıl zannetmemek.
TELE-GRAM... Gram kelimesi bizde bir ağırlık ölçüsü olarak bilinir ve kullanılırken bunun sadece maddî bir birim ölçüsü değil, “üzerime bir ağırlık geldi!” ifâdesindeki bir hâl ve “adamın bir ağırlığı var!” lâfındaki, yerine göre bir “itibar” ifâde eder mânâsında görülebileceği gibi, KEYFİYET ölçüsü içine girer.
Türkçe, TELE: Tuzak... “Beyin zarı”nın kendi ile birlikte, onda tecelli eden maddî ve mânevî keyfiyetlerin, akıl-nefs’in, bedene âit yönüyle görünüşü; aklın “tuzak” olması, bu niteliği ile aldıkları.

*

TELEGRAM kelimesi, bildiğim kadarıyla Batı’da “uzaktan kontrol ve yönlendirme” kasdıyla “zihin kontrolü ve yönlendirmesi cihazı” marifetine giren iş için kullanılmıyor. Onlarda kullanılışı, Televizyon ve radyoda “haber bülteni - dış haberler”, haber, uzaktan gelen-verilen haber mânâsında. Televizyon kelimesinden kıyas ediniz. TELEGRAM kelimesinin içini dolduran, onu kavramlaştıran, “uzaktan zihin kontrolü ve yönlendirilmesi” sisteminin ismi olarak koyan benim. KARTAL’da bir alayla başlayan, ama tarafımdan işin mahiyeti ve metafizik meselelerini halletme babında benim için son derece elverişli bir niteliğe bürünen bu isim, NYMPHALAR’ın da alay malzemelerinden biri iken, görün nelere vesile oldu, oluyor: “Gör takdirin işleri!”

*

NYMPHALAR, cihazların beden üzerindeki ruhî tesirlerinden mütevellid, “karışık bir iş” olan yerde, hani ruhu akıl ve aklı da beden fonksiyonu bildirmek, böylece ruh ve imân meselesini derdest etmek üzere, beni bedenen ve zihnen çok yordukları bir zamanda, bu mânâyı tazelemek için cihaz hünerleri hakkında, “bu ne?” diyorlar. Ahmak görünmek istemeyecek kadar açıkgöz olarak, bir “mantık şakası” niyetiyle. Alayı da bulaşmış. “O mu? Fizikî tesir; tıpkı gözle farkedemediğim ışınların, beyin tarafından algılanması gibi!” diyorum.
Şehadet âlemi-görünen âlemin bütün unsurları, hey’et-i umumiyesi, beyin zarında-zihinde toplu; mahbus. Üstadım’ın bir beyti:
— “Hayat bir zar içinde, hayatı örten bir zar, — Bana da hayat yeri, Bağlum köyünde mezar!” Tela: Beyin zarı. Zar... Üstadım’ın beytinde, hayatın şu görüneninin öte yakası da var; aklın, ruh mânâsı. Bu türlü ifâdelerde geçen mânâları, tıpkı “şuur ve şuuraltı” derken, evin birinci katı - ikinci katı kasdına benzer kemmiyet ölçüleriyle karıştırmamak ve ikisinin “sır birliğinde bir” içiçe keyfiyet olduğunu anlamak gereği gibi, hayat ve ölüm’ün birliğine, ölümün hâlihazırımızda bulunuşuna da dikkat.
Anlattıklarım çerçevesinde seziliyor mu bilmem: Beyin zarında sülük NYMPHALAR, işin
ötesinde de, mahbusluktan sıçrayan kıvılcımlar hâlinde “kalbin yolu” gidiş-gelişinden mânâlar. SÜLUK... İslâm Tasavvufu ile, TELEGRAM teknolojisi hâline dönmüş Batı ilim ve felsefesinin arasında, BEYİN ZARIM. Bu teknoloji, hesaba dahil edilen ama hâkim olunamayan “ihtimâl hesabı” keyfiyetinde, tezahürüyle iş görüldüğü isbatlanabilen bir yapma varlık; ihtimâlin bizzat kendi keyfiyetinde.

KUŞATILAN - KUŞATAN

İnsan beyninde yaklaşık 100 milyar nöron (sinir hücresi) vardır, her sinir hücresi ise yaklaşık 1000 snaps’e (diğer sinir hücreleri ile bağlantılar) sahibtir. Bu, beyinde 100 trilyon bağlantı bulunduğu mânâsına gelir. Bunlardan elektrokimyevî impulslar (itici kuvvet, sevk, uyarı, tesir, ânî his, saik, çok kısa zamanda tesirini gösteren büyük kuvvet) geçer; fikir, resim, fantezi, kavram, ruh hâli, duygu, arzu, korku, vizyon-görüntü, içgüdü ve diğer bütün zihne ve akla âit tecrübelerimizin esasını teşkil eder. Bununla beraber bunlar, beynimizin sadece FİZİKÎ REALİTE’sidir. Bütünün realitesi nedir? Manevî içgüdülere nasıl sahib oluyoruz? SEZGİ NEDİR? Zihnî ve akla âit bir resim, bir tasvir, fizikî bir davranışa nasıl dönüşüyor? Telepatik (uzaktan haberdar olma) veya gaibten haber alacak şekilde bütün bu bağlantılar-münasebetler, birlikte (hiss-i müşterekte) nasıl çalışıyor. Öfke nedir? Sevgi nedir?
Beyin, bütün vücuda yaygın faaliyetlerin merkezidir; VÜCUDUN HER YERİNE AİD OLANIN MERKEZİDİR. Bütün canlı organizmaların vücutlarını saran bir “elektromanyetik bir zarf”a sahib olduğu bilinmektedir. Çevreden gelen uyaranlara cevab veren bu zarf, zihne âit kavramların isimleriyle anılan bir alan olarak kabul edilmektedir. Bu alanlar, maddenin mânâya delil olması halitası-karışımı gibi bir intiba vermektedirler.

*

Zihne aid kavramların mânâlarını ihtiva eden alanlar, tek bir alandır.

*

Kısaca belirtmek gerekirse, atomaltı parçacıkların tamamı “kuantum” olarak değerlendirilebilir. Günümüzde bu gruba giren pek çok parçacık bulunmuş ve bulunmaya da devam edilmektedir. İçlerinde en çok bilinenleri ELEKTRONLAR’dır. Kuantum adı verilen parçacıklar, artık hepimizin bildiği gibi kâinatın her köşesinde bulunmakta, hareketsiz ve sabit olarak gördüğümüz bütün maddelerin varlığı, atomlara ve dolayısıyla bu parçacıklara dayanmaktadır. “Kuantum parçacıklarını nerelerde kullanırız?” sorusunun cevabı çok geniş bir sahayı kapsamaktadır. Bugün her evde kullanılan televizyonlar, bilgisayar ekranları, bilgisayar kasa tâbir edilen bölümünün içindeki parçaların hemen hepsi, telefonlar, radyolar, teybler, kısacası; elektronik malzeme ihtiva eden bütün cihazlar hep KUANTUMLAR’ın belli dış etkilere karşı gösterdiği tepkilerden yararlanılarak oluşturulmuştur. Televizyonların ELEKTROMANYETİK DALGA’yı algılayıp bunu görüntüye ve sese çevirmesi hâdisesi, aynen beyinde de mevcuttur. Beyin de dışarıdaki FREKANS okyanusundan sadece veri tabanına uygun frekansları algılar. Algıladığı frekansları gerekli dönüşümleri yaparak ses, görüntü, koku, tad ve dokunma ile algıladığımız oluşumlara çevirir.

*

Televizyon vericisi diye, seçilen şahsın beynine ayarlı TELEGRAM cihazını, beynimizi de bütün algılarımızı ve düşüncelerimizi radar cihazına muhatab bir verici gibi düşünürsek, kestirmeden bir misâlle cep telefonlarıyla karşılıklı haberleşme gibi bir durum: Bir yanda cihaz, öbür yanda onun bütün duyu organlarınca algılanabilir ve eziyet edilebilir tesirlerini yaşayan insan. Frekansı elle tutamayacağına göre, İSBATI KABİL OLMAYAN bir iş; bundan dolayı da kolayından “psikolojik bunalım” numarasına havale edilebilir!

İLMA’

İlma’: Parlatma. İşaret etme. “Yeşile çalıyor” deyişinde olduğu gibi, çaldırmak mânâsında... NYMPHALAR’ın benim karşımdaki hâllerini, bundan 5 sene kadar önce, “sayemde yaptıkları işi meslek edinecekleri vaadi” ve bu hususta buram buram kokan hevesleri bakımından şuna benzetmiştim: Yamyamlar, adamı kazana koyup altına da ateşi yakmışlar, bir yandan da debelenmesin diye ona ihtiyaçlarını bildiren dil döküyorlar. Hanefî Avcı’nın “Haliç’teki Simonlar” isimli kitabını karıştırırken, Simon kişiliğini temsil eden şahsın etrafında anlatılan bir sahne, bana onu hatırlattı: PKK’nın Lübnan’daki eski kamplarında, yakılan ateş etrafında “zılgıt” çekerek oynayıp-dönen, kendinden geçercesine biraz sonra kurşuna dizilecek arkadaşlarının infazını kutsayan acılı bir tören... İYİ ve KÖTÜ’nün karşılaşması olarak, ateş tedâîsi ile MECUSÎ-ZERDÜŞT dini, türediği ve zıddı olduğu hakikat ve sair zıdları, sonra Simon’un tedâîsi ile SİMON-RUSSEL başlığı altında iki rüyâyı ve NYMPHALAR’ın Simon’a benzeyen taraflarını veriyorum; İLMA’ başlığı, bu tertibi bildirmek içindir.

ZÂT - SIFAT - İLİM

Gören Allah, göreni gördüren Allah, görünen Allah... Görme sıfatının “idrak” mânâsı gözönüne alındığında, “görme” duyusu da dahil 5 hasseden gelen bilgilerle beraber ruh yolundan idrak ettiklerimiz de, neticede “görme” tâbiri içindedir... Muhyiddin-i Arabî Hazretleri:
— “Hakk’ın hüviyeti, özellikte birlik olunca, O’nda asla çokluk bulunmamıştır. Bu sebeble O, gören herkesteki gözdür. GÖZ, sahiblerinin zâtlarında çoğalsa bile, hepsinde bulunan tektir; o hâlde göz, Hakk’ın hüviyeti olmuştur. Hakk’ın sıfatları, kulun sıfatlarıdır; fakat bu, kulun özelliklerinin, Hakk’ın özellikleri olduğunu söylemek değildir, Yaradan onlarla nitelenemez. Sözkonusu sıfatlar, asalet yoluyla kula âit değildir. Bu münasebet içinde, Hakk’ın ilmiyle insanın ilmi arasındaki fark şudur: Hakk’ın ilmi, ZAT’ının aynıdır ama, kulun ilmi yaratılmış olmanın bir niteliği olarak, zât’ının aynı değildir ve İlâhî bir lütuf olarak ona ulaşabilmiştir. İNSAN, “kendiliğinde(n) bilen” değildir; bu bakımdan Allah, mümkünü bilgi sıfatına yerleştirir.” Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, kendi seviyesinde ve kendi seviyesine ulaşabilecekler için yazmıştır: Sadece, “Allah’ın hâlifesi” denilebilecek idrak soyluları için. Bu seviye, kendi dışındakilere bakıp da, onlarda “Herşey O”yu işaret etse, hâlbuki onların bizzat zâtları için böyle bir idrakleri yokken? Bu mesele, mantık ve lâfız çerçevesindeki kıyaslara düşerse, İslâm dışı VAHDET-İ VÜCUT ve panteizm benzeri görüşlerle karışır, oralara düşer. Bu yüzden İslâm büyükleri, küfre düşülmemesi için, kendisinde bu hâl bulunmayanın ondan bahsetmesini uygun görmez ve fitneye yol açıcı bulurlar. Muhasebemizi ve ikazımızı bildirdik mi? Öyleyse, ALLAH NURDUR diyen, bu bakımdan da küfür görüşleriyle karıştırılabilen sözkonusu hakikati kendi hâlimize nisbetle idrak ve tevil için, İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’ne iltica edelim: “Allah’a, NUR denemez!”... NUR, Allah’ındır; ama bu, “Allah Nurdur!” demek değildir. Göstereceğiz.

KABİL: ATEŞE İLK TAPAN

Mayasında, zalûm ve cehûl olmak, zalimlik ve cahillikten pay bulundurmak, böylece hakkı zıddiyle tecelli ve zıt yoldan tahakkuk ettirmek gibi bir nasibin kahramanı İNSAN, yenmeye memur bulunduğu bu cebhenin ilk tezahürünü, kemmiyette basit fakat keyfiyette büyük çapta, Âdem Peygamber’in iki oğlu arasındaki çatışmada bulur. Bu çatışmada, ileriye doğru yeryüzünü saracak menfi cebheden ilk tohum vardır.
Hazret-i Havva, bir batında her defasında, bir erkek ve bir kız çocuk dünyaya getirmekte, aynı batından olanlar da İlâhî emir icabı birbiriyle evlenememektedir. Buna göre, Habil, Aklima isimli kızla, kardeşi Kabil ise Labuda ile evlenmelidirler. Oysa Kabil Aklima ile evlenmek ister ve niyetini Babası Adem Aleyhisselâma açtığında, red cevabını alır; O’nun tavsiyesiyle İlâhî bir işaret için kardeşiyle kestikleri iki kurbandan, Habil’inkine haklılığını gösterici beyaz bir ateşin düşmesiyle... Bu kıskançlık sebebiyle... Kabil, Habil’i öldürür ve topluluğundan uzaklaştırılır. Babası tarafından reddedilen ve pişmanlığı kabul edilmeyen Kabil, Yemen taraflarına göçer ve kardeşi Habil’i işaret eden ATEŞ’in şeytanî yorumuyla, ATEŞ’i bizzat Yaratıcı’nın kendi olarak kabul eder; bir ATEŞ ocağı düzenleyerek, ateşe tapmaya başlar. Böylelikle ilk puta tapma hâdisesi de, Kabil tarafından başlamış oluyor. Sülâlesi Nuh Peygamber’e kadar ulaşıp Tufan’da kökü kazınacak, fakat insanoğlunun nefs belâsı mikrobu olarak sıçraya sıçraya gidecek olan Kabil, işte, insanoğlunun menfî kutbundan böyle bir remzdir.

TANRISIZ İLİM

İlmi, put ve tanrı düşüncesinden tecrid ederek, ilmin sahibinin olup olmaması fikrini lüzumsuz veya bizzat ilmi Tanrı bilmeye doğru bir adım, güzel bir Şamanist mantık örneği, BÜYÜ İLMİ vesilesi ile görünüyor. Kullanana göre hizmet eden iki yüzlü mantık âletinin durumu da. Demek ki, HAKİKAT ve DOĞRU’nun idraki, tek başına mantığa bırakılamaz.
Büyü ilminin ritlerini yerine getirerek onun kuvvetiyle amacına erişmek isteyen Şaman, büyünün tutması için Tanrı’ya kurban ve sair hediyeler sunarken, geçen zaman içinde bu âdet yavaş yavaş kalkıyor: Amacın gerçekleşmesi büyünün kendi kuvvetiyle olduğuna göre, Tanrı’ya kurban ve hediye sunmaya ne gerek var?

*

Dünya’da mutsuzluğun kaynağı, insanın beş duyusu, bunlardan gelen bilgi, zihnin ürünü olan düşünceden kaynaklanandır. Bunun farkına varıp onları terk eden insandır hür olan. Tenasuha gerek yok, yapması gerekeni yapmış, bu dünyada işi kalmamış, bir nevi amacına erişince merdivene ihtiyaç duyulmaması gibi, aydınlanmanın kendisi olarak dünyaya kayıtsız kalan insan. Gaye AYDINLANMA, artık gerisini düşünmeyi gereksiz kılıyor. Budizm. Batı’da, hayat iradesinin aşıldığı yerde başlayan sanat görüşü bundan mülhem. Aydınlanmaya erişen insan, bütün insanların müşterek özünün temsilcisi olmuştur.

MECUSİ-ZERDÜŞT

Eski İranlılar’da, ATEŞ’e tapmak için dağların tepelerinde kurban kesilirmiş. Kurban kesme ayinini yönetenlere “Mogus” denirmiş. Mecusî –ateşe tapan– şaman yolunun kökü buradan. Zerdüşt, GATHA isimli kitabında Mecusiler’e “Kârbân” ve “Kavî” isimlerini vermiştir. Dilbilimciler Pehlevî (eski İran) dilindeki “Kârban” kelimesinin muhtemelen “Kelebe” kelimesini gösterdiğini bildirmiştir; mânâsı, “dini âyin ve amelleri yerine getirmek”... “Kavî” kelimesi ise, Sanskritçe’deki “Kûvî” kelimesiyle aynı; ŞAİR mânâsında ve Avesta dilinde, SİHİRBAZ için kullanılmış... Avesta, Zerdüştlüğün kitabı.

*

Amige: Hakikat. Karışık. Çiftleşme: 63.
Bilâl: Siyah ve beyaz olmak: 63.
Bina: Gören, görücü. Göz. (İdrak-göz: Olurlar ve olabilirler, mümkün, ihtimâller, ilmin ortasına yerleştirilmiştir. Vehim ve idrak. İdrakin aczini idrak bir ilimdir; bilmek değil, inanmak lâzım. Hakikatler Allah’ın muradıdır; bir yönüyle O’na, bir yönüyle kula bakan. Vehmin aslı astarı
burda; inanmak lâzım, kalbin yolu-ruhun yolundan O’na. Ne ki O sanırsın O değil; bu ilmin, – kendisinden başka bütün ilimleri semirme gösteren–, bu kemâl yolunun rejimi kimde ve ÖNDER’i kim? İslâm’dan başka?): 63.
Çîn: “Derleyen, toplayan” mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. (Çin: Sin... Sin, iki kişi demektir: İNSAN... Allah ve İnsan... Adem ve Havva... Daha ne mânâlarını, yeri geldikçe ve buldukça anla!): 63.
Cenî: Devşirilmiş. Meyve toplama ve alınması. (Jeni: Öz. Dehâ... “Kişi kendini bildiğince Rabbini bilir!”... Hakk’ın muradını Allah Sevgilisi’nin nefsinde, O’nda fani olanlarda ara ki, O’nu ve Rabbini bil: Görünür ve bilinmezde, bu denizde, bilinir ve görünmez olanı ki, hep ötelerde... İşte Zât, işte ilim, işte halife İNSAN; işte yol, varsa idrakin, devşir devşirebildiğince, ufuklar senin!): 63.

*

Amije: Şair. Karışmış. Karışık: 57. Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2055= 57. Mavi: 57.
Vahime: Vehim veren: 57.
Zen: Kadın, nisa. (Birr: Gönül. Genç kadın. Tilki eniği... Nefs. İlim. Sıfat... Takva... Doğuran.): 57.
Mucîd: Hazır. İyi edici olan. Ölüm. (Mucidd: İcâd eden. Mübdi’. Yoktan var eden. Yeni bir şey icâd eden. İBDA): 57.

*

Nur, hayat, ilim... Hayat, ilim, nur... Aslı bu içiçe sıfatlar ve yukarıda geçen ebced tevafukları ışığında, Mecusîlik ve Zerdüştlük’e kritik edici bir idrakle bakınız:
Mecusî, ateşe tapanlar için Anadolu’da kullanılan Farsça bir tâbirdir; kimilerine göre bu anlayışın kurucusunun ismi... Zerdüşt: Fars Mitolojisi içinde bulunan, eski İran’da yaşamış, “ikili bir görüş-düalist” dinin kurucusudur. (Milad’tan önce 660-583.)
Zerdüştlük-Mazdaizm, ismini en büyük tanrı olan AHURA MAZDA’dan veya kurucusu Zerdüşt’ten alan çok tanrılı bir dindir. İran dışında pek yaygınlaşmamış ve sadece orada devlet dini olmuştur.
Zerdüşt dinine göre, HÜRMÜZ iyi bir tanrı olup, iyi bir dünya yaratmıştır. Kötü tanrı AHRİMAN-EHRİMAN ise, her iyi şeyin kötü karşılığını yaratarak onları bozmuştur. Kâinat’ta iyi ve kötü, aydınlık ve karanlık, birbirleriyle kıyasıya bir mücadele içindedir; İNSAN, Zerdüşt’ün nasihatlarına uyarak iyinin yanında yer almalı ve kötü ile savaşmalıdır. İslâm’ın İran’da yayılmasından sonra, Mazdeistler 1490’dan sonra Hindistan’a kaçmışlardır.
AHURA MAZDA’ya nisbetle ZERDÜŞT, bir Peygamber rolünde ve tanrı HÜRMÜZ tarafında... Zerdüşt dinine göre, 15 yaşını dolduran her erkek ve kadının cevap vermek zorunda olduğu temel sorular şunlardır:
– Ben kimim?
– Kime aidim?
– Nereden geldim, nereye gideceğim?
– Bu dünyada görevim nedir, öteki dünyada ödülüm ne olacaktır?
– Görünmeyen dünyadan mı geldim, yoksa hep bu dünyaya mı aidim?
– HÜRMÜZ’ün tarafında mıyım, yoksa EHRİMAN’ın mı?
– Tanrılar tarafında mıyım, yoksa şeytanların mı?
– İyilerin mi arasındayım, yoksa kötülerin mi?
– İnsan mıyım, yoksa kötü bir ruh muyum?
– Selâmete götüren kaç yol vardır?
– Dostum kimdir, düşmanım kimdir?
– Prensib tek midir, yoksa iki midir?
– İyilik kimden gelir, kötülük kimden gelir?

NETİCE

ZÂT, İSMİN AYNI DEĞİLDİR... Sıfat, bir ŞEY’in, ruha nisbetle DEĞERLENDİRİLMESİ’dir; o şey hakkında bir vasıflandırma, bilgi, ilimdir. BİR ŞEY ile, onun hakkındaki BİLGİ’nin, ayrı ayrı keyfiyetler oluşuna dikkat ediniz. O şey hakkındaki vasıflar, hissedilir, tanınan, tanınmayan, bilinebilir olan veya bilinmez olan, mânâlı veya mânâsız olabilir; zât, fiil, iş, eser vesaire kasdıyla, özel veya genel olarak onları kasd için koyduğumuz kelime veya lâfız da İSİM’dir. Sporda KOŞMA fiilini iş edinmişe KOŞUCU derken, koşma sıfatı belirli bir kişide genel yerine özel, bir isim-lakab olabilir; bu misâlde, zât, fiil, sıfat, isim, genel ve özel mânâlarıyla birlikte görünüyor... Zât’ın vasıfları, isminin mânâsına uygun olursa, “ismiyle müsemma” diyoruz: İsmi, kendinin AYNI... Bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır; demek ki, “ismiyle müsemma” lâfzı ile kastedilen, zâtla ismin aynı şey olduğu değildir... Bütün bu anlatılanlar çerçevesinde, Allah’ın güzel isimlerinden birinin EN-NUR oluşundan bahisle - NYMPHALAR’ın dediği gibi, “Allah’a Nur denemez!” lâfzı yanlış değildir. Allah’ın (ki zâtına nisbetle tuğra isimdir), 99 güzel ismi ile Zât’ının kasdedilir olması, isimlerinin Zât’ının aynı olması mânâsına gelmez... Bu husus, Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin tekzib edilişini de göstermez.

*

Ruhu tezahürlerinden biliyoruz, zamanı da iş ve eser hâlinde tecellilerinden... İnsan, bu âlemde “tesir etme gücünde eser”dir; Mutlak müessir Allah’la, eser arasında. Nefsimiz-şuurumuz, “zamanüstü” diye nitelemeler de dahil, maddi-mânevî bütün vasıflandırma ve mertebeleriyle, ya esere bakışta bulunan müessir veya müessire bakışta bulunan eser keyfiyetiyle, ESER veya MÜESSİR’e bakışta mizaç tutuyor, yol ve prensib ediniyor. Bâtın yolunda Vahdet-i Vücut ESER’de müessiri görürken, Vahdet-i Şuhud MÜESSİR’in işlerine şâhidlik ederek sıfatlarına bürünüyor. Adeta, eserinden yazarı tanımakla, o esere vücut veren yazarı –tabiî olarak eserinden dolayı!– tanımak gibi... Resim yapabilene RESSAM dendiğine ve onun bu hüviyeti resmi ile göründüğüne göre, resminde görünen RESSAM’dır. Bu kıyas içinde, Allah’ın eserinde O’nu görmek ve HERŞEY O demek tamamdır. Aynı kıyas içinde, HERŞEY O’NDANDIR demek de. Herşey, O değil O’ndan, bu yüzden de O’dur!

*

Hayat, irade, idrak, ilim, nur, sıfat... Hepsi birbirinin yerine kullanılabilir bu keyfiyetler, HERŞEY O anlayışındaki murad anlaşılmadığı zaman, benzer niyetine yanına hangi yanlışlıkların düşebileceğine dair birkaç misâli gösterdik... ALLAH-İNSAN-ÂLEM münasebetlerinin “ben bilgisi” hâlinde herşey(in) yerli yerince idraki için, küfre fırsat vermemek üzere İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nden:
ASIL, gölgesine, gölgenin kendisinden daha yakındır; çünkü, gölgenin varlığı ve mahiyeti, onu meydana getiren asıl şeyin mahiyetidir, kendi mahiyeti yoktur... Bu âlem, mahlukların hepsi, Allah’ın fiillerinin, işlerinin zılleri (gölgeleri), akisleri ve görünüşleri olduğundan, bu âlemin aslı olan fiiller, âleme âlemden daha yakındır. Fiiller de Allah’ın sıfatının zılleri olduğundan, Allah’ın sıfatları âleme âlemden ve âlemin asılları olan fiillerden daha yakındır; çünkü, aslın aslıdırlar. Sıfatlar da, Allah’ın Zatı’nın zılleri olduğu için, Allah’ın Zâtı âleme âlemden daha yakındır. (Tesir edici eser hüviyetindeki İNSAN’ın durumu):
Soruluyor: ZILLÎ-GÖLGE eşya kendi mahiyeti ile “şey” olmayıp, kendi aslının mahiyeti ile var olduğuna göre, kendi kendine varlık ifâde eden “o, sen, ben” gibi sözler, gölge varlığa
yakışmayan “yiyorum, uyuyorum” gibi lâflar, söyleyen için nasıl doğru olur?
Cevab: Biliniz ki zıll, her ne kadar aslı ile var oluyorsa da, kendi zılliyeti, his ve hayâl mertebesinde de olsa, daima yerindedir; gölgeliği devamdadır, gölge varlıktır. “Onları Allah yarattı” kelâmı, (bu kelâmda geçen “onları” zamiri), bu sözümüze şahittir. Bu zamirlere (hüviyetlere), “ben, sen, o” gibi ismin yerini tutan sıfatları vermek, zılliyet itibariyle-zılliyet çerçevesinde bir mahsusluk olarak caizdir. VÜCUD mertebelerinin hepsinin hükmü başkadır. Allah’ta fâni olan bir şey, Allah olamaz. (Ebed müddet bu böyle.)

*

KADER SIRRI: Öz iradenle ne yaparsan yaparsın, yaptığın Allah’ın dediğidir... Herşey O değil, O’ndan... Bütün mesele, nerede müessire bakacaksın, nerede esere.

SİMON-RUSSEL

ANAFOR isimli şiir kitabımda, benim tarafımdan görülmüş olmasa da, tâbiri “sözün hâl ve makama uygun olması” esası çerçevesinde mutlaka benden yana bir ilgisi ile yapılan rüyâlar hakkında edilmiş bir mısra var:
— “Senin rüyân güya benim tarafımdan görüldü.”
Benim elimde olmayan bir sebeble gerçekleşen bir tâbir şekli. Aynı mısraya uygun ve Hanefî Avcı’nın “Haliçteki Simonlar” isimli kitabında geçen SİMON ismi ve GERÇEKLERİ anlatma niyetine nisbetle, tedâî ettiği için aldığım iki rüyâ: Biri, Simon isimli bir fizikçinin, diğeri müsbet ilim verileri içinde REALİZM-AKLİYECİLİK felsefesi büyüklerinden-filozoflarından, Bertrand Russell’ın.

*

Simon, lekesiz ve harika beyaz bir atının olduğu bir rüyâ gördü. At, Simon’un uyanık hayatında, şimdi ve sonra ağzından kaçırdığı öfkesi burnunda benliğine benzeyen yüksek enerji gibi canlandırıcı enerjiyle doluydu: “Simon, son derece ahlâklı, dertli, içten ve arkadaş canlısı olan akrabası Jeni ile birlikteydi. Bu, Simon’a uysal, iyi çocuk gibi olan benliğini hatırlatıyor. Görünüyor ki, Jeni ve Simon büyük konağı görmeye gitmek ve oraya çabucak ulaşmak istiyorlar. Simon annesinin etkisinden atıyla kurtuluyor. Dışarı çıkıyor, konağı görmek pek de ilginç bir iş değil ve o zaman annesi marifetiyle atının kayıb olduğunu fark ediyor; belki de çalınmış. Simon kızgınlıkla kendini dışarı atıyor. Uzun zaman aradıktan sonra atını buluyor. Şimdi anne ve babası, o atın onun için ne kadar değerli olduğunu anlıyorlar.” Simon’un şimdiki anne ve babası, sosyal seviyeleri itibariyle onun beyaz ata binmesini küçümsüyorlardı. Simon, kendi isteği yerine, meslek seçiminde uysal Jeni gibi hareket etmişti. At, üvey annesi yanında duran annesi gibiydi; üzüntüsü, annesini hatırlamasından, bulunca sevinmesi de bu yüzdendi.

*

Simony. (İngilizce): Papazlık rütbesi veya makamının, alım satımı. Kutsal tutulan şeylerden kâr çıkarma. (Papazlık rütbesi ve makamı, siyasî ve askeri büyük makamlar olarak kabul edilebilir. Diğer mânâsı, Türkçe’deki “bal tutan parmağını yalar!”, “ele verir talkımı, kendi yutar salkımı!” atasözü çerçevesinde, iğneleyici veya aşağılayıcı olarak da kullanılır. Talkım; söz etme. Ele nasihat eder, hüküm verir, kendi yapmaz.)

*

Şehba’: Kır at, kır katır. Kır renkli olan şey. Pek kıtlık olan sene. Tam techizatlı asker birliği: 309.
Şehd: Bal. Asel. (Havv: Bal, asel. Huvv... Huva: Tembel olmak... Sahil: At kişnemesi... Küst: Sahil.): 309.
Huş: Kalb: 309.
Harık: Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş: 309.

*

Bertrand Russell: Rüyâmda yatak odamın, geniş dik bir yamaçta, geniş bir MAĞARA’ya dönüştüğünü gördüm. Mağaranın ortasında, sayılamayacak kadar çok insan dolanır, sayılamayacak kadar çok KEŞÎŞ de uyumuşken, yatağıma yatmaya gittim. Yandaki odada benimle ilgilenen ama uyumayan keşişler dolu; ve oda, bahsettiğim mağaranın kendi oldu. Uyumayan keşîşler, bize düşmandılar ve uykumuzda bizi yok etmeye gelmişlerdi. Uykumda, uyumayan keşîşlerle konuştum: “Keşîş kardeşler, sizinle uyku dilinde, sadece uyuyanların bildiği dille konuşuyorum. Uyku ülkesinde zengin görüşler, muhteşem müzik, acılı GÜNEŞ’in ışığı altında hiç bir meydan okuma bulunmayışı gibi, duygu ve düşünce güzellikleri vardır. Uykunuzdan uyandırılmazsanız, öbür keşîşlere karşı çıkmayın. Kazandığınız için, güzelliği yıkan acımasız gerçeğin hepsini yitirmiş kimseler gibi olacaksınız. Benim uyku dilim ile uykunun değerinin farkına varan, değersiz, sinirlendirici, ileri ve sert çabadan, savaştan daha iyi bir şeyi size aşılayabilirim. Büyümüz yüzünden, bütün keşîşler uykuya daldılar, biz onlara aydınlık görüşler aşılayacağız, onlara ölümün, rekabetin, gayretin dünyasından çok daha kibar, güzellik dolu bir dünyayı SEZME’yi öğreteceğiz; ve bizden daha iyi, yeni güzelliği ve yeni görevi, bütün dünyaya saçacaklar... İnsanoğlu, görmesinin görevi olduğu güzelliği bilmeye yönelecek.

*

“Her birimizin içinde, Russell’in tanımladığı uyanık ve uyuyan münzevilerden var olduğunu
söylemeliyim!”
Rakde: Uyku. Berzah: 309. Haş: Kalb: 309.

*

Menam: Uyku. Düş. Rüya. Uyku zamanı. Uyunacak yer: 131. Hilkat: Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış: 1130= 131. Elleys: Mutlak hiç. Adem-i sırf: 131.
Kal: Söz: 131.
Kale: Dedi. O söyledi: 131.
Kesan: İnsanlar. Kişiler: 131.
Esvedeyn: İki siyah. Akreb ve yılan için kullanılır. (Yakınlık ve hayat): 131.

*

Hanefî Avcı’nın kitabında Simon, örgüt üyelerinin cezalandırılması işini üstüne almış, HÂKİM rolünde biri. Örgüt üyelerinin şikâyetleri üzerine, kendi kızkardeşi de mahkeme edilenlerden. Vicdanı ile kurallar arasında, ne kadar kendini kurtarmak için olduğu bilinmez, Lider’in arzusu galib gelir ve onu da idama mahkum eder. Yine Lider’in arzusu, kızkardeşi affedilir. Aradan şu kadar sene geçtikten sonra, Yurt içinde ve şehirde görevli iki kardeş, yakalanırlar. Hanefî Avcı, onlarla görüşür ve merak ettiği hususu sorar: Her ikisi de, örgüt ilişkilerinin akrabalık ilişkilerinin önünde olduğunu söylerken, SİMON, idam kararını şimdi olsa da verebileceğini belirtir... Hanefî Avcı’nın, aynı durumun kendi meslek arkadaşları arasında da bulunduğu ifâdesinden, benim edindiğim çelişkili intibâ şudur: Kendi meslek grubundakiler, tarafsız hareket etmektedirler.
Kalb: 132.
İslâm: 132.
Melbes: Elbise. Giyecek şey: 132. Muaviye: Tilki eniği. (Gönül. Kadın.): 132. Mülebbes: Giyilmiş. İltibaslı, karışık: 132.
SİMON, iktidarı elinde tutanın muktedir adamı olarak, kızkardeşi yönünden ve tabiî kendi duyacağı acı bakımından, biraz rutin dışı bir iltimasa uğramıştır. Ateş etrafında âyini andıran “vahşî” görüntü, ceza alan karşısında toplu bir linç çılgınlığı psikolojisini andırmaktadır; kendi adamlarına karşı da.
NYMPHALAR’a gelince: Kendilerine yardımcı olanlar, dış yüzden - gören gözler için “normal” davranırken, onlar TELEGRAM cihazıyla, hikâye etmekte olduğumuz işi gerçekleştirmekte. İktidar sahibleri, onların karartma çabaları içinde, şu veya bu resmî sınıftan; bu rutin dışı-kanun dışı işe göz yummakta. ATEŞ etrafında ayin mi? Onu KARTAL’da doya doya yaşadılar, BOLU’da ilk iki sene; sonrasında ise, haberli habersiz herkes, NYMPHALAR’ın beynimde ve ruhumda pislik yapmaya âlet bir hayâl ve söz malzemesi.

BİR DERGİ - BİR KİTAB

Epey aradan sonra, yeniden çıkan İLMA’ isimli dergi; Ahmed Celil Civan’ın sahib ve Yazı İşleri Müdürü olduğu, tanıdığım ve tanımadığım yazar kadrosuyla... Hediyesi benden:
İLMA’: 142.
Musîb: İsabetli, yanılmayan. Allah Resûlü’nün vasıflarından biri: 142.
Men ene?: Ben kimim?: 142.
Mehdî: (Büyük ebcedle): 142.
Kablî: İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmayan: 142.

*

Ali Hışıroğlu’nun, “Bitmeyen Devrim-Osmanlı” isimli kitabı geldi... Bir eksiği var: “İBDA’nın üç hilâlinden sonra gelen yıldızını parlatmalıydı!”... Bu, hakikati içinde bir lâtifedir; tebrik ediyorum.


Baran Dergisi 202. Sayı