Levha: 20 Mart 1989... Sırtımdan cezbediliyorum... Sonra önden, yataktan düşecek gibi çekiliyorum... Şuurum yerinde... Tevekkül içinde hep “La Havle” çekiyorum ve Kelime-i Tevhid’i tekrarlıyorum... CİN olmasın? Arkadan, boynumdan sıkılıyorum... Nefesim tükendi, boğuluyorum... Bir yandan da kemiklerim kırılır gibi bir tazyik altındayım... CİN, Faik’in kılığında olmasın... Bir yandan da kulağıma, “şuna bir bakalım!” gibi tedib edici lâflar... Dayanamıyorum ve çığlık atmak üzereyim... İmdad istiyorum!

*

Lâ Havle....... aliyyil azim: 1910.
Şeyh: 910.
Tetfül: Tilki eniği. (Gönül. Takva.): 910.
Takrir: İyi ifâde etmek. Bildirmek. Ağızdan anlatmak. Yerleştirmek. Kararlaştırmak. Yerini belirtmek: 910.
İhtişar: Toplanma, cem olma. Büyük kafalı olma. (Üstadım’ın BAHRİYE MEKTEBİ’ndeki lâkabı: Koca kafa.): 910.
Müteaşşık: Aşık olan, çok seven: 910.
Ahzar: Endişeler, ihtiyatlar: 910.
Fazl: Olgunluk. Kerem, ihsan, ilim, marifet, inayet. Artmak. Bir şeyden bakiye kalmak: 910. Zera: Gölgelik. Perdelik: 910.
Teşkik: İkiye ayırmak: 910.

*

Lâ hâvle....... aliyyil azim: 1910= 2909.
Cüzur: KÖKLER. (Alt başlığı, ithaf eden niyetine, “Necib Fazıl’dan Abdülhakîm Arvasî’ye” olan eserimin ismi.): 909.
Bimarhâne: Akıl hastahânesi: 909.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1908= 909.

*

Lâ ilâhe illallah: 170.
Müslim: İslâm olan, selâmette olan: 170.
Musalli: Namaz kılan: 170.
Yakîn: Kat’i olarak bilmek: 170.
Meni’: Sarp. Çetin. Zor. El erişmez. Zabtı zor: 170.
Lâ ilâhe illallah: 170= 1169. Kusto: 169.

*

CİN Mİ CİHAZ MI?

Üstadım’ın ilk ciddi HAFİYE romanı olarak takdim ettiği, İngiliz Conan Doyle’un Şerlok Holms isimli roman kahramanı, bir macerasında “her problem çözüldükten sonra kolay gelir!” der. KARTAL ve BOLU Cezaevleri’nde, benim TELEGRAM maceram sırasında sözünü ettiğim CİN tesiri meselesi de, “elektronik bir cihazla mı gerçekleştiriliyor, yoksa sadece cinler mi kullanılıyor?” ikiliği arasındaki bir kararsızlıkta, beni ayrıca deli etti. Sonradan iş, ihtimâl olarak, yaranın mikrop kapması mı, yoksa mikrobun mu yara açması” şeklinden, elektromanyetik tesirin zayıflattığı beyne cin tesiri olabilir şıkkına döndü. Asıl olan cihaz. Ya cin? Çok uzun zaman,
onun müdahil olduğunu kesine yakın bir kanaatle, belki HADİM tesiri hâlinde kabullendim. En sonunda, o tesirin halli yolunda benim - yakınlarımın - arkadaşlarımın okumaları, duaları, hele Mahmud Efendi Hazretleri’nin “muhafaza edilmem” hususunda 1000 İhlâs sûresi ve 1000 “Arkalarına bakmadan dönüp gidecekler” meâlindeki âyeti okuyup benim niyetime bırakması - gece kalkıp benim için dua ettiğini duymam, başlıbaşına MÜJDE, CİN ihtimâlini veya bu ihtimâlin bendeki korkusunu kaldırdı. 2006 senesinin ortalarıydı sanıyorum. Ondan sonra, O’nun ve yakınlarımın duaları, çeşitli bakımlardan bereketini arttırarak, bugünlere geldim. NYMPHALAR, cihaz tesirini CİN tesiri zannıyla karıştırmam bakımından, KARTAL’daki gibi CİN hususunda kurdukları ve görevlileri bilerek bilmeyerek âlet ettikleri oyunları, bu husus benim için açıklığa kavuştuktan sonra, bu sefer “oynanmış oyun”u alay-şaka karışımına vesile ederek hatırlatır oldular. Divan Şairi Nefî’nin, bu lâkabından önce “Darrarî” lâkabını kullanması ve zehirli hicivleriyle “şok” edici kızgınlıklara sebeb olması gibi, NYMPHALAR “Darrarî”, yâni zarar verici söz ve frekans oyunları ile, daima zıd, ama bende irademi teksif etme hünerime âlet bir role düştüler. Bu lâfım onların hoşuna gitmiyor. Ama bu, onların başta farkında olmasalar da, isteyerek veya istemeyerek müsbet katkılarından hisselerine düşeni de eksiltir. Zorlukların insanı tüketmesi başka şey, zorluklara dayandıkça güçlenmek başka şey; ikincide, yolda kalmamaya çalışıyorum. NYMPHALAR, üç senedir beni yavaş yavaş rahatlatan toplumdaki ve dünyadaki şartların değişimi içinde, zaman zaman kuduruyorlar ve hem zihin, hem bedenim üzerinde cihazlarının alternatif uygulamalarını sergiliyorlar. Son bir haftada, hem zihni yorucu uygulama hem de şok beden kramplarını –iki defa– yaşattılar. Göğsümün yan arka taraflarına doğru. Matematik çözümü sırasında, kuşlara âit bir özellik meselesini kafanıza sokar gibi, birşey düşünürken, meselâ başka bir mevzuda geçen bir kavramı söz ve frekans telkiniyle beyninize mıhlamak, böylece sizi parçalamak nasıl olur? Sıcak bir sudan, âniden buz gibi bir suya daldırılsanız? Ya uyku rahatlığı içinde iken, uykuda iken, âniden bir telkin ve tesirle uyandırılsanız? Ahlâksızlıklarına sınır yok; mizaç ve taktik bir aradadan, taktike dönüşe başlayan bir seyir içindeler gibi olsa da, yıpratıcı. CİN hakkındaki alay-şaka karışımları, bu süreçte bir çeşni. Onlara, “asıl siz, cihaz tesirinin cin tesiri zannedilmesini normal karşılamalı değil misiniz?” diyorum. Okkalı(!) bir lâf; ama doğru. NYMPHALAR, benden lâyık oldukları karşılıkları alırken, kızgınlığımı alaya alıcı bir lâfımı hatırlatıyorlar: “Ama işine gelince, benim cinim olur musunuz?”... KARTAL’da edilmiş bir söz.

*

Hafiye: İnsan bedeninde gizli olan can. Gizli, mestur: 696.
Fikir Kahraman(ı): 696.
Hassa: İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Tesir. Menfaat. Adet ve alâmet. Ekabir, kavmin şereflisi: 696.
Suret: Biçim, görünüş. Kılık. Tarz. Yol, gidiş. Hâl. Tasvir. Dıştan görünen şekil. Çare: 696. Havas: Kısık ve çukur gözlü. (Havass: Üstünler): 696.
Mütenevvir: Nurlanan, parlayan: 696.
Sahha: Kulakları sağır eden çığlık, bağırış. (Salih Aleyhisselâm’a inanmayanların helâkine sebeb, gökten gelen SAYHA’dır.): 696.
Tevfir: Arttırma, çoğaltma. Bir kimsenin hakkını ne eksik ne fazla tam olarak verme: 696.

*

Hafiye: Casus. Polis. Saklı ve gizli şeyleri araştıran. (Polis: Şehir. Zahir olma): 695.
Hufye: Saklanma, gizlenme. Etrafı herhangi birşeyle ihata edilen şey: 695.
Meşmeşiye: Âlem-i gayb’den veya Âlem-i misâl’den bir âlem. Bazı evliyanın keşfen müşahede ettiği bir yer: 695.
Hurufat: Harfler. (Kültür. Lügat. Dil. İlim): 695.

*

Canon. (İngilizce): İlâhi kanun. Kanun, nizâm, miyar, kriter: 110.
Ayn: Da’va cetvelinde Allah’ın Alî-Yüce ismine tevafuk eder: 110.
Sîm: GÜMÜŞ. Gümüşten. Gümüş para. (Saliha: Safi gümüş. Salih kimse.): 110.
Kesel: Tembellik. Uyuşukluk. Yorgunluk. (Küsist: Yorgun... Kust: Sahil.): 110. Medlul: Delâlet olunan. Mânâ. Meâl. Mefhum. Bir kelime veya işaretten anlaşılan: 110. Müsebbih: Allah’ı tesbih edip, anan: 110.
Mahbes: Hapishane: 110.

*

Mucîb: İcabet eden. Sebeb kabul eden. Duaya icabet eden Allah: 55. Doyle: Bir grubun en yaşlı veya kıdemli üyesi: 55.
Necb: Kabuk soymak. (Gaybı kurcalayan): 55.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2055.
Conan Doyle: 165.
Rahman Sûresi, 19-20. âyet: 3165. Müfehhim: Anlatan. İdrak ettiren: 165.

*

Rahman Sûresi, 19-20. âyet: (Allah, iki denizi salmış birbirlerine kavuşuyorlar - aralarında birleşmelerine engel bir PERDE var): 3166= 169.
Abdülhamîd: Allah Sevgilisi’nin ARŞ ehli yanındaki ismi: 169.
Kusto: 169.

*

Holms: Nehir veya göl ortasındaki adacık. Nehir kenarında bulunan çayır: 144.
Şerlok: Toplu tabancanın topunun kilidi: 636. Havel: Mülk. Haşmet: 636.
Hilv: Boş oluş. Boşluk: 636.
Rehafeşan: Kurtarıcı: 637= 1636.
Kılavuz: 144.

*

Şerlok Holms: 780.
İzzet Mirzabeyoğlu: 1779= 780.
Mahluka: Başkasının olup da benimsenen manzume: 781= 1780. Telegram. (Telekıram): 781= 1780.

CİNLER - CİNLİKLER

Sol göğsümün dört-beş parmak aşağısından başlayan ve termometre gibi yukarıya doğru yürüyen-inen, hafif hafif oynayan, bir tesir; sanki, vücudumun içinde minik bir karınca ve tesiri dış yüzden engellenemez. Sözkonusu tesir, o zaman bir CİN diye idrak ettiğim ve henüz frekans tesiri diye bilemediğim, aynı zamanda telkinle gerçekleştirilen, KALB OKUMA zannı uyandırılan bir oyuna dair. Herşeyin uryan bilinmesi gayesine matuf gösterilen bu oyun, –o zaman benim için gerçek!–, ödümü koparıyor. “Acaba ne olabilir?”... Merakınız gıcıklanıyor değil mi? Mukabil savunma sistemimle, geldikleri yoldan püskürttüğüm NYMPHALAR, bu işin zihne tesir şeklini işlediler. Gizli duyguların keşfine çalışmak, hırsızlık meselesine benzer; sadece hırsızlık yapmış olmak değil, öyle muamele görmek ve araştırılmak da yıpratır insanı. Hele asıl
gaye bu ise. Bunun canhıraş karşılıklarını hem gerçek, hem kıyas olarak, kendi tarafındaki makam ve mansab sahibleri vesilesiyle gördü NYMPHALAR. Onların korkuları da onlar. KARTAL’dayız; KALB OKUMA, daha sonra göbek deliği hizasında sanki bir çizgi, aralıklarla konuşurken mütemadi sağdan sola giden bir tesirde, o çizginin altında veya üstünde mânâsı değişen bir konuşmaya eşlik eden oyuna dönüşüyor. Yarı uykulu bir durumda, otururken, bahsi geçen iş, size radyo dinliyormuş intibaı veriyor. Müthiş(!) bir keşif: “Sen filân işi yaptın...” derken, nefes alışınız sırasında birden sesin alta indiğini ve “yaptın”ın, “yapmadın” olduğunu farkediyorsunuz. Orhan Veli’nin, “Bu havalar mahvetti beni” demesi gibi, bu keşifler mahvetti beni. Gerçi ardı sıra gitmesen ne yapacaksın; davul benim de, tokmak onun elinde. Hiç olmazsa ses değişsin hesabı, biteviye konuşmayı, üst menfi-alt müsbet çıkar, hafif göbek kıpırtısıyla lehine çeviriyor olma zevkiyle, akıntıya kapılmış git. Kafa turşu olmuş. Birkaç gece oynanan bu oyundan nasıl kurtulmalı? Madem ki mani olamıyorum, öyleyse bir cüret, ayrıca fevkalâde kârım da olabilir, hafif bir sesle cine soruyorum: “Sen benim cinim olur musun?”... Cin ya! Sözün mânâsıyla, frekansın azdırıcı tonda uyumu yanında, sözün mânâsının normal durumda üzerinizde bırakması gereken uyumu, frekansın baskın tesirinde tersine dönebilir. Mutlu olmayı gerektiren bir lâflarına mukabil, keder duygusuna kapılmanız gibi; yahud tersi. Benim o soruma cin(!), hem sözlü, hem de tesir olarak olumsuz, yalak bir alaycılıkla cevab verdi: “Hee, hee, işine mi geldi...” Kopyada yakalanan talebe gibi, açıkgözlük edeyim derken yakalanmıştım. Üstadım’ın BAHRİYE MEKTEBİ’nde arkadaşları ile KÜRT hademeye oynadıkları CİN OYUNU’na mukabil, ben KARTAL’dan BOLU’ya CİN OYUNU’na düşmüş geldim. CİN bahsi mahfuz, ama TELEGRAMCILAR tarafından asıl olarak hedeflenmiş olmadığı gibi, bu iş inanç mevzuu değil bir VARLIK mevzuu olsa da, inançları da yok. Bu yokluk, NYMPHALAR için daha az; biraz inanıyorlar. Kendilerine NYMPHALAR. Cin meselesi, onların epey kurgularına-alaylarına mevzu oldu. Vesilesi düştükçe, gelecek sayılarda bahsederiz. Burada, onlara söylediğim şu sözü not edeyim: “Üzerimdeki tesir, rüyâ hâli vesaire, bir cihazla da gerçekleştirilse, bizzat sizi motive eden şeyin cinler olmadığını söyleyebilir misiniz?”... Zaman gibi; bildiğimiz, ama anlatamadığımız şeyleri düşünün. Zihnî bir operasyonla “ileri-geri” hâlinde eşyada gördüğümüz ve takib ettiğimiz zamanı, böylece eserlerinden biliyor değil miyiz? Nice mücerretlerin YAŞAYAN ve BİLENİ varken, yaşamayan ve bilmeyenin olduğunu, bunun yanında bize âit vücuda dair bilginin, bir doktor tarafından bilinebildiğini anlayamıyor muyuz? Cinler bahsinde hâlimiz. Özellikle KARTAL’da, TELEGRAMCILAR’ın katkısı olmasa da, onlardan –belki– habersiz, sadece CİNCİLİK yapıldığını da sanıyorum.
Bir not: KARTAL Cezaevi tecrübesiyle BOLU’ya geldim. Cihaz mı Cin mi derken geçen aylardan sonra, yakınlarımı ve arkadaşlarımı kurtarıyor zannında, fiziken büsbütün tükenmiş hâldeyim, hayatı terke karar verdim. Bu bir şehadet eylemi idi. BOLU’da tecrübem, tezahürleri beklemem ve “komik” duruma düşmemek için - bu şekilde istismar edilememek için, konuşacağım zamanı gözledim. Hep gözledim. Bu, KARTAL’dan farklı bir gelişme: Cinlerle değil, insanlarla konuşuyorum, bu kesin ya, bu kesinlik içinde olan biteni “kafayı yemiş”e fırsat vermeyecek bir bilgelikle tebliğ de ediyorum. NYMPHALAR’la karşılıklı konuşmalarımız, “kötü sözler” dışında, fikir karmaşasına da giriyor, apaçık konuşuyoruz, bildiğiniz gibi bunu tebliğ de ediyorum. Garib bir durum: Aslolan karşı karşıya duruş, her türlü kötü söz, bunun yanında benden insicamlı ve düzenli düşünce, onlardan ciddi veya muzurluk şeklinde mihraksız konuşma. Dövüşen iki insanın birbirlerine söyledikleri lâflar, tehditler, üstünlük taslamalarının ardından, hani yorulunca şöyle birer sigara tüttürerek nefeslenmeleri gibi bir rahatlık içinde sohbet üslubuna girmeleri. İşkence yapanla işkence görenin, birinin diğerinin hâlini anlaması - haksızlığını hissetmesi, öbürünün onun “iş”inin bu oluşunu anlayışa doğru bir gariplik içinde, bahsettiğim sohbet üslubunun doğması. Durum benim için şudur: İsa Aleyhisselâm ve havarileri
leş kokulu bir köpek cesedi yanından geçerlerken, Havariler’in leş kokusundan bahisle burunlarını tutmalarına mukabil, İsâ Aleyhisselâm’ın “ne güzel dişleri var!” demesine eş, ben NİSBET SAHİBİ, tersinden ve bu türlü düzünden herşeyi kendi davam yönünden VAHDET’e tahvil edebiliyorum. Şu hikmet etrafında dönmem bile, anlattıklarımın bir yeni isbatından başka ne ki?

UFUK: CİN KORKUSU

(Bahriye Mektebi’nde, talebelerin hademeye oynadıkları bir oyun)... Bizden sonraki sınıfların küçük yaşta talebeleri arasında CİN hikâyesine inananlar oldu. Bunlar, gece yataklarından çıkamaz ve donlarına kaçırır oldular. Bir hikâyedir sürdü... Bizi ve daha küçük sınıfları toplanmaya çağırdılar... Kumandan:
— “ 1054 Necib Fazıl, 3 adım ileri, marş!”
Yüzümü talebelere çevirttiler:
— “Şu gördüğünüz haylaz, gece nöbetçisini korkutmak için bir CİN hikâyesi oynatmıştır. Bu işin aslı faslı yoktur. İşte kendisini cin, cin diye satan haylaz karşınızda! Onu en büyük ceza olarak teşhir ediyorum! Siz de rahatınıza bakın ve geceleri korkunuzu gidermekte kuşkuya düşmeyin!”
l
Bahriye Mektebî: Askeri deniz okulu, orta ve lisesi. (Deniz. Lûgat. Dil. İlim. Edebiyat): 697. Havass: Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar. Muteber zâtlar. Evliyalar. Zenginler. Mânevî tesir için okunan duâlar: 697.
Isaha: Kulak verip dinleme: 697.
Mahzen: Hazine ve define gibi şeyleri koyacak yer. Erzak yeri. Bodrum. Yeraltı. (Nevad: Mahzen. Bodrum. Dil.): 697.
Müntehir: İntihar eden: 697.
Hun-alûde: Kana bulanmış: 697.

*

İntihar: İdam-ı nefs: 660.
Müsteykin: Yakînen ve kat’i olarak bilen: 660.
Keramet: Bir velinin, İlâhî lütuf eseri gösterdiği marifet, harika hâdise. Bir velinin kendi iradesiyle böyle birşeye davranışı, yine onlar tarafından feci olarak nitelenmiştir. Yine, bazen bu soydan bir keramet, bir zayıflık sayılmıştır; Allah’ın iradesi dileği olmuş kişinin, herhangi bir sebeble gayrete gelmesi, bu mânâyı zedelemesi. Küçük çapta kerametler, menfi kutuplarda da tecelli eden ve “istidraç-sahte keramet” denilen hâdiselerle birbirine karıştırılabilir; bunlar, nefsi ile nefsi için mücahede (eden) sırasında meydana gelen olağan dışılıklardır. Bunun en küçüğü de, Şaman harikalarının andırışı içinde boy gösteren “sun’i telepati” ve “sun’i hipnoz” yoluyla gerçekleştirilen TELEGRAM zapt ve teshiri içinde olanlardır ki, bu mânâda TELEGRAM, ruhçuluğun aslı ve astarı hususunda İSLÂM’dan başkasının kalmadığını isbat eden bir teknolojidir: 661= 1660.
Osman: (Asman: Gökyüzü, sema... Usman: Ebcedi, Osman ile aynı. Bir mânâsı BÂKÎ, geride kalan, FAZIL, fazla. Diğer mânâsı Cennet meyvesi diye de vasıflandırılan ZEYTİN AĞACI ile ilgili. Üstadım’ın Büyük Doğu mecmualarında yazdığı hikâyelerde kullandığı müstear isim, AHMED ABDÜLBAKÎ’dir. Ahmed, küçük isimdir: Ahmed Necib Fazıl... Osman: Usmen... Us, Türkçe’de AKIL demek. Us-men: Akıllı ben.): 661= 1660.
Hılal: Dostluk: 660.
Rast: Doğru. Müstakim. Sağ. Uygunluk. Haklı: 661= 1660.
Sitar(e): Yıldız, kevkeb. (Hadîs: Mehdî’nin yanağında yıldız gibi parlayan bir BEN vardır.): 661=
1660.
Sitr: Örtü, perde. (BERZAH): 660.
Müntesaf: İkiye bölünmüş ve yarı olmuş: 660.
Hina: Şarkı söyleme. (NYMPHALAR’ın, nehir ve göl kenarlarında şarkı söyleyen, fitne çıkarıp kavga eden tabiatın esprileri, lâtif varlıkları oldukları hatırlanmalı - Mitoloji’de.): 661= 1660.

*

İdam-ı nefs: (Bu tâbirde, intihar, yâni kendi nefsine kıyma mânâsı bulunduğu gibi, zünnar, yâni mecusî ve Hıristiyan keşişlerinin bir alâmet olmak üzere bellerine bağladıkları kuşağın, nefse benzetilerek “önce zünnarını çöz!” diye tasavvufta kullanılması şeklinde, bir “nefs edası” mânâsını da buluyoruz.): 306.
Bakara: İnek. Dişi sığır. Kur’ân’ın 2. Sûresi: 306.
Nuran: Nurlu, parlak: 307= 1306.
Avrel. (Kürtçe): NİSAN. BİRİNCİ: 307= 1306.
Şah: HÜKÜMDAR. Padişah. Bir yere hâkim olan zât. Sahib. Asıl. AT’ın ön ayaklarını kaldırarak dikilmesi: 306.
KAHHAR: Allah’ın isim ve sıfatıdır, kahredici mânâsında: 306.
Verik: GÜMÜŞ para: 306.
Fedakâr: Zahmetlere göğüs gererek, davasında sebat eden. Başkası için zorluklara katlanabilen: 306.
Müsevver(e): İhata olunmuş, kaplanmış, istilâ olmuş: 306.

*

İdam-ı nefs: 306= 1305.
Akder: En kudretli: 305.
Kudar: Büyük yılan. Aşçı. (Rızk-yemek.): 305.
Kadir: Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret ve güç sahibi Allah: 305. Heysar: Arslan: 305.

*

Cinn: (Üstadım’dan bir mısra: Ne derlerse desinler, yakın dostlarım cinler!): 53.
Ahmed: Daha çok hamdeden. Çok övülmeye ve medhedilmeye lâyık olan. Çok sevilen. Beğenilmiş. Allah Resûlü’nün bir ismi. (Hadîs: Ümmetimden bir AHMED gelecek ki, en büyüğü odur... Allah Sevgilisi tarafından methedilen o Ahmed, kendisine kadar gelen Ahmed isimliler arasında en büyüğü, İkinci bin yılın yenileyicisi, Ahmed-i Farukî isimli, İMAM-I RABBANÎ HAZRETLERİDİR. Hind’in Serhend beldesinde doğmuş, yetişmiştir.): 53.
Kevkebe: Yıldız. Süvari alayı: 53.
Bademe: Zincir halkası. Et beni. Eski hırka. (Hırka-i Tecrid: Derviş hırkası... Hazermih: Bin yerinden yamalı derviş hırkası. Çok süslü. Gök yüzlü... Divan edebiyatında güzelin yüzündeki ben: Hindu.): 53.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2052= 1053.
Evham: Vehimler. (Hayrete düşme): 53.
Magib: Gaib olma. Kaybolma. Görünmeme. (Şiilerin, isim benzerliğinden dolayı Muhammed Mehdî –bin Askerî– Hazretlerine yordukları durum; ahir zamanda tekrar görüneceğine inandıkları MEHDÎ inancı hatırlanmalı.): 1052= 53.

*

Birinci: (Birinc: Pirinç. Bol su içinde yetiştirilen bir tahıl nevi.): 255.
Peygamber: Allah’tan haber getiren: 1254= 255.
İns ve cin: (İnsanlar gibi cinler de, Peygamberlerin tebliğlerine muhatab olmuşlardır, buna göre mümin veya kâfir olmuş, mümin veya kâfirdirler. Resûlullah Efendimiz’in kum üzerine oturup
araya çizgi çizerek konuştuğu malûmdur. Şerli cinlerin gaibden haber çalıp duyurmaları, Resûlullah Efendimiz’in göreve başlamasından sonra, Allah tarafından engellenmiş ve ateşten toplarla-taşlarla kovalanmışlardır. ARŞ’ın gök ve makam, KÜRSÎ’nin onun altında bir mertebe oluşu, ABDÜLHAKÎM-HAKÎM’İN KULU Allah Sevgilisi ve O’nun Ehl-i Beyti mânâsındaki İslâm Büyükleri ile birlikte düşünülürse, ARŞ’ın Allah’ın ZAHİR ve BATIN ismi karışımında olması, bunun remzlerinden birinin KUSTO-ölenin arkasından kadının sürünebileceği kokunun ebcedinin Rahman Sûresi 19 ve 20. âyetlerle tevafuku, Büyüklerin dilinin korunduğunu gösterir.): 255.
Mebruz: Gösterilmiş, ibraz olunmuş. Açılmış mektub-haber: 255.

YEVMİYE: BİR KİŞİ...

“Meramınızı pek iyi anlatamadınız herhâlde?” diye soran ERKEKÇE isimli dergi muhabiri, şu cevabı alıyor:
— “Bir maşrapaya Marmara’yı döksem, maşrapa yine alacağı kadar alır... Ama ben maşrapayı doldurmuşumdur... Birçok politikacının istifade ettiği, hattâ işi istismarcılığa götürdüğü İslâmiyet davasında, bunlar benim düşük çocuklarım hâlinde peydah olmuş tiplerdir. Birçokları düşecek, ama BİR TANESİ TUTACAK, doğacak, yaşayacak, yaşatacak...”

*

Ehad: Bir. Tek. Nadirlikle vasıflı kâmil sıfatı havi olan: 13.
Salih Mirzabeyoğlu: 1013.
Vecd: 13.
İstisna: Ayırmak. Kaide dışı bırakmak. Müstesna kılmak. (Gelişi gidişi ruhî mugman-muamma... Yevmiye: Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu’na sevgiyle...): 1013. Harikulâde: Fevkalâde, âdetin haricinde olan şey, eser. Görülmedik derecede. (Yevmiye: Üstadım’ın Efendi Hazretleri’nin huzuruna ilk varışındaki intibaı, “Harika meydana geldi!” olmuş.): 1012= 13.
Vicd: Gına. Zenginlik. (Vicdan): 13.
Müstahdis: Yeni bir şey bulucu. (İBDA): 13.
Vav: (Kur’ân alfabesinin sondan üçüncü harfi. (Allah’ın Refiu’d derecat ismiyle alâkalı. Mertebesi yüksek dereceler.): 13.
Hica: Bilmece, bulmaca: 13.
Abî: Suda yaşayan veya suda meydana gelen. Çok mavi. (Tedaî: Rahman Sûresi, 19 ve 20. âyetleri ile, Furkan Sûresi 53. âyet. BERZAH SIRRI.): 13.
Gayb: Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz: 1012= 13.
Zecec: Kaşın uzun ve ince olması. (Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, Üstadım tarafından tasvirinde geçer.): 13.
Evvah: Kusurunu bilerek ah-vah etmek, yalvarmak. Yakîn ilim sahibi. Halil İbrahim Aleyhisselâmın bir vasfı. Merhametli. (Yevmiye: Abdülhamid Han’ın bir suçu vardı biliyor musun? –“MERHAMET!”... Hüküm tamam...): 13.
Tabahat: Aşçılık: 1012= 13.
Azad: Hür: 13.
Hece: (Yevmiye: Ölümü Yunus Emre kadar kim derinden duyabilir... “Dökülmüştür kirpikleri kaşları — Başları üzerinde hece taşları.”... Konuşalım öyleyse... Şâhide: Mezar taşı.): 13. Zaid: Fazlalık. Tekid için söylenen. İlâve olunmuş: 13.
Uzema: Mevki ve şeref bakımından büyükler. (Faal kuvvetleri kendinde toplayan ÇOCUK sırrı hatırlanmalı.): 1012.
Cihad: 13.
Yed: EL. Kuvvet, kudret, güç, yardım. Vasıta. Mülk: 14= 1013. EndFragment n>Derdak: Küçük çocuklar: 308.

*

Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu: 1868= 869.
MEKTUBAT: Mektublar. Hadîslerden sonra, İmâm-ı Rabbanî’ye âit ümmetin en büyük kitabı:
869.

*

Seyyid Abdülhakîm Arvasî Üçışık. (Büyük ebcedle): 1987.
Mehdî Necib Fazıl Kısakürek - Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1986= 987. Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 987.
Efraşte: Yükseltilmiş, yukarı kaldırılmış: 987.
Hıfz: Saklama. Koruma. Muhafaza. Hatırda tutma: 988= 1987.

*

Ezel: İbtidası ve başlangıcı olmayan, her zaman var olan: 38= 1037.
Evvel: Vücudunun öncesi olmayan Allah’ın 99 güzel isminden biri: 37.
Çalab: İlâh. Mabud. Hak. Rabb: 37.
Hiçahiç: Hiç. Yok. Bomboş. (Yevmiye: Bomboş bir devirdeyiz... İdrakin aczini idrak bir ilimdir... Ayna: Büyük ve iri göz - idrak... Ayn: Eşyanın hakikati. Zât. Kavmin şereflisi. Nefsin safiyet bulması ve tecellileri aksettirmesi - eserin peyda olması.): 37.
Ebdal: Evliya zümresinden bir cemaat: 38= 1037.
Şifahane: Hastahâne: 1037.
Halvet: Gizlilik. Yalnızlık. (Yevmiye: Hiçbir serrişte vermiyorsun hâlinden.): 1036= 37.
Eblad: Eser: 38= 1037.
Manzum: Şiir. Ölçülü, mizanlı, tertibli. Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş: 1036= 37.
Gulüvv: Ayaklanma. Taşkınlık. Üşüşme. Hücum. Saldırma. Mübalağanın son derecesi. (Diğer iki derecesi, tebliğ ve iğraktır.): 1036= 37.
Evil: Siyaset: 37.
Lehab: Ateşin alevlenmesi. Havaya yükselen toz: 37.
Decl: Örtmek. Karıştırmak. Yalan söylemek. Mübalağalı faili, DECCAL’dir: 37.
Gul: Belâ. Ölüm. İfrit. Cin taifesi: 1036= 37.

*

Lücc(e): Ayna. GÜMÜŞ. Engin sular. Kalabalık cemaat: 38.
Liva: Bayrak. Sancak. Tugay. ALLAH RESÛLÜ’NE ÂİT SANCAK: 38.
Çile: Eziyet ve sıkıntı çekme. Üstadım’ın şiir kitabının ismi. (Salih Mirzabeyoğlu’nun sürekli anlattığı Üstad’ın şiirlerinin kendisindeki tesirini, hikemiyat plânında da ŞİİR İDRAKI bahsini bir idrak buudu olarak işaretleyişini, bunun İSLÂMA MUHATAB ANLAYIŞ mânâsına bir KUR’ÂN İDRAKI oluşunu hatırlayınız.): 38.

*

Şiir (Maktel, aynı ebcedte ve ŞİİR İDRAKI buudu diye anla: Birinin öldürüldüğü yer.): 570. Sıfat: Bir kimse veya şeyin hâl ve vasfı. Suret, çehre, nişân, alâmet. Bir şeyin keyfiyetini izâh için kullanılan kelime: 570.
Sistem: (Üstadım: Şiirde teşhis tecrid için, hikemiyatta tecrid teşhis içindir.): 570.
1987’de 37 yaşında idim.


Baran Dergisi 213. Sayı