Göz açıp kapanmaları arasında geçerken zaman, kuşun gagasıyla yem kapmaları gibi idraka takılanlardan… Kartal’da TELEGRAM… NYMPHALAR, susuzluktan, su içmememden olduğunu iddia etseler de, ben öyle düşünmüyorum. Sürekli çay ve sair sıvıların yetmesi bakımından, birkaç ayda bir canım su çekiyor. Kısaca, anlatacağım hâdisenin susuzlukla alâkası yok: Birkaç kere yaptılar. Uykudan uyandığım, uyku sersemi baygınlığında birkaç saniye, kendimi kör olmuş sanarak panikledim. Uykudan uyanıyorum, KAPKARANLIK. Hayır; GÖZKAPAKLARIM açılmıyor. Ne kadar gayret etsem. Paniklemem normal, çünkü bu tabiî bir hâl değil. Başparmak ve şehadet parmağımla, sizin de pek tabiî bildiğiniz şekilde, gözkapaklarını ayırıyorum. Gözlerim görüyor. Psikolojik tasvire lüzum yok, sevindim, kör değilim. KENAN’ın, beni kör etme tehditleri uzun zaman sürmüş olduğu için, bu hâdise olduğundan daha etkili görünmüştü. Bilmem ne kadar, belki birkaç hafta, gözkapaklarımın açılıp kapanışının sesini, elbette TELEGRAMCILAR’ın istediği sese dikkat çekme hünerleri olduğunu da bilmeksizin duyuyordum. Garib bir duygu: Sanki vücudum eski Avrupa şövalyelerinin paslı zırhı, gözkapaklarımı açıp kaparken çıkan bu şapırtı da, yağlanmamış olduğundan. Beni basbayağı yakma tehditleri zamanında, havalandırmada sırtımı duvara vererek çökmüşüm, tedirginim, çünkü bel ağrımın sebebi merkez noktaya istedikleri zaman vuruş yapmalarından dolayı dikkatim burada; o arada, üzerimde naylon kabanın hafif bir ateş çıtırtısı çıkardığını duydum. “İşte yanıyorsun!”… İyice bıkkınım, hiç kıpırdamadım. Yanma olduğuna inanmadım ama, nasıl becerdiklerine şaşmıyorum değil. Bir keresinde de, koğuşun içinde değişik yerlerden ve bana yakın yahud uzak mesafeden gelen kuş cıvıltısına iyice esrar katmak hevesi olsa gerek, omuzuma kuş sıçtı. Gördün mü, sıçtı işte, temizle!”… Görünmez kuşun, görünmez pisliği. Bunlar, “terörle mücadele” adına oluyor ha! Tek başına kaldığın koğuşta, İDAMLA YARGILANMA sürecinde. Neyse; gözkapaklarımın tabiî olarak açılmaması, açıp kapama sırasında çıkan ses, bana o yakma ve kuşun pislemesi ile aynı kefede gerçeklik hissi verdi… BOLU’da, uzanmış, gözlerimi kapamış, dinlenmeye çalışıyorum: Işığı, gözkapağı şeffaflığından geçen görür ve seyredersiniz ya, öyleyim ve bu hususta niyetliyim. NYMPHALAR, oynuyorlar; tabiî durumda da, yeşil, kırmızı, mavi gibi renk ve renk çizgileri gördüğümüzü herkes bilir. Bunlar, benim bir dikkatim olmaksızın “renk terapisi”nden aklımda kalan, (gûya beynimi gri olarak düşününce elektrikî tesir-betatron tesiri kesiliyordu), o hissi yaşatan bir numarayla, gözkapağımdaki aydınlığı karanlığa çeviriyorlar. Sanki beynimde ışık sönüyor. Bu sefer, benim bir niyet ve gayretim olmaksızın(!), tamamen pasif bir duygudayken. Sadece seyrediyorum. Ardından, yeşil ve kırmızı çizgiler, uçuşan renkler; sonra muntazam çizgili desenler. Eee, bunların kendilerinden olduğunu söylemeden olmaz; renk terapisi mevzuunda alaylarını-marifetlerini hatırlatarak, gördüklerimin de kendi marifetleri olduğunu ayan ediyorlar. Renk terapisi, malûm, vücuttaki “enerji merkezleri”nden vücudu güdümleme işi. İnsanın trans hâli içinde kendinde veya karşı tarafa aktardığı renk düşüncesiyle, fizikî ve ruhî tedavî amaçlı, değişik kültürlerde sözkonusu olan bu mevzu, TELEGRAM’da da, benim TELEGRAM’ı anlama başvurmalarım sırasında, alay niyetiyle bana yönelik kurgu olmuştu. Ben, “şakra” dedikleri enerji merkezlerine, bunların elektrikî tesirle hareket verdiklerini düşünüyordum. Yine öyle. Figüranlar ise, ne yaptıklarını bilmeden.
 
 
GÖZKAPAĞI - KUŞ GAGASI
 
 
Levha: 24 MAYIS 1983… Hafif aralık bir gözkapağı… Dikkat edince, tam gelişmemiş bir kuş yavrusunun yayvan gagası oluyor… Uykuyla uyanıklık arası hâlde ve müthiş bir zevk istilâsı altında, bir yazı okuyorum: “Kuş gagasının bir ân yoğunluğunda dudağa benzerliği, topluluktan işârettir!”… “İşaret”ten sonraki “tir” ekini, ben içimden tamamlıyorum!..
 
*
 
Cefn: Göz kapağı. Asma çubuğu. Dudak. (Şefe: Dudak. Kenar… Şef’: Çift. Kurban bayramı günü): 133.
 Kabil: Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan: 133.
 Eglak: Kilitler, kilitli şeyler. Anlaşılması zor ifâdeler. (Şifre: Kaptan Kusto Müslüman.): 1132= 133.
Ebu-n Necm: Tilki: 133.
 Sâbi’: Yedi. Yedinci. (Sabi: Çocuk… İslâm büyükleri, Mevlâna Hâlid Hazretlerinden sonra MEHDÎ’nin beklenmesi gerektiğini söylemişlerdir… Yedi ve yedinci: Seyyid Abdullah, Seyyid Taha, Seyyid Salih, Seyyid Fehim, Esseyyid Abdülhakîm Arvasî… Necib Fazıl - Salih Mirzabeyoğlu: 869: MEKTUBAT): 133.
 
Fehme: Kömür. Karanlık. (Fehm: Anlayış): 133.
 Necef: Üzerine su çıkmayan yer. Yüksek tepe, sırt: 133.
 Meclis: Oturulacak, toplanılacak yer. Milletvekillerinin toplandığı yer. (Yüceler Kurultayı): 133.
 
*
 
Lîd. (İngilizce): Gözkapağı. (Led: Düşmana galib olmak… Lad: Duvar.): 44.
 Dil: Tat alma ve konuşma uzvu. Lisân, zeban, lûgat: 44.
 Beden: 44.
 Vahl: Balçık: 44.
 Dem: Kan. (Dem: Nefes. Ağız. Nazar. Saat, zaman. Koku. Gurur. Kibir. Âli, yüksek): 44.
 
*
 
Gözkapağı: 1146.
 Rahman Sûresi, 19. âyet: 1146.
 
*
 
Gözkapağı: 1146= 147.
 Kaime: Uzun bir kâğıda yazılan ferman. Kâğıt para. İkame, bir şeyin yerini tutan. (Yevmiye: Kaime –kâğıt para–, yerine kaim’den gelir… Altın, gümüş vesairenin yerine, temsil… TAKDİM’im; uzunca bir kâğıda yazılı.): 147.
 Mugamese: Birbirini suya daldırmak: 1146= 147.
 Zelik: Sakat çocuk: 147.
 
 
*
 
Sine: Uyku ile uyanıklık arası. (Sine: Ân, lâhza. İki ağızlı balta… Teber: Balta… Sine: Göğüs. Kalb.): 115.
 Maad: Dönüş. Ahiret. Ahiret işleri. (Yukarıdaki rüyâ, Üstadım’ın vefat ettiği gece görülmüştür.): 115.
 Mülhem: Kalbe doğmuş: 115.
 Tulu’: Doğma, doğuş. Bir şeye vakıf olup bilme: 115.
 İmad: Bir kavmin reisi ve başta geleni: 115.
 Ulliyye: En şerefli. En yüksek. Yüksek tabaka. Çardak: 115.
 
*
 
Yakaza. (Zel ile): Uyanık hâlde, daha uyanıklığı ifâde eder, keşif ve olacak olanın idrak edilmesi, kendinden geçmeye benzer ruhî bir hâl: 812.
 Habir: Haberli. Âlim. (Allah’ın 99 güzel isminden biri, EL-HABİR: Kulunu imtihan edici.): 812.
 Şah-ı Nakşibend: (Hacegân Silsilesi’nin 16. Büyüğü.): 812.
 Zâbit: Askere kumanda eden rütbeli asker: (Üstadım: B.D., İslâm’ın emir subaylığıdır!): 812.
 Ahyar: Hayırlılar, dostlar: 812.
 Müteşa’ab: Şube ve kısımlara ayrılmış olan: 812.
 Hurze: Dikiş. Bitiştirmek. Bitişik etmek. (Ratk.): 812.
 Müteberki’: Peçelenen, maskelenen: 812.
 
 
*
 
Yakazan: Uyanık kimse. Tozu yükselen toprak. (Hak: Toprak): 1061.
 Büyük Doğu: (İNSAN: SİN… 60: SİN harfi.): 1060= 61.
 Beyin: 62= 1061.
 
*
 
Beyin: 62.
 Mehdî: 62.
 Mütefekkir Mirzabeyoğlu: 1062.
 
 
*
 
Hatm: Kuş gagası. (Hatm: Son. Uc… Point: Uc. NOKTA. ÂN. Mevzu. Maksad. Hedef.): 649.
 Mehdî-i Muntazar: (Müfe’at-Yılan suretinde alâmet: 591= 1590: Muntazar-Beklenen.): 649.
 İrtimaz: Izdırab içinde kıvranma. Remzetme: 649.
 Müteberriz: Beliren, meydana çıkan: 649.
 Tefelsüf: Filozoflaşmak. Felyesoflaşmak: 649.
 
*
 
Esseyyid Abdülhakîm Arvasî - Necib Fazıl Kısakürek: 566+1417= 1983.
 
İzzet Erdiş: 983.
 
 
KÖR VE SAKAT
 
 
Levha: 5 Aralık 1988… Zeyn-ab’a, bir meseleyle ilgili olarak, Eskişehir’deki bir çocuğu misâl veriyorum… O çocuk bakkal imiş… Alışverişleri onun üzerinden geçirdiklerini ve ondan mal aldıklarını söylüyorum… A’MÂ ve sakat imiş, bu yüzden… Zeyn-ab, “ben de gazete ve ekmeği ondan alayım!” diyor… “Sen almasan da olur!” diyorum!..
 
*
 
Zeyn-ab: Su kaynağı, su pınarı: 70.
 Kün: OL emri: 70.
 Büyük Doğu - İBDA: 1069= 70.
 Müselles: Üç. Üçlü: 1070.
 Tabs: İNSAN: 70.
 Sehab: Bulut. Karanlık: (Sahabe: Sahib çıkanlar. Sahibler.): 70.
 
*
 
Misâl: Düş, rüyâ. Benzer. Örnek. Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kıssa ve hikâye. Kısas: 571.
Şira’: Yelken: 571.
Şair: 571.
 Itak: Hürriyet. Kuvvet. Şiddet: 571.
 Simal: Medet etmek: 571.
 Teakkub: Her nesnenin akıbetine nazar etmek. Sonuna bakmak: 572= 1571.
 Şebreng: “Gece renginde olan”. Siyah, kara: 572= 1571.
 
*
 
Bakkal: Sebzevat-yeşillik satıcısı: 133.
 
Cefn: Göz kapağı: (İdrake mevzu olan dış dünya ile, idrak merkezi arasında bir perde ve berzah rolünde diye niteleyebiliriz gözkapağını): 133.
 
Mikseha: Süpürge. (Üstadım’ın şairi “Peygamber eşiğini süpüren diye nitelemesi, gözkapağını tâbir etmemizle birlikte düşünülsün; ve YEŞİL'in, İslâm rengi, İNSANÎ HAKİKAT’in en son mertebesi HAKİKAT-İ FERDİYYE’yi temsil eden Allah Sevgilisi’ne âit gayb oluşu hatırlanmalı… Hudara: Allah için, Allah aşkına… Hudara: Karanlık gece. Siyah bulut… Hudare: Deniz-İlim, dil… Hudaret: Yeşillik): 133.
 
*
 
Şira: Satın alma, satın alınma: 502= 1501.
 Üstümm: Deniz suyunun toplandığı yer: 501.
 Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1500= 501.
 
*
 
Sakat: Eksiklik. Mânâda, insanın tekâmül etmesi gereken nefs yönü. Kendini bilerek, İNSANÎ HAKİKATİ yerine getirme imkânı: 169.
 Rahman Sûresi, 19-20. âyetler: 169.
 GUSTO: 169.
 Mehdî - Alî: (Üstün, yüce, çok büyük, meşhur, NECİB mânâlarına gelen ALÎ, Peygamberlerden İSMAİL Aleyhisselâma nisbet edilen hikmettir. Bunun sebebi, O’nun, Allah Sevgilisi’nin ruhaniyetini hamil olmasıdır.): 59+110= 169.
 Mehdî - Dü nime. (İki parça. İkiye bölünmüş.): 169.
 Mehdî - SİM. (Gümüş.): (Saliha: İyi gümüş): 169.
 Mehdî - Dümus. (Çok karanlık gece.): 169.
 
Mehdî - Kazib. (Karada ve denizde ticarete hırslı olan.): Saf Sûresi’nden bir âyet meâli: “Ey imân edenler, elem verici bir azabtan sizi kurtaracak bir ticaret göstereyim mi size?”… Allah cihada ticaret ismini vermiştir… Engels, 1858’de Marks’a yazdığı mektubta şunları söylüyor: Başka şeyler arasında, şu ânda Clausewitz’i okuyorum. SAVAŞ ÜZERİNE adlı kitabını. Garib bir muhakeme yürütme tarzı var; ama aslında mükemmel bir eser. Askerlik sanatı mı, askerlik ilmi mi demek gerekir sorusuna, savaşın her şeyden çok ticarete benzediği cevabını veriyor. “Savaş içinde muharebe, ticarette nakdî-peşin ödemenin yerini tutar: Her ne kadar gerçekte ve uygulamada peşin ve nakdî ödeme şart değilse de, sonunda herşey ona bağlıdır, bütün faaliyetlerin gayesi odur, eninde sonunda bu ödemenin yapılması gerekir, yâni kesin ve tâyin edici odur!” diyor… Ticaret: 1004= 5… Eski yazıda 5’in yazılışı “0” şeklinde. 10’lu hanelerin sıfırı, NOKTA işaretiyle.): 169.
 
*
 
Ers: Ekmek: 261.
 Ers: Gözyaşı: 261.
 Ramik: Miskle karıştırılan siyah bir madde. (Savlec: Misk. Gümüş): 261.
 Kulakıl: İhlâs ve Muavvizeteyn Sûreleri: 261.
 
*
 
A’ma: Kör. Yağmur bulutları. (Ama’: Dağbaşlarında olan duman.): 121.
 Hemu’: Gözyaşı akmak: 121.
 Kinan: Perde, örtü: 121.
 -Elif: Munis, sahib, dost. (Elif: Birinci harf. Allah’a işaret eden harf.): 121.
 Lühmum: İnsanlardan ve atlardan iyi olanlar. Sütü çok davar: 121.
 Miz’ac: Bir yerde karar etmeyen kadın. (Mizac: Karakter, huy. Nefs.): 121.
 
*
 
Kûr. (Çoğulu Kûran): Kör, a’ma. (Küran: Al renkli at: 277… Arvasî: 278= 1277… Kura’: İbadet eden: 302: Mirzabeyoğlu: 1302… Kur’a: Talih deneme maksadı ile çekilen pusula veya tefe’ül açma.): 226.
 Müngalika: Kapalı. Kilitli: 1225= 226.
 Gur: Mezar. Yaban eşeği. (Mishell: Lisân, dil. Yabanî eşek… Ahkab: Yabanî eşek… Ahkab: Uzun zamanlar: 112: Salih İzzet Erdiş: Hilâfet.): 226.
 
 
TALİH - MÜFEKKİR(E)
 
 
Levha: 1 Temmuz 1984… Sanki TALİH ÇEKİLİŞİ olmuş… Elimde el kadar tahta parçası üstünde RAKAMLAR… Bana kızarmış balık çıkmış… Masalarda yemek yiyen insanlar… ben, naylon torba içindeki balıklardan birini alıyorum… Balıklar pilâvın içinde… Sazan balığı imiş… Acaba pilav alabiliyor muyum? Masa başında bununla ilgilenen birkaç kadın… Biri muhalefet eder gibi birşeyler söylüyor ama, ne söylediği belli değil…
 
*
 
Talih: Kader. Kısmet: 48.
 Mühic: Ruhlar. Canlar: 48.
 Magz: Beyin. Öz. İç. Lüb. İlik. Dimağ: 1047= 48.
 Bihima: O ikisi, o ikisine, o ikisinden, o ikisiyle: 48.
 Badam: Badem. (Badame: Et beni.): 48.
 Damic: Karanlık: 48.
 Liha: Sakal: 48.
 Humme: “Tamam oldu” mânâsında fiil: 48.
 
*
 
Rakam: Sayıları gösteren işaret. Yazı yazmak. (Erkam: Rakamlar. Yazılar… Erkam: Alaca yılan.): 340.
Rakam: Bütün satıcı. Bütün satan: 341= 1340.
 Şam: Vücutta olan benler, siyah noktalar: 341= 1340.
 
Müfekkir: Fikir yürüten. Düşündüren. Düşünme kuvveti. (Yevmiye: Dünya bir fikir kahramanı bekliyor… Fikir Kahramanı: 706= 1705: Hamse-Beş… Fikir Kahramanı: 706: Mahlul-Delinmiş, öbür tarafına işlenmiş olan şey. “Abdülhakîm Koltuğu”… Fikir Kahramanı: 706: Havk-Halka denilen yuvarlak, “O”: Havak-Vâsi. Geniş yer… Husye: Haya. Yumurta: 705: Hamse-Beş, “0”: Habnâme-Rüyâ kitabı. TİLKİ GÜNLÜĞÜ… Kayan Yıldız Sırrı’ndan: Bir kayanın üstünde bilmem böyle kaç vakit — Rüyâların izinde tâbirlerin peşinde — Yıldırım düşen levha kumaşım ki mücerret — Açıktan geçen gemi yüreğim o gemide!): 340.
 
Rahman Sûresi 19 ve 20. âyetler - Asvad. (Büyük emir.): 340.
 Rahman Sûresi 19 ve 20. âyetler - Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1340.
 
*
 
Talih: 48.
 
Pilav: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, “pirinç pilavı yerken, Allah Sevgilisi’ne salâtü selâm okumak lâzım gelmiştir; zira pirincin nuru, O’nun cevherinden yapılmıştır!” der. (Birinc: Pirinç. Pilâv: 255: Peygamber-Allah’tan haber getiren: Ecerran-İNSAN ve CİN… Arabça bir kelime, ÂRUZ: Pirinç: 208: Becrec-SIĞIR YAVRUSU: Raz-Gizli sır… Rüzz: Pirinç: 207: Kamus-Deniz. Büyük lûgat kitabı… ARUZ: Şiir vezinlerinden biri. Bir beytin birinci mısraının son kısmı. Bâtın yolunda olanların karşısına çıkan şeyler, birine arız olan iş ve ihtiyaç. Yan taraf. Yanak. Yol. Usul: 1076: Mehdî Salih Mirzabeyoğlu.): 48.
 
Evliya: Veliler: 48.
 
 
A’MA - (BAZILARINCA HEBÂ)
 
 
Allah, İNSAN’ın bedenini unsurlar âleminden, bâtınını ise kendi suretinden yarattı. İnsanın bâtınî sureti, Allah’ın Zât’ına âit bilinmez sıfatlarındandır. Meselâ “Allah’ın eli” derken, bu “irade, kudret” vesaire gibi sıfatlara hamledilemez, böyle tevillere mevzu olamaz; MUTLAK MEÇHULDÜR. Kulun, kul olarak EZEL’deki istidadı ile, ebedî hayatı-varoluşu, evvelinde Allah’ın bilgisinde, yaratıldıktan sonra ebediyen var kalabilmesi, bunu zorunlu kılar. KUL için “Mutlak Tevhid mümkün değildir!” hakikati, Allah’la KUL arasında BİR oluşun mümkün olmadığını gösterdiği gibi, “zıdların birliği” meselesinin ucu açık bir şekilde, –haşa!–, sanki Allah’ın durmadan varoluşu-tekâmülü zannedilmesine de bir cevaptır. Varoluş-gelişim, eksiksizliğe, mutlaklığa aykırıdır. Demek ki, Allah’ın Zâtı’nın Vücud sıfatına, sıfatlarına, fiillerine âit hususlarından bahis, Zât’ının mutlak meçhullüğü dikkate alınmazsa, TEVHİD anlayışı doğru olmaz… HEBÂ: Şeklin kendisinden yapıldığı, ama kendisi o şekil olmayan.
 
*
 
Allah Sevgilisi’ne, “mahlûklarını yaratmadan önce Rabbimiz neredeydi?” diye sorulunca, “altında ve üstünde hava bulunmayan A’MA’da idi!” cevabını vermiş. A’MA’nın “ince bulut” mânâsı, onu mekânî bir varlık zannettireceğinden, bu lûgat mânâsında olmadığının işareti hâlinde “altında ve üstünde hava bulunmayan”… Hemen belli ki, “idrak üstü” birşey… A’MA’nın “örtmek ve perdelemek mânâsı”, onun Mutlak Gayb, Mutlak Hayâl olduğunu gösteriyor; “gayb Allah’ındır!” ölçüsü, Mutlak Hayâl’in bütün “olmuş, olabilir, olacak olan” her ne varsa, hepsini ihata eden ve Allah’ın varlığı yaratma vasıtası olması hatırlanmalı. “Allah, zuhurunun şiddetinden gaibtir”… Zât’ının bilinmez oluşu bilgisine kadar herşey, O’nu bildiren olarak sıfat hükmünde… A’MA: Rahman’ın nefesi, –ki O’nun gayrı değil–, Yaratmada vasıta olan Hak, Mutlak Hayâl, Berzah’ın kendisi, İnsan-ı Kâmil, Hakikatler’in Hakikati… A’MA’nın, suret olması, bu bakımdan Allah’a göre mekân hükmündedir; O değil O’nun, O’ndan… Allah herşeyden önce Muhammedî Nuru yarattı; topyekün varlığı da o nurdan… Topyekün varlığın suretleri, A’MA’da toplu idi; Allah’ın KÜN emri veya bu emir olmaksızın, EMR Âlemi neticesi meydana geldi. A’MA ise, “Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi diledim, âlemi bunun için yarattım!” buyuran Allah’ın, bir aşk ânında yarattığı suret. Bu suretin bilinmezlik mânâsına karanlığı, Mevlâna Celâlleddin-i Rumî Hazretleri’nin, Allah, Muhammedî surette göründü; o suret, suretin yok oluşudur!” sözünde belirtilendir. Miraç’ta Zâtî yakınlığa mazhar olan Allah Sevgilisi’nin bilinemez hâli. Hani, daha önceki nüshalarda bahsi geçti: Allah bilinir, görülmez, Allah Sevgilisi ise görülür, bilinmez… A’MA’nın, Allah yönünden O’na, mahlûk yönünden de yaratılmışlara âit tarafı anlaşılıyor. “DEHR Allah’ındır!”; zaman ona nisbetle bir izafiyet kaydından ibaret. EMR Âlemi’nden olan ruhumuz, “nefsimizi bildikçe Rabbimizi bilme” ölçüsü çerçevesinde, Allah Sevgilisi’ni bildikçe Allah’ı bilebildiğimiz kadarıyla bilebileceğimizi gösteriyor… Sanıyorum, Kur’ân’ı “Allah Sevgilisi’nin nefsi bilme”yi hatırlatmanın yeri. Kur’ân; mahlûk kelâmı üzre Allah Kelâmı. Sonsuzluk.
 
*
 
“Dır ve tır”lardan kaçınıyoruz; daima “sır idraki” içinde olma… Bu bakımdan, “şu şudur bu da budur!” diye kuru mantıkla ahkâm kesmiyoruz. “Tevazu gösterme yapmacıklığına” lüzum yok, netice belli. Bütün mesele hadlere riayette, haddini bilmede toplanıyor… Bu cümleden olarak, NOKTA hikmeti çerçevesinde A’MA: Bir nokta koyuyoruz. Mutlak Gayb, o noktanın üstüne, Mutlak Hayâl - onun üstüne, Berzah - onun üstüne, Rahman’ın nefesi - onun üstüne, Muhammedî Nur - onun üzerine, vesaire… Eğer, “o budur, bu da budur!” denilebilecek olsa idi, bu kadar tâbir ve kavrama ihtiyaç olmazdı. Tek noktada, gel de bunu, öbüründen ayır. Hem hepsi BİR, hem de hepsi zât sırrı neyse o. NOKTA-İ VAHDET sırrı.
 
 
YEVMİYE: NOKTA
 
 
Nokta… Hatıra hazneme, burgu gibi usûlünce mıhlanmadı da, balyozla beynime çakıldı!.. Tarih, 26 Ocak 1983… Üstadım’a, İSTİKBÂL İSLÂMINDIR isimli eserimi okurken, bir başlık altındaki terkibi vahidleri birbirinden ayıran noktalar var, oraya gelince “arada nokta var Efendim!” dedim. Müthiş bir hışımla:
 
— “Ne noktası?”
 — “Efendim, birbirinden ayırmak için…”
 — “Neyi ayırmak için?”
 
Deveye hendek atlatmaktan daha çetin bir vaziyette, anlattım; anlatamadım… Hani kendi kendime kızıp, “hay noktası batsın, niye nokta var dedim ki? Oku geç!” diyecek durumdayım… Sonra… Allah Sevgilisi’nin isminin geçtiği bir yerde, yine duruyorum:
 — “Efendim, M’den sonra nokta nokta koydum…”
 Hudutsuz bir güzellikte yüzü aydınlanarak gülümsüyor:
 — “Yedi tane nokta olacak!”
 
*
 
NOKTA: 166.
 Rahman Sûresi, 19-20. âyetler: 3166.


Baran Dergisi 223. Sayı