LEVHA: 12 Şubat 2012… Kâzım Albayrak ile kanser hastası olan Ünsal Zor’un hanımı NURAY ZOR’un durumunu konuşuyorduk, neşeli bir şekilde “İnşallah şehiddir!” dedi. — İbrahim Kapucu.

*

Ünsal Zor ve hâlen Kastamonu Cezaevi’nde bulunan Ali Osman Zor’un eniştesi olan İbrahim Kapucu’nun, NURAY Zor’un vefat ettiği günün gecesi gördüğü ve Kâzım Albayrak’a cenazede anlattığı rüyâ, onu tanıyanların da şâhidliğiyle tâbire ihtiyaç bırakmıyor. Allah gani gani Rahmet eylesin. Bana yolladığı son not da, 23 Ocak’ta vefat eden annemle ilgiliydi: “644 Yasin Sûresi, 12 Hatim, ayrıca Şubat’ın 7’sine kadar hergün 2 Hatim, 3 Hatim de Ankara’da yapılıyor!”… Allah ahirete intikal eden bütün Müslümanlar’a eriştirsin. Anneme taziyelerini bildirenlere de teşekkür ediyorum. Ölülerimize rahmet, dirilere ibret… Nuray Zor da rahmetli oldu, yakınlarına sabır ve bu vesileyle müslümanlara da ölenin ardından okunanların bütün ölmüşlere gittiğini hatırlatarak, rahmetlilerimiz vesilesiyle hepsini sevindirmekte olacağımızı; buna, vesile müteveffanın ruhunun ayrıca sevindirileceğini… Ölenlerimizin ruhları, Allah’ın razı olduğu işlerden razıdır. NURAY ZOR kardeşimizin şahsı ve ismi bereketiyle gelen diye, işimize devam… Müslümanların ölümü musibet değildir… İMÂM-I Rabbânî Hazretleri: “Bu musibetler, zâhirde yaralar durumdadır, lâkin hakikatte onlar merhem gibidir. Terakkilere mucibtirler. Hayırlı netice ve semereler, onlara göre tertib edilmiştir. Bu çekilenler, Allah’ın inayeti ile, ahirette vaki olacak semerelerin onda biri dahi değildir. Bunun gibi, ölümlerinde dahi güzel semereler ve iyi neticeler terettüb edecektir!” - İmâm-ı Rabbâni Hazretleri, her ne kadar Abdullah bin Zübeyir’in idaresi zamanında aralarında sahabîlerin de bulunduğu zâtların taundan ölenlerin oğullarını misâlle bunu anlatıyorsa da, Müslüman’ın vefatından sonra nefsimize düşen telâş ve teessürü ne türlü değerlendirmek gerektiğini de ifâde ediyor. Hastalık oldu, olmadı!

*

VEFA: Ahdinde, sözünde durma. Sevgi ve dostlukta sebat ve devam. Ödeme. Yetişme. Dince ve diyanetçe lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma. “Yunus Emre’den: Dini diyanetten ayırma Yârabbi!”. (Yunus Emre'nin tâ Bezm-i Elest'e kadar gider sözündeki VEFA ihtarı, Allah'a dua ve halihazırımıza da ihtar durumunda. AMEL'i taksim ile bir kısmını tasfiye etmemek, doğrudan dinin tavsiyesidir: Bunu bilmeyen yok da, bilmek işine gelmeyen var. Din bir bütündür, amel de her cebhesi ile taleb edilmeli, birkaç şekil kaidesine tav olmadan. EZEL'de, "Kal-u Belâ" günü verilen sözü ruhunun bir yerinde tekâmülle hatırlayanlar, nasiblerince bu iz üzerinde VEFA'da; gerisi ÜSTADIM'ın tâbiriyle "cavala coz"da. "Bezm-i Elest" de denen "Kalu Belâ"; Allah ruhları yaratıp, "onlara Rabbiniz değil miyim meâlinde "Elest-i Bi Rabbiküm - Rabbiniz değil miyim?" buyurduğunda, onlar "Evet Rabbimizsin!" meâlinde "Kalu belâ" diye cevab verdiler. "Bezm-i Elest", Kur'ân'daki bir tâbir. "Belâ", nefy'den sonra isbat için söylenir; nefy, Allah'tan gayrını olumsuzlama, "O'ndan gayrı bâtıl" hikmeti, –Herşey O!–, bunu isbat da var olmayı gerektirmez mi, "Herşey O'ndan!"... Burada, İmam-ı Gazâlî Hazretleri'nin belirttiği üzere, NASS ile sabit ki, cesed yaratılmadan önce ruh üflenmez. "Bezm-i elest" denilen ruhların muhabbet demi? Daha önceki sayılarda bahsi geçti: Herşeyden, herşeyden, herşeyden önce, topyekün varlıkların kader sırrını yaradışlarından önce toplayan MUHAMMEDİ NUR vardı. Ruh bahsinde Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri'nin belirttiği durum, onunla beraber büyükler gibi İmam-ı Gazâlî Hazretleri'nin söylediğini de "muradı" olarak gösteriyor: Ruh, cesed yönünden bakılırsa mahlûk, Allah yönünden bakılırsa değil - O'nun nefesinden, nefsinden... Allah Sevgilisi, Nübüvvet'de ilk ve yaradılışta son Nebi olmak bakımından, mesele: Yaradılıştan önce Nübüvvet vazifesi verilmediğine göre, nasıl ilk oluyor? Bu mesele etrafında birbirini çelen gibi görünen büyüklerin tefsirleri, aynı Efendi Hazretleri'nin ruh bahsinde toplayıcı ifâdesi gibi bir bakışta, ayniyet ifâde ediyor - mevzuya bakış tarafı bakımından doğrular... Biri, Allah Resûlü'nün O'na mahsus olarak ruhunun önce yaratılıp NÜBÜVVET'in verildiğini beyân ederken, diğeri "Ezeldeki öncelikte hiçbir mahlukun arasında fark olmadığını" söylüyor; ikisi de doğru. Şöyle: Allah Sevgilisi'nden ahd ve misak alan Hazret-i Adem, daha henüz cesedine ruh üflenmemişken Allah Sevgilisi o bedenden alınarak ruh üflenmiş, onun yaradılışından sonra da ahd ve misak alınarak yine onun bedenine iade edilmiştir - O'na mahsus hususiyet bu. Dünya'ya geldikten sonra NEBİ olan İlyas Aleyhisselâm'ın, ikinci Nübüvveti'nde İdris Aleyhisselâm suretinde görünüşünü, ruh ve beden bir arada göğe çekilen ve aynen gelecek olan İsâ Aleyhisselâm'ın HAYAT'ını, kudretinden suâl olunmaz (imân meselesi) Allah'ın irâdesi olarak hatırlayınız. EZEL bahsinde söylediğimiz gibi, varıldıkça idrakte yaratılanlar bahsini - İNSAN'ın "nisyan-unutmak"tan geldiğini, Allah'ın Zâtî tecellisine-vuslatına eren Allah Sevgilisi'nin MİRAÇ mucizesini ve "Gördüklerini kalbinin yalanlamadığı-hatırladığı" âyetini. Bizim işimiz, Allah Sevgilisi'nin tebliğ ettiklerini, öğrettiklerini, gösterdiklerini, O'nun yolunda olanların - büyüklerin ayak izlerini takib için tâbiiyet, bundan hisse almak: İmân’ın, ruhun emrinde akıl yürütmek, aklın işi bu. Konuşmanın ve durmanın kendi nefsimizde haddini bilmek, “kusur olursa affola”yı tutturmanın çetinliğini yaşamak - geyik muhabbeti değil… Mevzuumuz KALU Belâ’da Allah’a insan olarak verdiğimiz söz; Allah Sevgilisi’ne biat eden Adem Aleyhisselâm mevzuu, bize bir fikir vermiyor mu? Bizim önce imân, sonra hakikatini idrak ettikçe var olan bahsi? “Keyfiyetleri Allah’a havale ederiz!” - İNSAN ki, hakikati mutlak meçhul, bu yüzden ki var kalıyoruz, var oluyoruz… ELES, Elest tâbirinin dünyadaki insan hâline de vefa bakımından izâh getiriyor: Allah’tan gayrı olmaktan maada, Allah’ın emirlerine uymadıkça imân sahibinin ve Allah’ı inkâr eden kâfirin, bu durumlarına nisbetle “hâin” olmaları… Mukabilinde de aynı ebcedle olan mânâlar… KÂMİL: 91… CEZZAF: Ağ ile balık tutan balıkçı. “Varlıktan hikmet devşiren”: 91… BEDİA: Nadide ve güzel, yeni icâd edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şey. “İBDA”: 91… AMİN: Gönlü müsterih, kalbinde korku olmayan. Emniyet ver meâlinde söylenir. “Allah Sevgilisi’nin annesinin ismi Hazret-i Amine Hatırlanmalı”… MUHAMED: 92= 1091… GUDAZENDE: Eriten, eritici: 91… GİYAN. “Kürtçe”: Ruh: 91… MALİK: Sahib. Mülkü elinde bulunduran.): 87.

*

ÜVEYSÎ: Sevdiği ve bağlı olduğu zâtı görmeden feyz alma tarzı. (Allah’a Resûlü’nün getirdiği yoldan inanmak aslı ve Resûlü’ne imânın da Allah’tan olduğunu bilmek, neticede Resûlü’ne inanmadan Allah’a inanmanın “imân”ın hakikati üzerinde olamayacağı mânâsı açık. ÜVEYSÎ tâbirinin sahabîlerin ardından gelen TABİÎ’nden HALİHAZIR’a gelen çizgide, İMÂNÎ bakımdan Allah Sevgilisi’ne kasdını kapsadığı belli; yâni o günden bugüne bütün Müslümanlar hisselerince ÜVEYSÎ yoldan alıyorlar. Bâtın yolu kahramanlarının hâli olarak ÜVEYSÎLİK, zaten kelimenin meşhur karşılığı olduğundan, tekrara lüzum olmadı.): 87.

EL-YEVM: Bugün, hâlâ: 87.

HAMDELE: “Elhamdülillah” demenin kısaca ismi. (HAMD, Allah Sevgilisi’nin ARŞ ehli ruhlar nezdindeki ismi): 87.

FEZZ: Yalnız şey. Buzağı. Bir kimsenin yalnız kendi başına olması. Geri dönmek. (Âyet meâli: “Allah’tan geldik, Allah’a dönüyoruz”… Herkes tek geldi, tek gidiyor: “Her nefs ölümü tadacaktır!”… Allah imândan ayırmasın - vefâdan!): 87.

UCUBE: Taaccüb olunan şey. Hayret edilecek derecede istidad: 87.

BEDAYİ’: Yeni ihdas edilmiş, görülmemiş şeyler: 87.

İZZÎ: Tahammüllü, sabırlı kimse. (Yevmiye: Sana evde şakayla İZAZÎ diyorlar ha… İZZÎ…): 87.

AZY: Bir kimseyi bir kimseye veya şeye nisbet etme. (NECİB Fazıl’la Başbaşa): 87.

*

VEFAİYYE: Şeyh Muhammed Vefâ tarafından kurulan bir ŞAZELİ kolu. (ŞAZZE: Kaide harici olan. Müstesna bulunan, hususi… ŞAZELİ Tarikati: EBÜL HASAN ŞAZELİ Hazretleri, Tunuslu olup, pek çok eser sahibi, tekke ve zaviyesi yoktur. Hicrî 654 senesinde vefat ettiği… ÜSTADIM’dan: “Abdülhamîd Han’ın bir tarikate mensub olup olmadığı hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bazılarına göre NAKŞÎ, bazılarına göre ŞAZELÎ’dir. Nakşîliğini zannettiren sebebler arasında bu tarikatin büyüklerine gösterdiği fevkalâde saygı, Şazelî olduğunu savunan iddialar arasında da, saray civarında oturttuğu ve ikrama boğduğu ŞAZELÎ tarikatinden Şeyh Zafir’e sevgisi rol oynar. Fakat Abdülhamîd’in, ne MEVLEVÎ Üçüncü Selim, ne de Beşinci Mehmed Reşad gibi, resmi ve ölü tarafından hiçbir tarikate açık intisabı bahis mevzuu değildir. Ondaki intisab, bazı “fahri başkanlık”lar gibi cansız bir formalite alâkasından çok üstün ve gerçek bir derviş gibi çilesi çekilecek bir dava olduğu için, tahminimizce Abdülhamîd, Halifelik ve Sultanlık’la bağdaşmaz gördüğü bu cebhesini gizlemiş ve herhangi bir tarikatten kafa kağıdı çıkarmamıştır!”… Bâtın hissesiyle zahirde görünen bir iş üzerinde… ŞEZA’: Sinirin yarılması. “Ta’kir - bir uzvu yararak sinirleri kesme. Tak’ir: Çukurlaştırma, çukur yapma - Hakikatleri toplama”… ŞEZA: Kokulu şeylerin şiddetle kokması… BÜYÜK Doğu kütübhânesinden “Veliler Ordusu 333”den: Allah’a ŞÜKR (makamı Hürsî) edici bir kul olmak için ne yapması gerektiğini soruyor ve âlemde kendinden fazla nimet sahibi hiçbir kul bulunmadığını düşünmesi gerektiği cevabını alıyor. – “Eğer nebilere nimet verilmemiş olsaydı, sen doğru yolu bulamazdın; eğer ilim adamlarına nimet verilmemiş olsaydı, sen kime uyardın? Ve eğer Emîrler olmasaydı, emin olabilir miydin? Bunların hepsi de benden senin üzerine ayrıca nimettir!”… NİMET’in çokluğu ve azlığı ile, onun mertebe mânâsı ayrı ayrı… Rüyâsında Allah Resûlü’nü görüyor: “Yâ Ebülhasan! Elbiselerini pâk hâle getir, tâ ki Allah’ın te’yid ve imdadından her nefeste faydalanasın: Allah sana beş elbise giydirmiştir - birincisi sevgi elbisesi, ikincisi tevhid elbisesi, üçüncüsü marifet elbisesi, dördüncüsü imân elbisesi, beşincisi İslâm elbisesi!”… Buyuruyor: “Duadan hazzın, dileğinin yerine gelmesi olmasın! Sadece sevdiğine yalvarmış olmaktan hazzet!”… Buyuruyor: “Biz Hakk’la olunca mahlûklardan hiçbirini görmeyiz. Eğer mahlûklara beşeriyetimiz icabı gözümüz değecek olsa, onları, gökteki şeffaf toz zerreleri gibi görürüz. Onları dikkatle inceleyecek olsak, yerlerinde hiçbir VÜCUD bulamayız!”…): 102.

MUHAMMEDÎ: 102.

İLYAS: Bir Peygamber ismi: 102.

SABİ: Henüz süt emen çocuk: 102.

MUTBAİN: Çukur yer. Kalbi karar etmiş kişi, mutmain: 102.

*

Yakub Köse: Nuray Zor denince aklıma 25 Ocak 2000 yılında Metris’e operasyon yapılırken dışarda Metris’e doğru vakur bakışını ve içerideki arslanlar için elindeki tesbihle küffara karşı “ya Cebbar, ya Kahhar, ya Muntakim Allah” zikrini çekişi aklıma geliyor. Bu ânın fotoğrafını bir gazete karalamıştı. O zaman mücadelenin en ağır şartlarında bile oradaydı. Mücadelenin her türlü çilesini çeken, dertlenen bir yiğitti ve o bir şehîddir. Allah ailesine ve eşi Ünsal Zor’a sabır ihsan eylesin, âmin… — Yakub Köse. (BARAN’dan.)

*

VEFAT. (Vefa’dan): Ölmek. Geri dönüş. (Vefd: Çokluk. Topluluk. Gelme, ulaşma, erişme, vürud.): 487.

HATF: Vefat etmek: 487.

TUHAF: Hediye. Garib iş. (Ölümü tadan hayat.): 487.

TELMİH: Layıkıyla keşfedip nazara arzetmek. BİR ŞEYİ AÇIKCA SÖYLEMEYİP başka bir mânâ ifâde etme: 488= 1487.

YAHTEMİL: İhtimâl. “Zan”. (Mehdî: 59: Zânî - Zann eden): 488= 1487.

MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu: 1487.

*

ŞEHÎD: Şâhid olan. Allah Resûlü’nün bir ismi: 319.

AZRAİL: İnsanın canının almaya memur melek. (Dört büyük melekten biri olan AZRAİL de, NUR-U Muhammed’den yaratıldı. Bu demektir ki, Allah Resûlü’ne yakınlık nisbetinden doğan dünya hayatına veda şekilleri, SİMURG hikâyesi, hakikate yolculukta peşine takılan kuşların buna erdikleri yerde meğer o Simurg kendileri imişi bulmaları gibi, AZRAİL’le ünsiyette onu kendilerine elçi-yardımcı görürler. Bu idealden sonra, kimin ne nasibi, dereceler… ŞEHÎD, Allah Resûlü’nün Allah’tan aldıklarını TEBLİĞ ve O’nun öğrettiklerini “bu budur, şu da şu demektir” şeklinde amelî hayat bütününde “iyi, doğru ve güzel” diye öğretmesi esası içinde, yâni KUR’AN ve SÜNNET ölçüsüyle verilmiş olan; mânâsı, dereceleri vesaire… ECEL: Allah’ın takdir ettiği ömür. Bu tarifte, “ecel” hakkında söylenen herşey var; “Allah’ın takdiri” lâfzı, alışılagelenin dışında ele alınırsa, “ömür”ün ezelden ebede bütün hakikati kapsadığı anlaşılır… ECELL: Çok güzel, çok büyük. En üstün. Çok celil. “Üstadım’dan bir mısra: Hiç GÜZEL olmasaydı ölür müydü Peygamber!”… Hiç HOŞ olmasaydı, ölür müydü Peygamber? Yevmiye: “Nefsimizin bir hakikati var?”… Yevmiye: “GÜZEL için yaşıyoruz bir bakıma!”… Hadîs: “Allah GÜZELDİR, Güzeli sever!”… Asıl Allah Sevgilisi olmak üzere, Allah’ın güzelliğinin isbatı içindir varlık… Aşk, güzeldir, güzelliktir; bir aşk ânında yaratıldı İNSAN, ve kendi varlığından Allah’a, her aradığının müntehasında çıkan mânâ - O’na meyli bundan… GÜZEL, bir suret-varlık olarak, gizlenmeyi istemez; veli misâl, hâldir aslında o, hâlde ortaya çıkan… ECELL: “Evet, neam, belî”… KALU BEL tâbirindeki BELÂ’nın, bu kelimenin, Farsça’da “Belî-evet!” demek olduğunu belirtelim… ECİL: Geciktirilen, geriye bırakılan şey. “Allah’tan sonra İNSAN”. Bir yerde toplanmış, biriktirilmiş su. “VAKT - Bir çukurda toplanan yağmur suyu, rahmet. NAKŞBEND - Tarikat kolu. ER-DİŞ: Nebat. Rüyâ. Serab. Mahlûk varlığıyla EZEL ve EBEDİ birleştiren İNSAN”… Shakesperare’in, “biz, rüyâların biçildiği kumaştanız!” sözünün, sanıyorum hakikati göründü… ECİLLE - Fazilet, ilim ve rütbe itibariyle daha yüksek olanlar. Büyükler: 38: EZEL - Başlangıcı olmayan müddet. “Doğan can”… EZEL ve EBED: 45: ADEM.): 319.

-KÜŞ: “Öldüren, öldürücü” mânâlarına gelerek tamlama yapılır. (Bahanesi ve şekli ne olursa olsun ölüm, terk-i dünya anlamında AZRAİL eliyledir - Aleyhisselâm… AZRAİL faslında anlattıklarımızdan anlaşılıyor ki, “idam-ı nefs” diye tâbir edilen “kendi nefsine kıyma” hâdisesi, bir yönüyle günah, öbür yönüyle “Allah için nefsi feda - O’nun ve Resûlü’nün yolunda dünya hayatını terk” mânâsını taşıyor. Terk, şehîdte cesedin ölümü ve cesed ölmemişken tekâmülle veli hayatı - yaşayan ölü… KADER - HAYAT - ECEL. (Ömür): ECEL. (Ölüm). - HAYAT-KADER.): 319.

MAHRUSA: Büyük şehir. “Büyük zuhur”. (Çilemin toplamı 1999’da BÜYÜK Zuhur ve 25 Ocak 2000’den sonra “katık”ı TELE-GRAM: TELE-YÜK… Ölüm Odası ile tam bir tevafuk hâlinde tecelli eden bu “belâ”, FUZULÎ’nin “Öyle zaif kıl tenimi firkatinde ki ­­­­- Alıp yâre götüre bu saba beni” beytindeki gibi, “ayrılığından tenimi öyle zaif kıl ki, alıp yare götürsün bu sabah rüzgarı-ruh beni” hesabına dönmüş, Üstadım’ın “Bu yük senden Allah’ım, çekeceğim naçarım, — senden sana sığınır, senden sana kaçarım!” idrakine erdirmiştir… 2005’ten bugüne seyri, tam bir MEKR-İ İLÂHÎ… “Eser, sahibini ululamaya yeter!”… Eğer eserse!): 319.

MÜRCİA: Cennet şarabı. “Feyz”: 319.

*

VEFİYAT: Ölümler, vefatlar. (Vefî: Vefalı. Tam, mükemmel. Kifayet. Bol olan. Fazl: 497.

TEVAFÎ: Tamam olmak, tamamlanmak. Bütününü aldırma: 497.

Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 497.

 

VAFÎ - VAFİYE

 

LEVHA: 3 Ocak 1988… Üstün Bey telefona gidiyor ve sonra beni VAFÎ veya VAFİYE diye birinin aradığını söylüyor… Ben telefona giderken Babam “alo!” diyor ve sanki böyle diyeyim diye ikaz ediyor… Telefona gidiyorum, fakat VAFÎ veya VAFİYE başka hatla konuşuyor… Ben, onunla konuşması bitsin de, bana ne diyecekse desin diye bekliyorum… Ne konuştuğumuzu unuttum!

*

TELEFON: 568.

MAHMUD Ustaosmanoğlu: Nakşî Şeyhi: 1568.

MÜTEHASSİS: İnsan sözüne kulak verip dinleyen. Hayırlı işlere dair haberlere dikkat edib araştıran. Çok duygulu, duygulanmış, hissi: 568.

MEHDÎ Erdiş: 568.

TENKİH: Bir şeyin hakikatine ermek. Bir şeyin gereksiz kısımlarını çıkarmak. Temizlemek. “İktisat’ta BÜTÇE tanzimi için maaşları azaltmak.”: 568.

*

MEHDÎ Erdiş: 569.

MÜTESELLİM: Teslim edilen şeyi alıp kabul eden: 570= 1569.

SIFAT: Bir şeyin hâl ve vasfı. Suret, çehre, nişân, alâmet. Bir şeyin keyfiyetini izâh için kullanılan: 570= 1569.

ARŞ: En yüksek gök. Allah’ın saltanatının tecelli yeri. Gölgelik. KÜRSÎ, taht, yüce makam. İnsan’da kalb mertebesi. (EL-ESİRRE: Taht. Bilinen bir makam alâmeti. Kürsî: 297: HAKÎM… MÜRGÂN - Kuş yumurtası. “Kâbe: Yumurta”: 297: ENGÜREK - Gözbebeği. İdrak, anlayış. “İNSAN, Allah katında bakan gözbebeği gibidir”… Allah her varlıkta ona mahsus Ehadiyeti ile görünür; insanda, varlık ve bilgisi bir arada.): 570= 1569.

TEKAMMÜL: Bitli olma. “Zenginleşme. Tekâmül”: 570= 1569.

ŞİİR: 570= 1569.

SİSTEM: 570= 1569.

*

VAFÎ: Vaadini mutlak yerine getiren Allah. (A’raf, “sırt, tepe, buna nisbetle etrafı gören yer” mânâsında. “İki yeri ayıran duvar” da demek… Yine A’raf: Örfler, âdetler, an’aneler… Özel kullanımı, “Cennet ile Cehennem arasındaki yer” ki, haşir yeri ve Cennetliklerle Cehennemlikler arasında bir ara makam mânâsına da gelir; kezâ, insanın Cennet ve Cehennemlik kazancını temin ettiği dünyadaki hâli… A’RAF Sûresi: Kur’ân’ın 7. Sûresi. Hazret-i Musa’nın Allah ile konuştuğu Tur vadisinden –bu hâdiseden bahsettiği için– MİKAT Sûresi, İnsanoğlu’nun Allah ile “Kalu Belâ”da verdiği sözü anlatışından dolayı MİSAK Sûresi, başındaki hurufu mukattaadan “Elim-Lâm-Mim-Sad” dolayı bu şekilde anılmıştır… “ELİF-LÂM-MİM-SAD” - Sevenle sevilen arasındaki şifrelerden: 161: İNSAN… KESELAN - Yorgunluk. “İhriz - Bitkin. İhraz: Nail olmak. Kazanmak. Erişmek. Bir şeyi güzel şekilde korumak. Fikir. Kusto”: 161: MÂ’N - Lâfzın işaret ettiği şey. İç. İçyüz. Dilemek. İrade. Rüyâ. Hayâl… MÂNİ’ - Engel, özür. “A’raf, duvar. Seha-Bez hatası. Seha-Beyin zarı. Nefs”: 162= 1161: İNSAN… İM’AN - Hakk veya bâtıla: 162= 1161: BEN KİMİM?.. A’RAF - Berzah: 352: KUR’ÂN. “Allah Sevgilisi’nin nefsi”… ARFA - Yeleli, a’raf. Sırtlan, sırtı yeleli hayvanlar gibi tümsekli ki, a’raf’ın bir mânâsı da bu. “Rahman Sûresi 19. ve 20. âyetler: 3166= 169: Kasah - Sırtlan”… KARAN - Mekke arzı: 352: BEŞEN - Beden, cisim. Uzun boy. Taraf, uç, kenar-sahil… EZEL tâbirinin, “zelle-ayak sürçmesi” tâbirinden, bunun sebebinin de orasının zürefa sırtına benzetilerek (keza sırtlan sırtı) kaymaların çok olmasından dolayı… A’RAF Sûresi 172: Hem Rabbin, Adem oğullarından, yâni bellerinden zürriyetlerini çıkarıp da onları kendine karşı “Rabbiniz değil miyim?” diye şâhid tuttuğu zaman, “Belâ-evet” demediler mi?.. KUR’ÂN hakkında EN’AM Sûresi 155 âyet meâli: “İşte bu, bizim indirdiğimiz bereketli bir Kitab’tır. Ona tâbi olun ki, merhamet olasınız”… A’RAF Sûresi’nin EN’AM Sûresi’nde dünya ve ahiret hakkında açıklananların, hayatın başlangıcından sonuna kadar mesuliyet ve imtihanlarının, A’RAF Sûresi’nde daha derin ve teferruatlı anlatıldığı…): 97.

VAFÎ: Sözünün eri. Tam, elverişli, kâfi: 97.

MEZEN: Usûl. Kâide. Yol. Âdet. Örf: 97.

EVFA: Çok vefalı. Çok sadakatli. Tam yetişmek. (LEVHA: 24 Mayıs 1982… Çalkantılı ve muzdarib değil de, belirsizliğe bakmanın karışık duyguları içinde, un yaymanın, daha doğrusu ipe un sermenin yorgunluğundasınız… Kafanızda kelimeler köşe kapmaca oynarken, mayışıyorsunuz, tükeniyorsunuz, bitiyorsunuz, sızıyorsunuz… Birdenbire bir ses: “Var-yok 126 tamam!”… Sıçrayarak uyandım… BİR NOT: Üstadım’ın vefatından tam bir sene önce… SALİH: 323= 1322: MİRZABEYOĞLU… SALİH: 126: MEV’UD - Söz verilmiş. Vaadedilmiş. Vadesi muayyen ve mukadder olan. Evvelden takdir olunmuş… NİSU - Nisan kelimesinin kökü. Başlamak. Açmak: 126: VASL - Aşığın sevdiğine kavuşması. Kavuşmak. Birleştirmek, ulaştırmak. Ulama, ekleme. Sözü teşkil eden cümlelerin atıf ve rabt suretiyle birbirine bağlı olarak yazılması usûlü… SAHİL - Kişneyen. Kişneyici. Kusto: 126: FITHIL - Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışından önceki zaman… KÜNUN - Şimdi. El’ân. Halihazır: 126: FAHİM - Akıllı. Anlayışlı… MEVDU - Emanet bırakılmış, tevdi olunmuş: 126: MUVADAA - Vedalaşma… SADAKAT - Dostluk. Vefalılık: 596: ESKİŞEHİR - “Abdülhakîm Koltuğu’nun bir yanındaki kelime, ESKİ-Şehir, bu şekilde eski zuhur, öyleyse 1979 senesi “IŞIK” isimli ithaf, 1975 senesi ve 1965-66 senesi ilk konferansını dinlediğim sene ve nihayet doğum tarihim olan 1950. İfâde yine Üstadım’ın: Aramızdaki EZELÎ yakınlık hissi!”… SON NOT: Fum-Buğday kelimesinin ebcedi 126’ya geliyor.): 97.

*

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” âyetinde işaret edilen vefadan “hâl” hâlinde çıkan ve serdedilenler… Allah’ın vaadini ummak ve tehdidinden çekinmek; avamın vefası… Herhangi bir karşılık için değil, sadece verdiği sözü tutabilmek emirlere uymak; seçkinlerin vefası. (Hayâl lâtifesi dedi ki: – Bana O’ndan başkasını vasfet, eksiksiz ve fazlasız, – Dedi ki: Doğru dedin, ahde gelene rızadır, – Güç bile gelse budur!). Hayâl hassaları topyekün varlığı Allah’ın hükmü görenlerin vefası… Güç ve kuvvet iddiasından uzak durmak, (Lâ havle…): Seçkinlerin seçkini olanların vefası. (Perde kalkmadan önce zannederdim ki, – Seni zikreden ve sana şükreden benim, – Gün aydınlanınca öğrendim ki, – Zikredilen, zikir ve zikreden sendin!)… Kalbini, sevdiğinden başkasının yerleşmesinden korumak; sevenin ahde vefası. (Ey kalbimin sâkini! – Kalbimde senden başka bir ikinci yoktur, – Niçin “kalbimi kırdın!” dersin ki; – Orada iki sâkin bir araya gelmez!)… Kulun, eksikliklerin kaynağı olarak nefisini görmesi; kulluk idrakınca vefa… Bütün kemâlleri Hakka âit görmek; Rububiyet - her mertebede besleyen ve terbiye eden Rabbi bilme vefası… İkramlar ve ihsanlar esnasında insanın haddini bilerek kulluğunu ve acizliğini unutmaması; Allah’ın tasarrufunda olduğu idrakını koruma vefası.

*

MUHYİDDİN-İ ARABÎ Hazretleri: BİZANS İmparatoru Kayser’in, Ebu Süfyan bin Harb’a, Allah Sevgilisi hakkında sorduğu sorulardan biri, “verdiği sözü tutar mı?”… MUHAMMEDÎ: 102: VAFÎ…’ Velilerden bir grub, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren erkek ve kadınlardır. Allah şöyle buyurur: “Sözleştiklerinde ahidlerini yerine getirenler”… Başka bir âyette: “Onlar, Allah’a verdikleri sözü tutan, misaklarını bozmayan, insanlarla sözleştiklerinde verdikleri sözü yerine getiren kimselerdir”… VEFA, Allah’ın seçkinlerinin düsturlarından birisidir. Allah’ın emrettiği işlerin fazlasını yerine getiren takva sahibi, vefalıdır: “Sözünü yerine getiren İbrahim…” Başka bir âyette: “Allah’a verdiği sözü yerine getiren kişiye, büyük ihsanda bulunacaktır”… Bir şey çok ve tamam olduğunda “veffa eş-şey’ü” denilir. Onlar, Allah’ın gizli sırlarını öğrenen kimselerdir. Bu sebeble bir şeye şâhid olduğunda, “evfa ala eş-şey” denilir. Allah’ın emrettiği işlerde böyle bir vefaya sahib olan ve Allah’ın kullarının çoğundan sakladığı sırları öğrenen kimse, vefalıdır. Allah bir kimseye “ölmeden ölme” bilgisinden olan can çekişen adamın ölüm esnasındaki keşfini verirse, bu mertebede Allah’ın kendisinden aldığı bütün sözleri yerine getirmesi vâcibtir - ona mahsus. Bazen bu vasıf keşfin sebebi, bazen keşif bu vasfın kazanılmasıdır.

*

VAFİYE. (Vefa’dan): Tam, elverişli, kâfi. Sözünün eri. Vaadini mutlak yerine getiren Allah: 112.

ABADİLE: Abdullah isimliler. (ABDULLAH - Allah Sevgilisi’nin, Babası’nın ismi ve kendisinin bir ismi: 142: BEN KİMİM? - “Varlık ve Bilgi’yi aynılaştıran Rabbanî hikmet, şu Hadîs-i Şerif’te: Kendini bilen Rabbini bilir!”… KALÎB - Çok eski zamanlardan kalan kuyu. “Kadîm suret, ezelî hakikat, Mutlak Hakikat’e kab”: 142: MEHDÎ. “Büyük ebcedle”… Mehdî ve Mühdî, biri isim diğeri sıfat, “hidayete eriştiren, Allah’ın mevcuda varlık ve bilgi hediyesi” olarak, Allah Sevgilisi’dir; O, varlık sebebi ve varlık beşiği. Meşhur mânâsıyla “İslâma muhatab anlayışı yenileyenler” zümresinden olan “beklenen” Zât da, NEBÎ’nin yeryüzündeki GÖLGE’si. Bu tâbir içinde onun, hem Allah Sevgilisi’nin “insan ve toplum meselelerinin halli” davacısı olduğu, hem de ahir zamanda Allah Sevgilisi’nin Şeriatiyle hükmederek O’nun bâtınını tamamlayacak İSÂ Aleyhisselâm’ın ön sözü memuriyeti var… MUSİB - İsabetli, yanılmayan, doğru. Allah Sevgilisi’nin isimlerinden biri: 142: İSA’ - Zenginleştirme ve zenginleştirilme. Genişletme. “Hadîs: Ben, ahlâkî yücelikleri tamamlamak için yaratıldım!”… KAMA - İki tarafı keskin bıçak. Yarmak için vasıta. “Ratk”: 142: NASİB - Nasbeden, bir şeyi bir şeye diken. “Fatk”… İLMA’ - İşaret etme, parlatma. “İlim”: 142: İ’MAL - Yapmak. İşlemek. İhdas eylemek. Zabt, idare ve hâkimlik etmek. Sözü havada bırakmayıp, bir mânâ ile mukayyed ve yüklü eylemek. “Amel”… MUSAVVİBE - Tasvib edilen, kabul edilen: 143= 1142: NİSAB - Asıl, esas. Sermaye. Derece. Had. Ölçü. Temizlik. Takva. Fazl. “Kalb”.): 112.

MİKAİL: Rızk arşı’nın taşıyıcısı olan büyük melek. 4 büyük melekten biri: 112.

TENASÜH: Miras sahibinin ölümü ile, malın varisine geçmesi. (Yunus Emre Hazretleri’nden: “Mal sahibi, mülk sahibi, — Hani bunun ilk sahibi?”… Malik de Allah, Varis de Allah… Miras sahibi - ölen mal sahibi de, Allah’ın varisi idi; ve herşey kendi kıymetinde olarak, yine O’na dönücü, bir ismi da VARİS olan Allah’a… Mal beden’in, beden ruhun, ruh Allah’ın malikiyeti… Varlığımız emanetçilik… Hani dediğimiz, “Allah’a can borcumuz var!”… Ayet meâli: “Allah’tan geldik, yine ona dönücüyüz”…): 112.

HİLÂFET: Bir kimseye halef olmak ve onun yerine geçmek. (HALİFE: İNSAN - bâtını Allah’ın bilinmez Zatî suret sıfatından olan): 1111= 112.

MÜNEKKİB: Yüzüstü düşen, kapanan. “Secde”: 112.

Salih İzzet Erdiş: 1112.

    

Baran Degisi 268. Sayı