Betatron: Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir cihaz... Zihin kontrolünde kaba bir yönlendirici uygulama diye duyduğum, hususen “elektrik veriliyor” dediğim durumlara yakıştırdığım bir âlet. Özellikle vücudu yakma işlerinde, bir sistem ifâdesi niyetine. 2 metre beton duvarı delip geçtiği, parçaladığı söylenen çeşitleri de olan. Röntgen ışınları gibi delip geçmeyle, parçalama ayrı şey; bu bakımdan BETATRON’u, bir sisteme nisbetle gerçekleştirilmiş, çeşitleri olan bir âlet diye biliyorum. Sanayide de kullanılan... BETA ve ELEKTRON kelimelerinin birleşmesiyle, BETA-TRON ismini aldığını zannediyorum. BETA: İlmi sınıflandırmalarda, ikinci bir şeyi ifâde için kullanılır. Bu ikincilikten kasıd, izâhı bütünüyle fizikî olarak yapılamayan kasdını da kapsar; sanki, şuur gibi, maddî olanla mânâ arasında bir kabuk olan. BETATRON: Elektronları hızlandırarak, enerji çoğalımı sağlayan, azdıran... BATE: Nefesini tutmak, kesmek, azaltmak, tenzil etmek. Bu hususta, TELEGRAM’da, vücuda verilen elektrikî tesirin marifetlerinden.
ELEKTROMANYETİK: “Makswell, ışık dalgalarıyla elektromanyetik dalgaları tek bir formül içinde toplamak istiyordu. Frekansları –dalga uzunluğu– saniyede 300.000 mil kadar yükseldiğinde, bu iki çeşit dalganın birbirinin aynı olduğunu keşfetmesi onu çok şaşırttı. Böylece ışığın, mekanik bir modelini göstermiş ve ışığın elektromanyetik bir form olduğunu ispatlamış sayılıyordu.”
Çeşitli ışınların, gözle görülmeyen ve beynin gördüğü oluşu düşünülürse, “hani ışık nerde?” gibi bir kabalığa düşülmemesi gereği de anlaşılır.
Betatron kelimesinin değişik bir kullanımını, Televizyon’da bir doktorun “kanser tedavisi” ile ilgili bir cihaz bulmuş olduğu haberinde gördüm... Mucidi şöyle anlatıyordu:
— “Duvarın ötesinde olan bir nesneyi tesbit edebilen BETATRON cihazı gibi, bu cihaz, vücudtaki kanserli hücreleri tesbit ediyor ve müdahale ediyor!”

*

Bendeki duygu ve düşünce dalgalarını tesbit ederek, o kelime, duygu ve resim dalgalarını kompoze ederek bu hususları bana giydirmek: Bu mânâda anlaşılmak üzere TELEGRAM cihazı, beynimin karşısında sanki bir YAPMA BEYİN olarak, beni teshirine alan-almaya çalışan. NYMPHALAR, bu tesbitimi bana, insanın robotunun bizzat o insan olması, o insanın bu mânâda ölümü gibi, korkutucu olarak kullanıyorlar, bunu telkin ediyorlar. Ben de onlara, “beni korkutucu olmaya çalışmanız bile, bunun tam mânâsıyla gerçekleşemeyeceğini gösteriyor!” diyorum. Korkuttukları mesele, ben ne kadar yazar ve konuşursam, onların bunu cihazlarıyla tesbitlerinin o kadar teferruatlı olacağı bakımından. Oysa insan duygu ve düşüncesine gelen, beylik klişeler hâlindeki dalgalar bir yana, hep yeni: Ne hissedeceğim ve düşüneceğim, benim için bile bir GAİB. Kelimeler, dalga olarak tesbit edilebilir, ya kelime mânâlarına hapis olmayan bir ruhu gösterici ÜSLÛB; meselâ, içinde hiç masa kelimesi geçmeksizin onu anlatacak olma? Hani, “söylediğimin ne olduğunu bilmeden, düşündüğümün ne olduğunu ben nereden bileyim?” diyen ruhun hücceti! Beyin, düşünen bütün vücudun merkezi; ve beden, ruhun bineği! Kaldı ki, TELEGRAM, yüzde yüz, hedefi olan BEYİN’e de hükmedemiyor; o, TAM BİR BEYİN olamayacağını gösteren belirttiğim sebebler dışında, şu hâliyle, bebek esvabına zorla sığdırılmaya çalışan 100 okkalık insan misâli çerçevesinde iş görüyor... NYMPHALAR’a söylüyorum:
— Eğer öyle olmasa, doğrudan cihaz hünerinizi cüz’ileştiren, tehditlere, şantajlara, ISLIKÇI yardımlarına ihtiyacınız olmaz: Meselâ şu ândaki lâflarınız; yazın verilmeyebilir, asker şöyle davranabilir, ziyarette şu olabilir, yan hücredekiler böyle yapabilir, mahkeme, vesaire, vesaire, vesaire...”
NYMPHALAR’ın haklı oldukları taraf, bu cümleden olsa da şu: Bana dışarıdan, işin aslını anlayıcı hiçbir yardım gelmediği gibi, benim kendi imkân ve çabamla anlattıklarım da, bizzat cihazı kullanan NYMPHALAR da dahil, ya anlaşılmayan veya anlaşılır gibi olup da, işi yine bana bırakan soydan. Hedef olan benim: Bu hususta tesbit ve tahlil, bunun sıhhatini anlatmak bana kaldığı gibi, buna sebeb tesirin mahiyetini bulmak da bana kalıyor. Bu ifâdelerde elbette bir serzeniş var: Ama düşmanlarımı sevindirmemek ve bu kitabın gayesini belirtmek için söyleyeyim ki, teknik anlatımlarım etrafında ne söylenirse söylensin, neticede bunlar benim yaşarken zanlarım olarak bir mânâsı olanlardır. İşin temelinde ise, bir ruh-madde karşılaşması hâlinde, cihazın mahiyetini ikinci dereceye iten bir nefs murakabesi ve muhasebesi üzerindeyim. Bir zaman çokça üzerinde durduğum BETATRON meselesini de, bu çerçevede sözkonusu etmiş oluyorum. TELEGRAM’ı “negativ beyin” olarak gördüğüm de anlaşılmalı.

*

Sun’i Beyin... Yukarıdaki satırları yazarken tabiî olarak, yapmacıksız, zorlamasız, “spontane- âniden doğan” bu tâbir, aynı tabiîlikle “ebcedi ne?”ye çattı... Neyin ilgisi, neyin karşıtı? Sun’i Beyin: 282.
Mehd(î) Muhammed-İsâ: 283= 1282.
İsâ: Zenginleştirme veya zenginleştirilme. Genişletme.
Betatron: 59. Mehdî: 59.

*

BEYİN DALGALARI

“Sinir hücrelerinin ürettikleri ELEKTRO-KİMYEVÎ sinyaller, çevreye değişik dalga boylarındaki dalgaların yayılmasına yol açar. Gözle görülmeyen ve elle tutulamayan bu dalgaların varlığı, bazı cihazlarla tesbit edilebilmektedir. Kafatasına bağlanan elektrodlar aracılığıyla, beynin yaydığı dalgalar, elektroensefal denen bir cihaza gönderilir. Bu cihaz, beynin en zayıf dalgalarını bile tesbit eder. Beyin, saniyedeki titreşim sayısına –frekansa– göre değişen ALFA, DELTA, GAMA, TETA ve BETA denilen farklı dalgalar yayar. Fizikî ve zihnî algılama durumunda yayılan ALFA dalgaları saniyede 7-13 kez salınır. Saniyede 13-60 kez salınan BETA dalgaları, kişinin kendisini gergin hissettiğinde, stresli olduğunda veya korktuğunda, yâni alarm durumunda yayılır. TETA dalgaları, saniyede 4-7 salınım yapar ve şuurun zayıfladığı durumlarda, uykuya geçerken veya uykunun ilk zamanlarında oluşur. Uykunun derin safhasında ortaya çıkan dalga ise, DELTA’dır. Saniyede 0.1-4 titreşim yapan bu dalgalar, çok yavaş iletilir ve şuur tam kaybolduğunda oluşur. GAMA dalgaları saniyede 30-50 kez titreşir. Bu dalganın, idrak - şuur - düşünce sırasında ortaya çıktığı düşünülmektedir.”

*

TELEGRAM, malûm, uzaktan “beyin kontrolü” ve “zihin kontrolü”; yukarıda iktibas ettiğim yazıyı, insandan yayılan dalgaların altını çizmek için, sadece bunun için aldım. TELEGRAM’da, cihaz ve hedef kişi ilişkisine muhtelif defalar temas ettim; burada bir benzetmeyle, uçakların radarla, denizde balıkların “sonar cihazı” ile tesbitini ekleyeyim. Gönderilen dalgalarla cisimlerin tesbitinin aksetmesi hâdisesi; bunu beyin ve zihin dalgalarının tesbitine ve aksetmesinin de, kemmiyet ve keyfiyet olarak anlaşılmasına tatbik edin. Bu misâl, enerjinin yoğunlaşması ile maddenin teşekkülü, AURA-insanı çevreleyen ışık’ın, insan bedenine vücud vermesi şeklinde “dıştan içe” bir oluş anlayışını çeliyor değil; neticede, içten dışa bir dalga yayılımı anlayışını çelmez. Burada aklıma, BETATRON’un, enerji çoğalması-azdırması yaptığı da geliyor. Yaptığım bu izâhın en güzel tepkisini, kardeşimden aldım: SAÇMA DEĞİL... Galiba
TELEGRAM anlatma hususunda en güzel tabir de bu: Tıpkı, bugün fizik ve tıb ilminin teorilerinin itibarının da, bu ifâdeye girebildiği kadar olması gibi.

*

TELEGRAM’ı anlatırken, bazı kişilerin hâdise anlatmamı istediklerini duydum. Kaba-saba hâdise anlatmalarının, kaba-saba anlayışlar önünde ne hâle geldiği, bizzat benim yaşadığım dramdan belli değil mi? Meselenin ne gülünç hâle düştüğü? Ben, “karnıma ağrı veriyorlar!” desem, karın ağrısına tavsiyeden tutun da, “benim de karnım ağrıyor”a varan, beni büsbütün boğucu olmaya ve TELEGRAMCILAR’ın ekmeğine yağ sürmeye kadar neler, neler! Onların gülünçlükleri de, bana çıkan ve anlaşılmayı zorlaştıran bir vakıa. Kaldı ki, sözkonusu teknikle gerçekleştirilen iş, dünyalar arası hesablaşmayı gerektiren bir mahiyette ki, bu eserde aslolan, bir nefs murakabesi ve muhasebesidir; hâdiselerin nakli, buna bağlı ve hukukun hileleşmeden dikkatini uyarmak içindir. En azından, onun hâlinin ifşâcısı olmak. Hâdise mi? BETATRON’la ilgili küçük bir notu aktarayım: 2006 veya 2007’de, Metris hâdiseleriyle ilgili, usûl yönünden yeniden yapılan silâh davasına gidişim, arabadan inince, “bana BETATRON veriyorlar!” diye bağırmam, Mahkeme salonunda kafamın etrafında bir hâle varmış gibi rahatlatıcı ve melekî bir tesir, bu sırada dinleyiciler arasındaki yakınlarımla selâmlaşmam, Mahkeme heyetine nisbetle sağ tarafta oturan gazeteciler, o tarafa bakmamaya mübalâğalı duruşum, buna rağmen birden, “kızlara bakma!” diye tedib edici, cihazdan verilen ses... Bu, aynı zamanda benim, konuşabilip konuşamayacağımı da yoklama oluyor: Ben arkadaşlara dönüp, bana BETATRON verdiklerini söylüyorum. Aynı zamanda, hâkimlere de aktaracağımın sinirlenmiş hâli; mevzu TELEGRAM değilse bile. O ânda ara veriliyor ve askerler beni, hücreye götürüyorlar. Kısa bir süre sonra da, orada Mahkeme’nin bittiğini haber veriyorlar. Bu türlü TELEGRAM faaliyetlerinden ötürü, benim baştan söylediğim husus hep şudur: Duruşmadan vareste tutulmak istiyorum... BETATRON VERMEK? Nymphalar, bu ifâdenin yanlış olduğunu söylüyor ki, doğru. Ama bu doğru, onların alaylarını doğru kılmıyor. BETA-TRON hakkında söylediklerim göz önünde tutulursa, benim söylediğim doğru olur. Ama cihaz kastedilirse? “İğne yapıyorlar!” derken de, âlet ve araç kastediliyor anlaşılsa? Demek ki, yarı yarıya haklıyız; bu bir galat ifâde. Günlük hayatta kullandığımız nice ifâde gibi!

“NUR MU İSTİYORSUN?”

Kartal Cezaevi’nde... Bir müddettir, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri ve Üstadım’ı, tam da TELEGRAMCILAR’a yakışan şekilde, kalbimin üstünde-içinde, vasıf dışı bir ahlâksızlıkla, çizgi film oynatır gibi gösteriyorlar: TELEGRAM’ın beyne yönelik bir iş olduğunu, herhangi bir yanlış anlamaya fırsat vermemek için hatırlatayım. Yine, yarı uykulu yarı uykusuz, hâlsiz ve “vakit geçirici” olmak için yattığım “sonsuzdan bir günün”, sonsuz saatlerinden ve giderek sonsuz dakikalarından birinde, kalbimin üstünde, fotoğraftan çizilmiş resimlerin, çizgi film gibi oynatılması: Eski Cumhuriyet baloları dekorunda, Atatürk pistte, başkaları da var, vals yapıyor. Ben tamamen hapı yutmuş olma dehşetiyle yataktan fırlamak üzereyken, KENAN’ı oynayan ARAR, “nur mu istiyorsun? Al sana nur!” diyor ve o ânda kafamın içinde müthiş bir şokla ışık patlıyor: Korkuyla –imân korkusuyla– kendimi havalandırmaya atıyorum. “Nurun ne olduğunu şimdi anladın mı?” diyor. O şaşkınlık içindeyken devam ediyor: “Şimdi güneşe doğru bak, Atatürk’ü göreceksin!”; zımnen İlâhı... Bakmayarak mı imânda kalayım? Merak saiki ve çekişme güdüsüyle Güneş’e bakıyorum; hâliyle fos çıkıyor. Tanrıyı da yaratan, yok. Bir daha da Telegram süresince, bu türlü lâfları etmiyor. Bir müzün sonu... Anladığım kadarıyla NYMPHALAR’da, “nur mu istiyorsun?” lâfının dışında, beynimde patlayan ışık hakkında bir not yok.

*

“Ne garib bir taifedir şu NAKŞİLER; kafileyi gizli yollardan sürer!”... Allah, neleri, nelere vesile kılarak gösterir.

*

RAHMAN SÛRESİ: Rahmân. Öğretti Kur’ân’ı. YARATTI İNSANI. Belletti ona, o güzel beyanı. Güneş ve Ay, hesab iledir. (...) Ki, taşmayın ölçüde. (...) Hem iki doğunun Rabbi, hem iki batının Rabbi. Şimdi Rabbiniz’in hangi lütuflarına yalan dersiniz? İKİ DENİZİ SALIVERMİŞ BİRBİRLERİNE KAVUŞUYORLAR. ARALARINDA KAVUŞMALARINA ENGEL BİR PERDE VAR.

*

Üçüncü âyet meâli: YARATTI İNSANI: 923.
Cumhuriyet’in kuruluşu: 1923.
KÜLTÜR DAVAMIZ isimli eserim hakkında Üstadım: Bu kitab CUMHURİYET SONRASI kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk ciddi nefs murakabesi eseridir.
UFUK İLE HAFİYE: (Tilki Günlüğü’nün alt başlığı): 923.
Cem-i ezdad: Birbirine zıd olan şeylerin bir arada bulunması: 923.
Dıb’an: Erkek sırtlan. (Kuş’am: Sırtlan. Aslan. Karınca yuvası. Koca, şeyh.): 923.

*

Kasah: Sırtlan. (Ezell: Kurtla sırtlan kırması... Ezel: Başlangıcı olmayan, her zaman varolan.): 169.
Kust: Topalak otu: 169.
Rahman Sûresi, 19-20: 3166= 169.
Kanıt: Delil: 169.

*

Cumhuriyet’in kuruluşu: 1923= 924.
Salih Mirzabeyoğlu Hükümdar’dır: (Tilki Günlüğü’nde, altında Üstadım’ın ismi bulunan bir yazı-rüya, aynı zamanda 31 Temmuz gününün başlığı): 925= 1924.

GERÇEK Mİ - HALÜSİNASYON MU?

Kartal Cezaevi’nde bir ziyaret günü; sabahtan öğleye kadar ve öğle paydosu ve yemek arasından sonra, tekrar. Kapalı görüş. Genel olarak sabahleyin, diğer arkadaşların ziyaretçileri gelmiyor. Ben, henüz ziyaret saatlerinde cihazın tesirini ve konuşmalarını kendilerinin yavaşlattığını veya tutulan balığın misinasını bollaştırma gibi bir tutumla beni rahatlattıklarını bilmediğim için, tam ziyaret yerine girince beden ve beyin olarak rahatlamamı, ziyarette dağılmama bağlıyorum; onun için de hiç kaçırmıyorum. Sonradan, aynı şiddette ziyaret yerinde de TELEGRAM işkencesi. Hâlimi seyirci olarak, sebebini bilmeksizin, bütün ziyaretçiler biliyorlar; hepsi şâhid. Evet; bir sabah ziyareti ve benden başka kimse çıkmış mıydı, çıkmamış mıydı, hatırlamıyorum. Cihazla – veya cin tesiri diyorum– beni orada da sıkıyorlar. Ziyaretçiler bölümü ile, açık ziyaretin yapıldığı –salon gibi diyelim– yer arasında, kapalı görüş koridoru. Açık görüş tarafına açılan pencereler. O sıkıntıyla, üzeri ondüle kaplı- ışık geçiren malzemeyle kaplı tavanından dolayı, gayet ferah görünen sözkonusu mekâna bakmak üzere camı boyalı pencereyi açıyorum. Bir de ne göreyim? Ondüle dedikleri, alt ve üstü eşit yarım dairelerden müteşekkil kıvrımlı-dalgalı tavan malzemesi üzerinden, Banknot matbaasından çıkan kağıt paralar gibi, bütün zeminden akan Atatürk resimleri; hepsi aynı, yandan bir kafa ve çizgiyle yapılma. Klâsik, herkesin bildiği resim şeklinde. Gördüğüm gerçek ama, ziyaretçime söylesem mi, söylemesem mi? Onun tavanı görmesi mümkün olmadığı için, bunun sağlamasını yapamıyorum. Bana inanır mı? Gördüğüm
halüsinasyon da olabilir. Beni rahatlatmaya gelen ziyaretçimi üzmemek için, yarım yamalak ve alelâde bir şeymiş gibi söylüyorum... Bu tertib: Projeksiyon âletiyle, –çizgileri gölge renginde resimlerin– tavandan geçirilişi şeklinde olabilir.
Şimdi: Benim hâlimi izâh sadedinde ilmî ve fikrî İZAHLARIM olmasaydı, kuru hâdise nakillerinden, kim ne anladı ki, kim ne anlayacaktı? Ben yine KLÂSİK PSİKOLOJİ yorumlarının ayrıca işkencesi altında, seyircilerin kimi beşuş çehreli, kendi nefs rahatı ve çıkarında, BOK yolunda olacaktım. Bu ifâdeyi, kızgınlığım olarak alın. “Allah’a malik olan neden mahrumdur?”; benim bürünmeye çalıştığım mânâ bunun hakikati iken, seyircilerin anlayacağı, sözkonusu ifâde. Bu benim, yaşama mücadelesi içinde bir nefs muhasebemdir de; fikri anlamaya ve sevmeye çalışın, kendinize yarar kılın bu çileyi. Eğlencelik olsun diye yazmıyorum. Dikkat ediyorsanız, sadece TELEGRAM’ı yazmıyorum, TELEGRAM’la yaşarken, vesile ve tedâî sarmaşıklarıyla hep TEVHİD’i yazıyorum; niçin yaşıyorsak, yaşamamız gerekiyorsa, onu.
Hâdise mi, buyurun bir hâdise daha...

YÜRÜYÜŞÜMÜ AYARLIYORLAR

Hergünkü olağan işlerden olarak, 5 mi 6 mı, uyudum veya bayıldım. Arada kahvaltı getirme, sayım faslı –saat 8 - 8.30 civarı–, 9.30 - 10 sıralarında da ayaktayım. Cihaz mı cin mi, kafamı parmakla dürtüp birini kaldırır gibi, yahut beynimde çalan bir sinyal müziği, veya 15-20 santim mesafeden “haydi kalk bakalım!” sesiyle; bunlar olmazsa şartlanmış bir şekilde ben kendim kalkıyorum. Kendim kalktığım zaman, onlar bana musallat oluncaya kadar geçen zaman, çalınmış bir zaman olarak, iksir gibi.
Öyle salaş, öyle bitkinim ki, 99’luk bir turu bile bitirebilmem mümkün değilken, yarın yine sabaha kadar, tesbihe sarılmaya mecburum. Çay - sigara faslı ve bahçede yine yürüyüş başlıyor; onlar başladılar. İşin en korkunç tarafı, bu işin bitecek bir müddetinin olmaması, sonunun olmaması.
Bahçede turlamam “L” şeklinde; gayet ağır adımlarla ve yürüyüş tarzım olarak, dizlerimi bükmeden yürüyorum. Kartal’da bu koğuşa konulduğum ilk 2 ay, Telegramcıların da şaştığı şekilde, günde 18 saate yakın yürüdüğüm oluyordu.
Yürüyüşümü ayarlamadan önceki günlere dönelim: “L”nin uzun tarafında yürürken, yarıya geldiğimde üzerimdeki - ve tabiî ayaklarımdaki tesir, hep aynı noktada çözülüyor ve sanki güneş- gölge ayırımı gibi, bir alandan öbür ferah alana geçmiş gibi oluyordum. Dönüşte ise, yine aynı noktada, tesir alanına girmiş oluyordum. Panik yok. “İleri geri gidip geleyim, bu ne iştir” veya “tesire girmeyeyim” diye sınırdan dönme yok. Hep aynı şekilde, turuma devam. Çünkü, defalarca olduğu gibi, bir şeyi bir şeye benzetir ve o şey kafanda özel olarak düşünmesen de, belki onlar tarafından ilka edilen bir netice olarak şekillenirken, bir zaman sonra bir de bakıyorsun ki tam tersi bir şey oluyor. Bu, başkasına anlatacağında da, seni, bir söylediği bir söylediğini tutmaz duruma düşürebilir; zaten kafalarda kalıplar hazır. Oysa ben, fırsatını bulduğum her ânda hep anlatmalı, niçin orda öyle de burda böyle dediğimin çözümünü de onlar yapmalıydı. Hâlim, bir taraftan yan, bir taraftan da hangi kimyevî terkibin yakıt olarak kullanıldığının sıhhatli tesbitini yap. Yoksa hepten yandın!
O gün, onlar, karnıma –sanki bir karınca yürüyüşü içinde, termometre cıvası gibi– giren, beni geğirten, derken kalbime doğru ilerleyen, dinlenmek için çömeldiğimde hemen kalbimi avuçlayıp sıkan bir tesirden tutun da, omuz başlarıma şiddetli darbelerle canımı yakmaya kadar bir sürü klâsik numaralarını yaptılar. Tabiî, duvar dibinden gelen, görünmeyen iki kişinin sesi, biteviye konuşmaları, o yavaş ses tonlarının büsbütün asab bozması; artık, Kenan mı, aktör mü, bir ara yan havalandırmadan lâf atan travesti mi, ne olduğu belirsiz, Sisivarî ses ve onun yanındaki
bilgisayarcı, hep başroldedir.
Sağ tarafımdan gelen ve giden fotoğraflar; çoğu kadın fotoğrafları. Kovmak için gözümü açıp kapama ve alnımı oynatmaktan perişanım; dışarıdan biri görse, “kafayı üşütmüş!” der ve bende yerleştirmek istedikleri, kalıcı kılmak istedikleri bir hareket de bu. Birileri yanımdayken, öyle bir şey aklıma gelir gelmez, tik gibi, gayri iradi olarak o hareketi yapmış olacağım. Bilgisayarcı uzman sesiyle:
— “Bak artık zihniyle kovamıyor, kaş göz hareketi yapıyor!”
— “Korkuyor, korkuyor; ama alışacak!”
Bu minvalde giderken, fark ettim ki, dizlerimi bükerek, tabiî şekilde ama iradem dışı yürüyorum. Sözkonusu “L”nin, bahsettiğim orta yerine gelince, yürüyüş şeklim değişiyor; ve dönüşte aynı noktayı geçer geçmez, kendi yürüyüş şekline dönüyorum.
Bunu yapabilmelerindeki tabiîlik, yâni hiçbir tesir ve zorlama hissi duymaksızın öylesine benimmiş gibi olan bu iş, aslında beni ürkütmeliydi; ama onun yerine, cin işi mi elektronik bir iş mi kısır döngüsünden başka bir şey düşünmeksizin, yoluma devam ettim. Yoluma?

HAFIZA TAZELEMEK

Hafızadan gelecek olanları, hatırlamayı, şimdiye açılmış bir mecra olarak görürseniz, TELEGRAM altındaki mecra, sizin tabiî yaşayışınız içinde olan değil de, onların istedikleri gibidir. Hani aklına gelen veya getirdikleri, bir köydeki hıyar tarlası olsa, onlar mecazından bunu senin “şey”e âit hatıran diye işlemeye hazır; beni misâl alın, hazırladıkları DOSYA’nın mahiyeti gereği. Hele bir de işlediğin mevzu MEHDÎ ise, anlayın “dosyaları”nın niyetini. Bütün bunları, “kanun sınırlarını zedelemeden” açıkça yazıyorum, elektromanyetik dalgaları elimle tutup delillendiremesem de. Yine açıkça söylüyorum, “cihazları önünde görmek istedikleri zavallı”, BEN BENİM!

*

Meşy: Yürüyüş: 350.
Eşyem: Yüzünde ve vücudunda çok beni olan adam: 351= 1350.

*

Hıbat: Yüzde olan dağ ve nişân. Ben, nokta: 612.
Derviş Muhammed: (Hacegân silsilesinin 21. büyüğü.): 612.

*

Üstadım’ın 1975 Ağustos’unda yaptığı Van ziyaretinin dönüşünde hatırladığı bir rüyâsı:
— “Dik, dik, dik bir dağ zirvesindeyim. Belki binlerce belki onbinlerce metre derinliklerde köyler ve ağaçlıklar hurdebin camındaki noktacıklar gibi görünüyor. Bu ne yükseklik! Anlatılır gibi değil! Yanıma, sol tarafıma doğru dönüyorum. Orada, tam zirve noktasında bir mezar... Toprağı elenmiş, taranmış, tertemiz... Beton bir çerçeve içindeki mezarın başında, dörtköşe, toprağa yatırılmış bir levha ve üzerinde İslâm harfleriyle iki kelime: DERVİŞ MUHAMMED.”


Baran Dergisi 189. Sayı