1905’te, genç bir İsviçreli’nin kaleminden çıkmış bir dizi yazı, “Annalen der Physik - Fizik Tarihi” isimli bir Alman fizik dergisinde yayınlandı; Albert Einstein’ın. Bu adamın hiçbir Üniversite ile ilgisi yoktu, hiçbir laboratuvara giriş hakkı yoktu ve hiçbir büyük kütübhâneden düzenli olarak yararlanmamıştı. Bern’deki “Milli Patent Bürosu”nda üçüncü sınıf bir uzman olarak çalışırken, ikinci sınıf uzmanlığa yükselme başvurusu da daha yeni reddedilmişti.
Albert Einstein’ın bir sene içinde o dergide yayınladığı beş yazıdan üçü, “fizik tarihinin en müthişleri arasında” diye karşılandı. Bunlardan birincisi, Planck’ın yeni kuvantum teorisi yardımıyla fotoelektrik hâdiseyi inceliyordu. İkincisi, “asıltı” durumundaki küçük parçacıkların davranışı (Brown hareketi diye isimlendirilen şeyi) inceliyordu. Üçüncüsü de, özel bir izâfiyet teorisini ana hatlarıyla belirliyordu. Birincisi, ışığın tabiatını izâh etti ve televizyon yapımının mümkün hâle gelmesine ve daha pek çok şeye katkısı oldu. İkincisi, atomların varlığını isbatladı ve bu mevzudaki ihtilâfı bitirdi. Üçüncüsü, dünyayı değiştirdi.
“Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği Üzerine” başlıklı bildirisi, muhtevasıyla olduğu kadar, sunuş biçimiyle de gelmiş geçmiş en olağanüstü bildirilerden biri sayılıyordu. Dipnotlara ve iktibaslara yer vermiyor, HEMEN HİÇ MATEMATİK İHTİVA ETMİYOR, oluşumuna tesir veya öncülük etmiş herhangi bir çalışmaya yer vermiyordu:
— “Einstein, bu neticelere sırf düşünerek varmıştı, hiç yardım almadan, başkalarının fikirlerini dinlemeden. Ne enteresandır ki, işin aslı da aynen buydu!”
Ünlü denklemi E=mc2 bildiride yer almıyordu; bu formül, bir (süre) sonra çıkacak kısa bir ekte sunuluyordu. Bu denklemde, E, “enerjiyi”, m “kütleyi”, c2 de “ışık hızını” temsil eder. En basit ifâdeyle, kütle ile enerji arasında bir eşdeğerlilik vardır. Onlar aynı şeyin iki formudur: Enerji, serbest bırakılmış maddedir, maddeyse meydana çıkmayı bekleyen enerji. Işık hızının kendisiyle çarpımı (c2) son derece muazzam bir sayı üreteceğine göre, denklem bize, her maddi varlıkta çok büyük miktarda enerji bulunduğunu göstermektedir:
— “Kendinizi aşırı cüsseli hissetmeyebilirsiniz, ama eğer ortalama irilikte bir yetişkinseniz, o naçiz bedeniniz içinde barındırdığınız enerji, 30 tane çok büyük Hidrojen bombası kuvvetiyle patlamanıza yetecek bir miktardadır. Bu zabtedilmiş enerji çeşidi, her şeyin içinde mevcuttur. Mesele, bu enerjiyi açığa çıkaracak ustalıkta olmayışımızdır. Uranyum bombası bile, serbest bırakabileceği enerjinin yüzde birinden azını açığa çıkarır.”
Einstein’ın teorisi, radyasyon’un nasıl işlediği meselesine de açıklık getirdi. Bir topak uranyum, nasıl olup da durmaksızın yüksek seviyede enerji akımları gönderebiliyor ve bunu yaparken bir parça buz gibi eriyip gitmiyordu? Yıldızlar, tükenmeden nasıl olup da milyonlarca sene yanabiliyorlardı? Einstein kısacık bir formülle, jeologlara ve astronomlara, sefasını sürebilecekleri bir kolaylık getirmişti.
Einstein’ın bildirileri, ihtiva ettikleri havadis bolluğuna rağmen çok az ilgi çekti. Kâinat’ın en derin sırlarından birkaçına teorisiyle ışık tutan Einstein, öğretim üyeliği için bir Üniversite’ye başvurduysa da, reddedildi. Sonra öğretmenlik için bir liseye başvurdu, yine reddedildi. Bunun üzerine İsviçre patent bürosunda, üçüncü sınıf bir uzman olarak ekmek parasını çıkarırken, çalışmalarına devam etti.
Onun “Genel İzafiyet Teorisi” de, uzun zaman anlaşılamadı ve gûya halkın ilgisini çekme çerçevesindeki teşebbüsler de, alâkasız kişiler elinde teoriyi tuhaflaştırdı... İzâfiyet teorisi, esasen şunu söyler:
— “Mekân ve zaman, mutlak değildir; hem müşahede edene, hem müşahede edilene göre değişir; kişi ne kadar hızlı hareket ederse, bu daha iyi görülür. Hareketimizi asla ışık hızına ulaştıramayız.
Ne kadar uğraşırsak ve hızlı gidersek, dışarıdan bakan bir müşahide göre o kadar değişime uğramış görünürüz!”
Tecrübede, tecrübe edenin de tecrübeye dahil - nazara alınması gereken durumu. Genel İzafiyet Teorisi’nin, maddeyi madde olarak inceleme hususunda en cüretlisi, “zamanın, mekânın parçası olduğu” fikridir; insanın ruh ve içgüdüsünü nazara almaz. Einstein’a göre, zaman kararsızdır ve durmadan değişir; biçimi bile vardır. “Mekân-zaman” diye bilinen alışılmadık bir buudta, zaman, mekânın üç buuduyla içiçe geçmiştir. Stephan Hawking’in ifâdesiyle, “ayrılmaz bir biçimde.”

TELEGRAM CİHAZI İLE ÇALIŞMA

– Uzaktan kumandalı bir oyuncak gibi, –bu karikatürize etme olarak bir benzetmedir–, vücudun umumî olarak elektrikî tesirin tonları altında kalması yanında, organ ve hareketlere hükmetme şeklinde, bu da çeşitli tonlarda gerçekleştirilebilen, fizikî tesir.
– Fizikî tesire eşlik eden, konuşma ve TELKİNLER.
– Konuşma ve telkin olmaksızın, sanki beyne doğuş gibi, konuşma ve telkinin daha önce sizde yuvalanmış veya yuvalanmamış mânâsının vücut aktivitesine uygun frekansla gönderilmesi.
– Elektrikî tesirin azalması, –ki bu da sıcak veya soğuk sudan çıkan elin, ikisi ortası bir sıcaklıktaki suya sokulduğunda, farklı algılanması gibi izâfidir–, buna mukabil niyete bağlı olarak konuşma ve TELKİN’in asıl olması.

*

Telegram’da, cihazı kullananlar ve rol alanlarla, hedef kişi arasında, ruhî ve maddî etkileşimin çeşitli durumları görünüyor. Meselâ, hedef kişi ben: Şuurum, ruh ve beden kanatları arasında, telkin ve konuşma ile ruhî, cihaz marifetiyle fizikî yoldan, ikna, korkutma, heyecanlandırma vesaire gibi niyete bağlı olarak, taciz altındayım. NYMPHALAR da, niyetlerine bağlı kurguları bir yana, cihazın başına geçerken “hâdiseye yanaşan insan şuuru”nu gösteriyorlar. Benim durumumun, onların davranış ve kurgularını belirleyen bir yanı da var. Neticede: Kutublaştırarak ifâde edersem, ben, iradem ile bedenim arasında bir çatışma içinde yaşatılırken, onlar iradelerine bağlı cihaz ve cihaz hüneri arasında görünüyorlar. BABA isimli filimden, şık bir misâl: Öz oğul, “Babam onu çabuk ikna etti!” diyor... Ve “nasıl?” sorusuna cevab: “Kafasına silâhı dayayınca, hemen imzaladı!”... İşte, iki taraflı olarak, İRADE ve ÂLET’in rolü.

HASAN SABBAH’TAN MÜLHEM...

TELEGRAM cihazı ve koridordan gelen “görevliler”in konuşma ve sesleri kesiliyor; o sükûnet içinde müthiş bir rahatsızlık duyuyorum. Tedirgin eden bir sükûnet. Yatmış vaziyette iken, birden hiçbir suret olmaksızın olağanüstü şuh bir varlığın üzerimdeki tesiri; ve bütün vücuduma yayılan şehvet hissi. Öyle ki, o ânda bütün bütüne TELEGRAMCILAR’ın eline düşmenin ve bir ömür bu koğuşta hiçbir yakınını ve arkadaşını görmeden yaşayabilmenin bile felâket olmadığını, tam tersine “yeni bir hayat”a başlangıç olduğunu seve seve benimsemeye hazırsın; böyle bir durumdayım. Üstadım’ın, ölürken bile “demek böyle ölünüyormuş!” demesine eş, neredeyse bayılırken bile nasıl bayıldığının tahlilinden kaçamayan tabiî hâlimle, işi kavramak için birkaç saniye uçurum kenarında kaldıktan sonra, saliselik bir zaman diliminde kendimi ranzadan attım. Bu kurtuluş, o zaman cinin tasarrufundan kurtulmam mânâsına da geliyordu; o tesiri yorumum buydu. Kurtuldum ve tesirden üzerimde hiçbir iz mevcut değil. Kulağımın dibinde, “Allah kahretsin, kurtuldu!” diyen bir ses ve birkaç kişinin kendi aralarındaki hoşnutsuz mırıltıları... Bu hâdise, KARTAL’da, B.7. koğuşunda yaşandı.
Vurgulamam lâzım: Sözkonusu hâdisede aslolan taraf, şehvet hissiyle yakalanmak değil, yeni bir
hayata başlangıç kabul ederek, durumunu kullanılacak şekilde seve seve kabullenmek. Nitekim, aynı bu benimseme şeklinde, içinde seks ve insan olmayan kurgular da oldu. Yukarıdaki hâdisede geçen seks imajı, bahsettiğim asıl çerçevesinde, olsa olsa “ödül” sırasında dikkate alınabilecek bir misâldir; benimsetmeye teşvik için ve benimsedikten sonrasına dair.

RUHÎ ENERJİ

“Her nakışta o mânâ”, merkezî duruşları olarak, NYMPHALAR’ın, “çeşitli çap ve markalarda” tenasül uzvu ve işlerini ifâde ediyor. Genel olarak TELEGRAM’da. Hem cihaz, hem sözlü telkin olarak. Ergenekon sanığı iken tahliye edilen Emekli Orgeneral Şener Eruygur’un, şübheli görülenlerin fişlenmesi ile ilgili olarak, “zaaflarının tesbit edilerek şantaj malzemesi yapılması” yolunda sözlü talimatının bulunduğunu, gazete ve televizyon haberlerinden öğrenmiştim. Kezâ, Emekli Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın, “benim emrimdeki adam, beni dinlemiş; kızımı ve arkadaşlarını...” beyanı. Sene 2005’in, herhâlde Ekim-Kasım ayları: Bizim NYMPHALAR, “yeni bir işyeri açmanın” coşkun heyecanı ile, çeşitli geceler içinde beni “sorgular gibi” konuşmalarına “siz kimsiniz?” demem karşısında muhtelif cevablar verirken, şımardılar: “Biz Genelkurmay Özel Birliğiyiz!” dediler. Sonra: “Dinlemeye takıldı” filân değil, dümdüz, Generaller’in bile “.... Dosyasını” çıkardıklarını. Birkaç kere de, kendilerinin Başbakan’ın “.... danışmanı” olduklarını. Ben BARAN’ın geçen sayılarında Freud ile ilgili birkaç söz ederken; “sistem ilkaı” bahsi içinde, tabiî olarak OEDIPUS KOMPLEKSİ’ni misâl vermiştim. Şimdi, yukarıdaki başlıklar altında geçen meselelere temas etmek üzere; Gustav Jung’dan tedâîlere başvuruyordum ki, NYMPHALAR belden aşağı lâflarına katık etmek için o misâlimde “Oedipus Kompleksi” ile “Libido” kelimelerini karıştırdığımı söyleyerek, alay etmeye başladılar. Doğrusu, OEDIPUS KOMPLEKSİ’dir; eğer yanlış yazdıysam, düzeltiyorum.

*

LİBİDO: Şehvet. Psikolojide “cinsiyet içgüdüsü” veya “yaşama iradesi” gibi esas içgüdü... Gustav Jung, YAŞAMA İRADESİ’ni, biraz daha derinleştirerek, içgüdüyü “beden enerjisi” dediği, “ruhî enerji”ye tebdil ediyordu. Bazı düşünürler bu durumu, onun maddeci –maddî tezahürleri öne alıcı– bir yaklaşımla, ruhî düşüncelere âit verileri kendi sistemine katması olarak değerlendirmişse de, biz maddi tezahürlerden hareketle bedene ve bedeni de “ruhî enerji” diye tavsifiyle bilinmez ruha nisbet edilmesi şeklinde değerlendiriyoruz. Ruhtan maddi tezahüre doğru bir sıralama değil de, maddi tezahürden başlayıp ruh temeline doğru bir toplanma: Ölçü beden.

*

Gustav Jung: “Değişmeler ve Remzler” isimli eserimden sonra LİBİDO kavramını kafamdan silemez olmuştum. Libido’yu bedene âit bir enerjiyle eş gördüğüm için, o zamanlar amacım LİBİDO teorisini müşahhas biçimden kurtarmaktı. Başka bir ifâdeyle, artık “açlık, saldırganlık ve cinsî içgüdüler”den söz etmek istemiyor ve bunların hepsini “enerjinin-kuvvet”in kendisini ifâde ettiği vakıalar olarak görmek istiyordum.
Fizikte de enerjiden ve onun elektrik, ışık, ısı vesaire gibi değişik ortaya çıkış biçimlerinden söz ederiz. Psikolojide de durum öyledir; özünde enerjiyi görürüz, onun da daha az veya çok nisbette olduğunu söyleyebileceğimiz yoğunluk ölçüleri vardır ve ortaya çıkış biçimi farklılıklar gösterebilir. LİBİDO’yu enerji olarak ele aldığımızda, cinsiyet mi, güç mü, açlık mı veya başka bir şey mi olduğu gibi nitelik soruları önemlerini yitirirler. Arzum, psikolojiye de fen bilimindeki enerji teorisinin sağladığı mantıklı ve geniş kapsamlı bir görüş açısı kazandırmaktı. RUHÎ ENERJİ isimli çalışmam bunun ürünüdür. Bence insan içgüdüleri, enerji süreçlerinin değişik ortaya çıkış biçimleri oldukları için, meselâ, ışık ve ısı gibi enerjilerle eşdeğerde güçler olarak alınmalıdırlar. Günümüzde bir fizikçi nasıl bütün güçlerin, meselâ, sadece ısıdan geldiğini
düşünmezse, bir “psikiyatrist-ruh hekimi” de bütün içgüdüleri cinsiyet kavramıyla özetlemekten kaçınmalıdır. Freud’un başlangıçta yaptığı hata buydu. Daha sonra “ego güdüleri” olduğunu farzederek düzeltti. Daha sonra da “süper ego-büyük ego” kavramını getirdi ve ona tam bir hakimiyet sağladı.

“TİLKİ GÜNLÜĞÜ”

NYMPHALAR, bir şey yazarken veya yazıp söylediklerimle ilgili lâf attıklarında onlara cevab yetiştiriyorum. Çoğu zaman bunu sinirlendirmek için yaparlarken, ayrıca frekansın sinsi telkiniyle bende, eğer beni sinirlendirmezlerse, aradaki “sun’i telepati”yi ve “zihin okumayı” gerçekleştiremezlermiş gibi bir his ve düşünce doğuruyorlar. Bu, onlar ne derlerse ve yaparlarsa yapsınlar, ben sinirlenmeyeyim ve neticede yazdıkları aynen kalan kara tahtaya döneyim diye bir hile de ifâde ediyor. Şaka ve alay ise, bahsettiğim durumu bende “kararsızlık” meydana getirmek için; böylece, sinirlenmem ve cihazın bedenime verdiği acı ile birlikte, bu hafiflik ve rahatlık, sanki ceza ve ödüllendirme gibi, beni onlara bağımlı kılıcı oluyor. Ama ne olursa olsun, cihazın başındaki veya başındakilerle “kurban” arasında, hani fırsat olsa, birbirlerine sigara ikram edebilecekleri bir hâl de olmuyor değil; söyledikleri ciddi ve iş dışı olarak bir tartışma keyfi doğurduğu zaman (Ama hedef gayeleri, elbette her hâli hedefe bağlayıcı oluyor). Böyle durumlarda benim için onlar, bazen “ikna zevki” duyduğum kişiler.
Gerek KARTAL’da, gerekse BOLU’da, sözlü ve güyâ akıllı lâflar ve cihazın tesiri ile beni sinirlendirdikleri mevzulardan biri, “Tilki Günlüğü”... “KARTAL’da ne zaman?”... NYMPHALAR, ben bir hâdise anlatırken, ne olursa olsun, hemen delil isteme niyeti gibi, bu soruyu soruyorlardı. Aynı şeyi şimdi, ben KARTAL’daki “Tilki Günlüğü” ile ilgili bir hatıramı düşünürken de sordular. Cevab da alay veya şaka yollu, onlardan: “Telegram’ın başlamasından bir ay sonra?”... Daha önce, “ne zaman?” sorularına verdiğim cevab şöyleydi: “Delil niyetine her zaman, ne ve ne zaman diye sorulmaz! Ben, dün yediğim yemeği bile hatırlamıyorum, sen de bilmiyorsun! İnanmayacaksınız ama, ben bu yaşa kadar yemek yiyerek geldim!”... Kendilerini bile, delil kabul edilebilir şekilde delillendirememem hususu ayrı. Evet; KARTAL’da, Telegram’ın başlamasından herhâlde bir ay sonra, hafızamın silinmesi gibi bir çaba içinde olunduğunu hissettim ve panikledim. Buna çare niyetine, “Bütün Fikrin Gerekliliği”ne el attım ve müthiş bir şok: Ben kitabı okurken, ARAR veya kimse, benle birlikte sesli olarak okuyordu. Daha sonraki günlerde, hiç olmazsa hergün bir günü olmak üzere “Tilki Günlüğü”nü okuyayım dedim, fakat onda geçen isimleri belden aşağı yormaya dair telkin yüzünden, bu da gerçekleşmedi. Geçen zamanla birlikte, “Tilki Günlüğü”nde mevcut rüyâ vesaire hususundaki yorumları ve cihazın fizikî tesiri eşliğinde, bende, TELEGRAM’ın, “Tilki Günlüğü”nün esas alındığı bir proje çerçevesinde gerçekleştirildiği hükmü gelişti. 1990 yılında yakalandığımızda, Şube’de “eylem günlüğü” diye basına teşhir ve lanse edilen ve Savcılıkta bu yolda ifâdemin alındığı “ruhî romanım”, 2000 yılında “zihin kontrolü ve yönlendirilmesi projesi”ne malzeme oluyordu; 2010’da da, NYMPHALAR’ın, rüyâ ve hâdiseleri “tenasül uzvu ideolojileri”ne göre yorumlamalarına. NYMPHALAR’ın, onu hemen herkes gibi tatsız ve mânâsız bulmaları çerçevesinde, –TELEGRAM’ı anlatıyorum ya!–, Gustav Jung’tan birkaç “benzer” nakledecek olmamla, onların şakalarına –diyelim!– karşı bir zafer tadı da duymuyor değilim. “İstişhad!” diyorlar; doğru. Yani bir fikri, muteber kişi ve eserle delillendirme usûlü.
BOLU’da, 2005-2006 arası, NYMPHALAR’ın kurguları, sanki FURKAN LÛGATI çerçevesinde idi. Aynı ebcedteki kelimelerden kurdukları, bu kelimelerin geçtiği hâdise tertiblerinde, ben gittikçe onların kişi ve cihaz ünsiyetine girdiğimi düşünmeden, güya onları bozuyordum ve cihaz tesiri boşanıyordu. “Ne günlerdi be! Karar sizin, karar sizin lâflarıyla koridorda kurgularınıza
eşlik ediyorlardı!”; bu şaka da –diyeyim!– benden onlara.

*

Gustav Jung: Bir süre aldatılabilen, ama sonra koklaya koklaya bir şeyi bulup çıkarabilen bir köpeğe benzerim. Bu “gerçeği görebilme” istidadım, başkalarıyla “mistik müştereklik” denen birleşmenin neticesidir. “Ferdî olmayan bir idrakle gören gözlerin ardındaki gözler”dir bunlar sanki.

*

Gustav Jung: Aion’da tek tek değerlendirilmesi gereken zincirleme meseleleri ele aldım ve İSA’nın ortaya çıkmasının, BALIKLAR ÇAĞI denen yeni bir dönemle nasıl eş zamanda olduğunu belirtmeye çalıştım. İsa’nın hayatıyla müşahhaslaşmış bir astronomik hâdise olan Bahar döneminde BALIK BURCU’na girmesi, eşzamanlı hâdiselerdir. Bu sebeble, nasıl ondan önce gelen Hammurabi Oğlak ise, İSA da BALIK’tır ve yeni çağın öncüsü olarak ortaya çıkmıştır. Bu tesbiti, “Sebebsiz İrtibatlar Prensibi” isimli yazımda inceledim.

*

KAYAN YILDIZ SIRRI’ndan: Gökyüzünde bir bulut şeffaf kuyruklu balık — Nazlı nazlı süzülür kıyısında seherin — Rüzgâr toplayan yelken hayret ve sonsuz açlık — Aşkımın şarkısında va’dolunmuş eserim!

*

Kınkın: Yol gösterici, kılavuz: 300.
Resm: Suret. Alâmet. Timsal. İşaret, nişân. (İmaj) Tertib. Tarz, üslûb. Âdet, usûl, tavır, davranış. Alay, merasim. (Rit) Bir şeyi başkalarından ayıran tarif. Yazma, çizme, desen: 300.

*

Gustav Jung: Schopenhauer’ı daha iyi incelemek zorunda hissettim kendimi. Kant’a olan yakınlığı beni giderek etkiledi. Kant’ı okumaya başladım. Özellikle de, “Saf Aklın Kritiği” isimli kitabı, derin düşüncelere dalmama sebeb oldu. Emeklerim boşa çıkmadı. Schopenhauer’ın düşünce sistemindeki kusuru buldum. Daha doğrusu öyle farzettim. Metafizikî bir ifâdeyi, bir faraziyeye dönüştürmek gibi bir günah işlemiş ve bir sürü özellikler yakıştırmıştı. Bunları, Kant’ın “bilgi teorisi”nden çıkardım. Böylece, daha da aydınlanmış oldum. Eğer bu mümkünse, Schopenhauer’ın KARAMSAR dünya görüşü de mümkündü.

*

Bir not: Schopenhauer, dünyadaki karmaşadan, ihtirastan ve kötülüklerden söz ederek, bu reel- gerçek dünyanın üstüne sızan “hayat iradesi” ile, sanatı bir “sezerek yapmak” olarak gören rahatlatıcı “ritler alanı” kabul eden bir sanat felsefesi kurucusu. Sanat, ritler, müzler, mecazlar, istiareler, telmihler, imalardan tertib edilen, bir fantezi dünyasıdır... Dikkat: Ürettiğim fantezilerin, (hayâllerin, düşlerin, olabilirlerin, olurların) HİÇBİR ZORLAMA OLMADAN KENDİLİĞİNDEN Mİ OLUŞTUKLARINI, YOKSA NETİCEDE BENİM KEYFİ BULUŞLARIM MI OLDUĞUNU SORGULAMAYA BAŞLADIM. (Söz, Gustav Jung’un.)

*

Sokrat’ta, “onu yanlışa düşmekten koruyan”, fikrini tasvib eden bir HAKİKAT, bende Üstadım niyetine yaşanan ondan bana bir YEVMİYE bahsi, “Tilki Günlüğü”nde de bir RÜYAM olarak geçen MAVİ IŞIK, Gustav Jung’da İMAJLAR başlığı altında anlatılıyor.
İMAGE: Şekil, suret, tasvir, heykel, put. Fikir, hayâl, timsal. Bir kimse hakkında toplumun
Mehdî Muhammed - İsa: 301= 1300.
Fikr: Düşünce. Akıl. Rey, istek: 300.
Arkî: Balık avcısı: 300.
Münir: Nurlandıran, ışık veren, ziyâ veren: 300. Sarî: Gemici: 300.
kanaati. Işınların etkisi veya mercek vasıtasıyla meydana gelen şekil, görüntü, hayâl. Tasvirini yapmak, yansıtmak. Aksettirmek (ayna). Hayâl etmek, zihninde şekillendirmek.

*

Gustav Jung: 1944 senesinde ayağım kırıldı. Bu şansızlığı, bir de kalb krizi takib etti. Ölümün eşiğinde kendimde olmadan yatıyordum. Oksijen ve kâfur veriyorlardı. Sanırım hezeyanlar ve hayâller o sırada başladı; öylesine güçlüydüler ki, ölmek üzere olduğuma inandım. Hemşire daha sonra bana, “çevrenizde bir ışık oluşmuştu!” dedi ve bunu arasıra ölmek üzere olanların çevresinde gördüğünü söyledi. Ölümün sınırına dayanmıştım, sanki bir düşte yaşar gibiydim. Her neyse! Garib şeyler olmaya başladı. Fezada olduğumu sanıyordum. Aşağıda, parlak bir MAVİ IŞIK içinde dünya duruyordu. Derin mavi denizleri ve kıtaları görebiliyordum. (...) En azından, ruhun hiç olmazsa bir yönünün yer ve zaman kanunlarına uymadığını gösteren belirtiler var. Benim de hayatımdan örnek olarak verdiğim birçok hatıra, sezgi ve yerle bağıntılı olmayan algılama hâdiselerinin yanısıra bu tecrübeler, ruhun, yer ve zamana ait sebeb-netice ile ilgili kanunlara uymadığını isbatlıyor. Bu da, zaman ve yer kavramımızın ve bunun neticesi olarak da “illiyet” kavramımızın eksik olduğunu gösteriyor.


Baran Dergisi 197. Sayı