LEVHA: 28 Ekim 1984… Nimet Serdar… Avrupa’ya gitmeye niyeti var… Bana, İslâm’ın kutsal yerleri niyetine oraya gidiyormuş gibi geliyor… Geziye İspanya’dan başlayacak… Ona tavsiye ve nasihatta bulunur gibi, “biz, zaman deyince saati anlıyoruz; oysa yelkovanla akrebin kendisiyiz, zamanın kendisiyiz biz!” diyorum… Beni dikkatle dinliyor!

*

EZ-MEN: Benden: 99: ZAMAN… SAHİL - Kusto. Nefs: 99: EZMAN-Zamanlar, vakitler, müddetler… TILS-Sahife: 99: VASIB-Yerinde duran, sürekli… ATLAS-Büyük harita: 99: KEFF - Vazgeçme, el çekme, menetme… KEF: Avuç, kader, alınyazısı. Taban, yürümek. Tabiat, huya göre, dışımızdaki dünyadan ve bâtından tesirle yazılmışı görünen… Kürtçe’de GUR kelimesinin “rap diye durmak” mânâsı, bize, İslâmî ölçü ve ölçülendirmeler çerçevesinde “şuurlu ben”in duracağı ve yürüyeceği yeri bilme hususunu ve bu ilgide bir dava, Allah Sevgilisi’ni yüceltme babında O’nu İlâhlaştırmamayı bizzat O’nun bildirdiğini hatırlatıyor; “rap diye durmak”, RABB diye durmak idraki. Hoş durmasan ne olur? Mesele, öz iradenle kulluk idrakini, ölçüye uyma mecburiyetini, “kendini bilmenin” de bu yolla mümkün olduğunu anlamak… Yine Kürtçe bir kelime, GUR: Kurt. Bir yeri, bir şeyi iyi bilen. “Akıl. Sıkı takib. Serab. Nebat”… EZEL’in, “kurtla sırtlandan doğmuş yavru” mânâsı, (ezell), aynı yazılış ve ebcedle Kürtçe GOR-Kurban, GORE-“Pıhtılaşmış kan, yaralı, eksik” mânâsına gelen İngilizce bir kelime delâletinde, sırtlanın “bedene-kurbanlık nefs” ilgisine dahil oluşu ile, NEFS’in EZEL’de varlık ve bilgi hâlinin ifşaını verir… TÜRKMEN dilinde GURHAN, “Kur’ân” demek; GURA, “kurmak, organize etmek, düzenlemek”, HAN da “hakan, birisine muhabbetle hitabederken söylenen söz”… HANI, “hani, nerede?”; ekleyelim, “zamansız ve mekânsız” olan… Bu Türkmen dili getirisinden sonra, HAN: Hükümdar. Padişah… HAN: Ticaret ehlinin sakin olduğu yer… HAN: Üstüne yemek konan tepsi. “Kab”. Yemek, taam. “Terbiye eden, rızk veren RABB”… -HAN: Okuyan, okuyucu, çağıran, dua eden… KUR’ÂN, Allah Sevgilisi’nin nefsi; Kürtçe dilinde GUR, “söz, kelâm”. Kur’ân, O’nun dilinden Allah kelâmı. Vahyeden Allah, Vahyedilen Kul - Kur’ân Allah yönünden bakılırsa mahlûk değil, Kul yönünden bakılırsa mahlûk… Türkmen dilinde GURBAN: Kurban. Bedene. “Gur, kurmak ve düzenlemek. Ban da, kurucu, yapıcı, bina eden. Bey söğüdü. Sevgilinin boyu”. Kürtçe GOR: Bir şeye izafe edilen… SAFSAF: Söğüt ağacı… SAFSAF: Yüksek, düz yer. Serçe kuşu. “Bicişk-serçe kuşu. Hâkim, hakîm”… ARŞ’ta taayyün eden zaman ve ruhun safiyet kazanınca ARŞ-ÜSTÜ Emirler âlemindeki yerini alması; bu terkibte, varlık ve kalb metre[be]si idrakinin bitişikliği… Türkmence, NURBAT: Cıvata, vida. “Milt, nesebi belirsiz. Miltat, sahil, sarmaşık, nefs, cıvata”… Türkmen dilinde BAT: Heybet, bir işi yapmak için sarfedilen güç, hız, katedilen mesafe… NUR-BAT: Karanlıklar içinden çıkan nur, –şuur–, âlemi aydınlatarak nurdan nura yükselerek nihayete gider. “Şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi de değişir!”… FEYNE: Zaman. Saat… FEYNAN: Güzel, uzun saçlı… RESL: Kıvırcık olmayan saç. “Risale. Kitab”… RESİL: Elçi. “İfâde”.

 

EYYAM-I MAZİ

–MAZİ GÜNLERİ–

 

LEVHA: 1 Şubat 1985… Faik Erdiş, yatakta elimi tutuyor… Bu ânda kalbim duruyor… Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini düşünerek, hiç paniğe kapılmadan kendimi salıyorum… Şiddetle cezb ve bir ânda kayboluyorum… Aynı ânda uyanmışım gibi gökteyim… Yol alırken, Ay ve yıldızlar… Dikkat edince, Ay’ı Güneş’e benzetiyorum… Gecede yıldızlar ve Ay renginde Güneş… İçime “mavi Ay” doğuyor; aklıma, bir gece odamda resim yaparken “mavi Güneş”in çok tesirli bir ilhâmla görünüşü geliyor ve içinde bulunduğum durumun onun gerçekleşmesi olduğunu düşünüp hayret ediyorum… Ve hatırıma, Üstadım’ın “Her gece rüyâmı yazan sihirbaz - Tutuyor önümde bir mavi ışık!” mısraları geliyor… O ânda gerisin geri yatak odasının penceresindeyim ve ÇATI’nın saçağından göğü görürken yataktayım… Uzaktan kumandalı oyuncak gibi, karyolanın ayak ucuna savruluyorum… Zeyn-âb beni teskin etmek istiyor ama, ben cezbenin kesilmemesi için bir davranışta bulunmuyorum… Yere yuvarlanıyorum… Dört ayak giderken cezbe kesiliyor… İki kişi kollarımdan tutup sanki beni götürecek… Yerde bir kedi var… Gitmemek için direniyorum… Önümde ANNEM var… GÖTÜRÜLMEM gerektiği üzerine birşey söyleyerek, yürüyor!

*

SABRİYE Erdiş: (Vakt: 506: Erdiş… Üstadım’dan: “Sabırla bir olur doruk!”…): 832.

ABDÜLHAKÎM Koltuğu: 832.

*

LEVHA: 1 Şubat 1990… Üstadı arkadan görüyorum ve ona “Salih Mirzabeyoğlu sizinle görüşmek istiyor!” diyorum… Sonra o, sarı saçlı bir kadın… Onu yaşlı zannederken, yüzünü dönünce çok güzel bir genç kız olduğunu görüyorum; hafif makyajlı ve dudağı boyalı… Üzerinde AZERÎ elbisesi ve başında Azerî şapkası… Yeşil şapka ve elbisesi de yeşil… Ama hep Üstadım… Kayıtsız ve azarlar bir ses tonuyla, ona haber vermem için, “ben ÖĞLEDEN SONRA görüşemem!” diyor… Çok güzel ve parlak Güneşli bir gün… Salih Mirzabeyoğlu ile, inişli-çıkışlı bir yoldan ahşab ve iki katlı bir binaya geliyoruz… Binanın dışında, duvara tırmanan asma yaprakları… Bir odada, o AZERÎ genç kızın etrafında ilgiyle halkalanmış genç kızlar, sedirlerde oturuyorlar; fakat bana ilgisiz görünüyorlar! — Hayran Erdal.

*

AZERÎ: 911: FAZIL-Fazilet sahibi, üstün kimse… ZEİR-Öncü, çeri kimse: 911: ZİRVE-Birşeyin, hususen dağın en yüksek yeri… EŞYAH-Şeyhler, pîrler: 912= 1911: TEBŞİR-Müjdelemek… İFTİLÂT-Ansızın bir işe girişmek. Hatıra gelivererek şiir veya söz söyleme: 912= 1911: TAHADDÜS-Yok iken peyda olmak. Ortaya çıkmak. Sezgi… İLTİFAT-Teveccüh etmek. Güzel sözle okşamak: 912= 1911: PEZİR-Kabul eden, olan, olabilen… MÜBDİ’-Kârı tamamen kendisine kalmak üzere birine sermaye vermek: 912= 1911: İSTİNKAŞ-Nakşetme, nakşedilmesini isteme… AZAR: Mart ayı… AZER: Ateş. Şemsî senenin 9. ayı. Kasım. Mecusilere göre Güneşe memur meleğin ayı. Hazret-i İbrahim’in babasının veya amcasının ismi.

*

CASİYE: Dizüstü oturmak. Topluluk, cemaat… CASİYE Suresi: Şeriat ve Dehr Sûresi de denir.

*

1 Şubat 1991, günlerden CUMA, öğleden sonra saat 14 civarında yakalanıp, Siyasî Şube’ye götürülüyorum… Sene 2000: KARTAL Cezaevi’nde, TELEGRAM macerasının başlaması.

*

FEBUS: Roma mitolojisinde, ateşlenmeye karşı insanı koruyan tanrıçanın adı olup, Roma şehrinde üç adet tapınağı bulunduğu… FEBRUS: Etrüsk mitolojisinde, yeraltı tanrısının adı olup, ŞUBAT ayı ona adanmış ve Batı dillerine bu tanrının adıyla geçmiştir… ETRÜSKLER: Kuzey İtalya’da yaşadıkları bilinen, kökeni bilinmeyen bir halk. Kültürleri hakkında pek malûmat olmamakla beraber, Lâtinler’e karışarak bugünkü İTALYAN halkını ve kültürünü oluşturdukları… Kendilerini RASANNE veya RASNA olarak isimlendirdikleri… M.Ö. 800 tarihinden itibaren izlerine rastlanan Etrüskler’in, M.Ö. 396 senesine kadar VELİ kentini yönettikleri ve kendilerine has Hind-Avrupa grubunda yer almayan bir dilleri olduğu… 1964’te onlara dair birtakım tabletler bulunduysa da, hâlâ dillerinin çözülemediği… Tarihçi HERODOT, kendi kızlarını fahişe olarak yetiştirmeleri dışında Yunanlılar’a benzeyen, gümüş ve altun sikkeleri ticarette ilk kullanan halk olarak tanımladığı LİDYALILAR’ın Etrüskleri kolonize ettiklerini bildirmiştir… 2004 senesinde onlara âit bulunan 80 cesed üzerinde yapılan incelemede, ANADOLU halkıyla yakın akraba oldukları… FEBRUARY. (İngilizce): Şubat.

*

ŞUBAT: 709: TEŞT-Tekne. Kab… TEFKİR-Düşünme veya düşündürülme. Endişe: 710= 1709: TERAKKİ-İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. Artma, çoğalma… CEZBE-İstigrak: 710= 1709: İRTİZAK-Rızık alma, rızıklanma.

 

TAKVİM-İ VAKAYİ

 

Takvim-i Vekâyi’nin 6 Şubat 1866 tarihli nüshasında, hükümet tarafından Paris’teki muhalifler aleyhine muhtevası ve üslûbu enteresan bir bildiri yayınlanmıştı: “Paris’te kurulan bir fesad cemiyetinin üyelerinin ötede beride tahrik ve dedikodu yaptığı, hükümet aleyhine bulunmanın kendilerine zararı dokunacağı ihtar edildiği hâlde, ismi geçen cemiyetin rezil kişilerden oluştuğu ve bunların bazı zadegân aleyhinde iftira dolu mektub ve imzasız mazbatalar bastırıp dağıttıkları, alçaklık ve rezaletlerini herkesin bildiği bu gibilere inanılmaması gerektiği” tenbih ve ilân ediliyordu… Sözü edilenlerin “Genç Osmanlılar” olduğu açıktı… Âli Paşa’nın Bâbıâli’de kurduğu idareden İSTİBDAD diye söz edilmeye ve bunun “despotizm” mânâsında kullanılmaya başlanması… Oysa daha 50 yıl önce bir OSMANLI efendisi için İSTİBDAD, İslâm ülkesindeki bir yöneticinin olağan idaresini ifâdede kullanılacak bir sözdü. İslâmcı siyasî kurumda İSTİBDAD, “sözü geçen ve doğru yönetim” mânâsıyla eştir. Tanzimat reformları, OSMANLI aydınlarını ayrı bir dünya ve yönetime götürmüştü. (İlber Ortaylı’nın OSMANLI Aydınları isimli kitabından yaptığımız bu iktibasta, İSTİBDA’ ile İSTİBDAD kelimelerinin karıştırıldığı anlaşılıyor. İSTİBDA’, yâni “bedi’ ve güzel bulma”; İslâm ülkesindeki bir yöneticinin idaresini ifâdede kullanılacak “olağan” söz bu. İSTİBDAD ise, malûm, keyfî ve zulümeden idare için kullanılan.)… 1860’ların muhalifleri henüz laik-uluscu ideolojiye veya billurlaşmış radikal görüşlere sahib değillerdi; kendilerini GENÇ Osmanlılar diye isimlendiriyorlardı - ama Avrupa bu grubları JEUNE Turc diye adlandırdı. “JÖN Türkler özlü bir kimlikti”; köhneyen monarşilere karşı ayaklanan ve direnen bütün ülkelerin muhalifleri bu isimle anıldı. Portekizli Jön Türkler gibi.

*

Sene 2000, Kartal Cezaevi ve TELEGRAM “sefası”ndayım; bana hergün iki gazete geliyor ve boğulmakta olan bir adama maç neticesi bildirmek kadar uzak bir alâkasızla hiç ilgilenemediğim gibi, kafamın yönü değişsin diye herhangi bir yazıyı okumaya davrandığımda da, benim gözümün gördüğünü benle beraber okuyan DURAN’ın sesi, hâliyle buna mecal bırakmıyor. “Ben bir kamera gibiyim, gördüğüm, düşündüğüm, yazdığım, konuştuğum şey aynen alınıyor!” demem doğru; burada kamera lâfını, görüntünün beyinde “ne türlü bir şey” olarak “idrak edilmiş” olan şeklinde de izâh edebiliriz… Anlatılamayan ve mecazî olarak “kamera tesbiti gibi” lâfzına götüren de bu. O zaman da sanki, tıb dünyasının zihnî idraki bir ARŞİV deposu gibi gittikçe müşahhaslaşan bir şekilde anlatıyor intibaı hasıl oluyor. Uzatmayayım: Gördüğümüz, beyinde ne oluyorsa oluyor, onu aynen alan da neticede benim beynimdeki idrakim gibi görmüş oluyor - burada görme, ekranda görüntü değil de, düşüncede görüntü algısıyla olabilir. Netice aynı da olsa, ikincisi daha sırrî… Evet; okuyamıyorum ve zorladığımda da anlayamıyorum. Ama gazete, benim parlak(!) buluşlarımdan birine de âlet olmadı değil. Elektriğin vücuduma yataktan geldiği intibaı hasıl olunca, bir hafta kadar yatağa gazete serip dalgayı kesiyordum(!)… Sonra bu oyunları da bitti… MART veya NİSAN ayı idi; onların yönlendirmesi mi, yoksa benim tâbi hâlimle mi bilmem, gazeteye göz atınca, (Hürriyet veya Sabah), küçük bir haber: “Salih İzzet Erdiş’in, Fatih Çarşamba’da bulunan evinin kiracısı, eve yapılan baskında –şu kadar– eroinle yakalandı!”… Ne Fatih Çarşamba’da evim, ne kiracım var, ne de bahsi geçen ismi tanıyorum!

*

TAKVİM-İ Vakayi: Vuku bulanların takvimi… Yukarıda biri yarı resmi bir gazete ismi ve haberi, diğeri benim zihnimde kalan vakanın takvimi… TAKVİM, “vakaî” ile pekiştirilmiş bir terkib, ister “güzel insan - doğru ve ahlâklı insan” mânâsında HÜSN-Ü TAKVİM denilen İNSAN, isterse HALİHAZIR’a Hazret-i Ali’nin “zaman ibret aynasıdır” dediği veçhile malzeme veren çeşitli TARİH şekilleriyle bir keyfiyet olsun, yine İNSAN’a hizmetinden HÜSN-Ü TAKVİM mânâsına gelir; bu şekilde TAKVİM, yarar olarak “Cazz kat - yazılmış nefs”e, yâni nefsin bir yazılan ve yazan oluşuna… Cümleyi dolambaçlı görüntüden kurtaracak olan, muradımdır: BEN ve içinde ehemmiyetli bir yeri olan TELEGRAM maceramla birlikte, “ÖLÜM ODASI” keyfiyetinin belirttiği, olmasını istediğim HÜSN-Ü TAKVİM beyanı - dıştaki vakalara içyüzü ile, kendini içinde takib eden bir kimlik murakabesi olarak.

*

TAKVİM: Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru etme. Ta’dil etme. Bir şeye kıymet tâyin etme. Her gün, ay ve yılın, ahkâm ve süresinin kaydedildiği defter. Günlük hâdiselerden bahseden gazete… TAKVİM’in “takva”ya âit mânâsının üzerinde durduk - nefs

tezkiye ve temizlenmesine âit hizmeti, İNSAN asliyetindeki kendi yazısını bulmaya dair yönü; hâliyle TARİH’in de… “Allah, takva sahiblerini sever”; geveze hayatı yaşayanları, ne iş üzerinde olursa olsun hayatı “geveze” keyfiyetinde olan ve görenleri değil. Muradı Allah ve Resûlü olmayanların bütün hayatı budur. Bildik soydan “tarih ne işe yarar?” sorusunun en has cevabı da budur. İbretten kasdımızın takva lâfzında saklı olduğunu da söyledik… DATE. (İngilizce): Tarih, zaman, randevu, flört edilen kız veya erkek. (Tarihteki “kişi” mânâsına dikkat)… DATE. (İngilizce): Tarih koymak, tarih atmak, tarih kararlaştırmak veya tahmin etmek, zamanını hesab etmek, tarihli olmak, randevuya çıkmak… DATE. (İngilizce): Hurma. “Bitkide, hayvana en yakın ufuk”… DATA. (İngilizce): Bilgi, malûmat, istatistik… TAKVİM: Doğrultma, düzeltme, yoluna koyma. Kronoloji, zamanı sırasıyla dizilmiş tarih ve tarih ilmi. Değer biçme. Malûm ve meşhur, gün-ay-mevsimleri bildiren yıllık, özel isim takvim, takvim-i sâl. “Bunun tarihteki örnekleri üzerinde duracağız”… Takvim’in “hayat-ı seyranî” gibi “hayatın akışı - gidişin hayatı” tarzında istiareli mevzu edilişi yanında, “Ahsen-i takvim; takvimin en güzeli” diye “güzel bir hâdisenin” bildirilişinde sıfat ve HÜSN-İ TAKVİM şeklinde İNSAN’a mecaz oluşu.

*

TAKVİM - Zaman sırasıyla kayda geçirmek, geçen zamanı bölümlere ayırmak… Bu iş için hareketleri düzenli edilen iki yıldız - Ay ve Güneş’ten yararlanılır. Ayın 29 günde bir tekrarlanan ve bir yılda 12 safhadan oluşan hareketlerine mukabil, Güneş mevsimlere göre değişen 365 gün 6 saatte tamamlayan bir seyir takib eder. Ay takvimi, Güneş takviminden 11 gün kısadır… Çeşitli zaman ve kültürlerde, 3 tip takvim kullanılmıştır: İslâm takvimi gibi AY takvimi, Fars takvimi gibi GÜNEŞ takvimi, Yahudi takvimi gibi AY-GÜNEŞ takvimi… JÜLYEN Takvimi: Milad’tan Önce 46 yılında Julius Sezar’ın emriyle gökbilimciler’in Güneş’in hareketine tam uyan takvimi hazırlamaları ile oluşturulmuştur. O zaman, yılın 365 gün 6 saat olarak hesablanması ve 4 yılda bir 366 gün olması, sonradan 365 gün, 5 saat, 48 dakika, 46 saniye olduğunun tesbiti; bu yüzden sözkonusu takvim 400 yılda 3 gün hatalı… GREGORYEN Takvimi: Jülyen Takvimi, 16. yüzyılda Papa 13. Gregorius tarafından düzeltilerek fark giderildi. Bunun yanında, Hazret-i İsa’nın doğumu esas alındı. 1926’da Türkiye’nin kabul ettiği bu takvim, 24 Şubat 1982’den itibaren kullanılmaya başlanmıştır… Aradan 400 sene geçtikten sonra, bir “Ahsen-i Takvim” tarihi, 28 Şubat 1982: “Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğlu’na” — Necib Fazıl Kısakürek… Eser: İMÂN ve İSLÂM Atlası.

 

“TAKVİM YAZIM”

LEVHA: 20 Şubat 1984… Mehmed Kısakürek… Elinde KAFA KÂĞIDI romanının kâğıtları… “O orijinallere bakabilir miyim? Neyi ne zaman yazdı?”… Sonra Üstadım’ı görüyorum… Çok yumuşak ve tatlı bir havası var… Güzel ve sevgiyle kucaklaşan bir hava içindeyiz… Konuşurken, bana vereceğini söylediği TAKDİM yazısı hakkında, “efendim, benim için yazacağınızı söylediğiniz kâğıdı alabilir miyim?” diyorum… İki-üç kıtalık bir şiir yazıyor… ÇOCUK hakkında şiir. İkinci kıtada, kafiye uyumsuz… Meselâ, “a-b-a-b” olacakken, üçüncü mısra birinci ile kafiyeli değil… Ve üçüncü mısraı (x) diye işaretliyor… Şiir, “bu çocuk benim nasibim ve mutluluğuma vesile” mânâsına… Üstadım, şiiri yazmadan önce, “vereyim ama, lüzumu yok, dost düşman bunu herkes biliyor!” dedi ve gözlerini gözlerime dikip dolu dolu, “siz haşmet istiyorsunuz…” diye ekledi… Müthiş bir zevk içindeyim… Babam ve teyzem… Üstadım’ın TAKDİM yazısını defalarca okuyup ezberledim… Kafam, kâğıttaki “12/…/…” diye bir tarihin ne olduğuna takılmasaydı… Babama, “Üstad durulmuş, üzerinde sanki ölüm neşesi vardı!” diyorum… Zevk ve hüzün duyguları arasında öyle eriyorum ki, ağlayacağım!

*

(Birinci mısra): “Annesi gül koklasa ağzı gül kokan çocuk”: 1821: MÜTEFARİK-Ayrı ayrı. Birbirinden farklı olan. “Bir şeyin aynı, aynı olduğundan başkadır”… MÜTERAFIK-Arkadaşlık eden, beraber. Bir arada, karışmış, karışık: 821: TEKRAR-Bir daha, yine, yeniden. “Rüyâda gelen mânâ: 21 kere yaz, şehid mi ne olursun!”… Hacegân silsilesinin kolbaşlarından DERVİŞ MUHAMMED Hazretleri, Allah Sevgilisi’nden itibaren 21. büyük: 612: MÜŞAARE-Karşılıklı olarak şiir söylemek… ŞEYH Galib’ten bir mısra: “Şâir demek ehl-i hâl demektir!”… İMÂN isimli şiirimden: “Dipsiz fezayı gizleyen atom — Aşınmaz esrar giden gelenle”… Allah, ARZ’ı su üstüne döşedi; bir ehl-i kalb – “Suya benzeyen kalbin üstündeki Allah ARŞ’ını gör!”… Kalb, hem cisim, hem cisme âit bâtın (cin, gizli), hem mânâ mertebeleri olarak bâtın; ARŞ’ın, Allah’ın tecelligâhı, istiva yeri oluşu nazara alınırsa, “cisimler âleminin mecmuu olan Arş”ın kalbte bu topluluğu, ruhun bedenle tecellisiyle meydana gelen NEFS hakikatinin VARLIK ve BİLGİ olarak görünüşüdür… Bu hakikat, başta Allah Sevgilisi, Peygamberler, sahabîler, tabiîn - veliler derecesi üzerinden, nasibince “doğru yol”da olan bütün müslümanlara; inanmayanlar için ise, zâhir olmamış bir mânâ… Topyekûn varlığın Allah Sevgilisi’nde toplu KADERİ - Takvimi, bu O ve O’ndan mânâ yanında, her bir insanın KADERİ - Takvimi… USAM-Pire. “Zerre. Karınca. Bit. Atom”: 612: TERAÎ-Aynaya bakma. Birbirini görme ve görüşme. Bir fikir hakkında mukabil görüş… KAPTAN Kusto Müslüman: (Noktalı harfler): 302: DERVİŞ Muhammed… İ’CAZKÂR-Mucizeli olmak. Başkasını acze düşürücü olmak: 1302: MİRZABEYOĞLU.

*

(İkinci mısra) — “Ağaç içinde ağaç, geliştiren tomurcuk”: 3081: KİYAN-Merkez. Yıldız. Tabiat. (Kiyâne: Kefil olma… Keyân: Hükümdar… Kürtçe, Giyan: Ruh… Güyan: Söyleyen)… MECLUB-Celbedilmiş. Kapılmış. Çekilmiş. Aşık, tutkun: 81: FARZ-Bir kimseyi bir vazifeye tâyin etmek, bir işi yapmaya zorunlu kılmak. Bir kimsenin kendi nefsine âit iken başkasına hibe ettiği muayyen şey. “Bir ismi de Mümin-Emin kılıcı Allah. Hâlife İnsan. Varis Allah”. Takdir ve beyan eylemek. Bir davaya mevzu ve esas kılınan husus. Bir şeyi DELMEK, gedik açmak… ELMA-Çok koyu gölge. (Elmaî: İdrak derecesi üstün olan kimse): 81: TESAKKUF-Zafer bulmak… Aynı ebcedle, Üstadım’ın vefatını haber verircesine bir kelime, VEDA: Ayrılık, ayrılışta selâmlamak… “Ağaç içinde ağaç, geliştiren tomurcuk”: 3081= 2082: Mehdî Salih Mirzabeyoğlu.

*

(Üçüncü mısra) — “Çocukta uçurtmayla göğe çıkmaya gayret”: 3649: MEHDÎ-İ Muntazır… UÇURTMA: 265: MUTAYERE-Uçurup gönderme. Uçurma… NİRX. (Kürtçe)-Nefs muhasebesi: 265: KAS’A-Çanak. Kab… ESİRRE-Tahtlar. Milletin bellibaşlı ileri gelenleri: 266: 1265: KOMBİNEZON-Tertib, düzenlemek. Çare. Kadın iç gömleği. “Takvim. Nefsin büründüğü sıfat”.

*

(Dördüncü mısra) — “Karıncaya göz atsa, niçin, nasıl ve hayret”: 1081: MÜSTAGRAK - Garkolmuş, dalmış, batmış… Aynı ebcedle, AHİR: Hitam bulan. Son. Sonra gelen. “Halife”.

*

(Beşinci mısra) — “Fatihlik nimetinden yüzünde bir nurlu mühür”: 1979: AKINCI Güç dergisinin çıktığı tarih… “Fatihlik nimetinden yüzünde bir nurlu mühür”: 1979= 980: ŞERİAT… KUFAHİR - Büyük ve iri cüsseli kimse. “Ebed. Sırtlan. Nefs. Hayâl”: 981= 1980: MEHDÎ Salih İzzet Mirzabeyoğlu… KASAH-Sırtlan: 169: RAHMAN Sûresi 19 ve 20. âyetler.

*

(Altıncı mısra) — “Biz akıl tutsağıyız, çocuktur ki asıl hür”: 2393= 1394: MÜNŞİD-İnşad eden, iyi şiir okuyan. Bir şeyi zâyi edip “gören var mı?” diye bağıran. “Fely: Bit. Şiirin ince mânâlarını çıkarma. Keskin kılıç”.

*  

(Yedinci mısra) — “Allah diyor ki: Geçti gazabımı rahmetim”: 2903: TEBAŞÜR-Müjdelemek. Bir işe girişmek… HARİKA: 905: ZERRE-Atom. Çok küçük karınca.

*

(Sekizinci mısra) — “Bir merhamet heykeli mahzun bakışlı yetim”: 1989: HIFAZ-Vefalılık. Gayretlilik.

*

(Dokuzuncu mısra) — “Bugün ağla çocuğum, yarın ağlayamazsın”: 3619: HATA-Yarış atlarının sekizincisi… HATA: Kuzey Çin… HATT: Yazı… HATA: Eksik. Kusurlu. Sürçen… Nefs - İyi ve kötüleri kabul edebilen hakikatiyle, sürekli yenilenendir. Hata, sadece doğru ve iyiden kayma değil, nefsin eksikliğinden dolayı dolma bakımından daima doğru ve iyiyi alışında da var olan - zarurî bir hakikattir. Nitekim bir KAB, boşluğu kadar dolar; büyüdükçe boşluğu da büyüyen bir KAB. Şuur bahsi olarak ifâde edersek, ne kadar eksiklik hissedilirse o kadar bilgi; bu şuurun son tecridte “bildiğim birşey varsa hiçbir şey bilmediğimdir!” gerçeğine çatması, bir bedahet, hakikati de MUTLAK FİKRİN GEREKLİLİĞİ davasıdır. VARLIK serüveninde İNSAN, Allah karşısında bir arazdır; Var oluşu, Varlığı zaruri ile olan bir kelâm, Allah kelâmı. Allah’ın onu vasıta ederek onu ona buldurduğu ve bulduğu kadar ona bilinen olduğu. Kelm-yaralı. Bu işin hakikati de, Resûlü’nün bildirdiği yoldan imân ve amel; MUTLAK Kelam’a muhatab olabilmek… HATA: 612: DERVİŞ Muhammed… HATA: Kuzey Çin. “Sin”… KUZEY: Şimâl. “Kutub Yıldızı”… KUTUB İnsan: İRŞAD Kutbu… İnsan soyunun “İrşad edici” mânâsında sonuncusunun, ÇİN’de doğacağı ve ŞİT Aleyhisselâm’ın izi üzerinde Allah Resûlü’ndeki toplu hakikate bağlı olacağı; ŞİT Aleyhisselâm’ın özelliği, ADEM Aleyhisselâm’ın çocuklarının O’na kadar hep çift, O’nda tek olması ve O’nun, ADEM Aleyhisselâm’ın zürriyetinde İlk Peygamberliği. Kendisinde tecelli eden hikmet NEFS: Buradaki NEFS, nefs hikmeti üzerine daha önce söylenenlerden farklı özelliğiyle üflemek mânâsının “dua ile istenene uygun gelmesi” bakımından, yâni şu - Adem Aleyhisselâm, oğlu HABİL’in ölümünden sonra Allah’tan hayırlı bir evlâd istedi ve ŞİT Aleyhisselâm Allah’ın bunu kabulü neticesi doğdu. ŞİT, “Allah vergisi” demek; üfleme de bu. İlâhî Nefs’ten hikmeti, O’na nisbet ediliyor… ÜSTADIM’ın 1950’de yazdığı bir makalede, “Ey genç adam, artık gel! Sen yoksan bile dileyişimizdeki şiddet sana vücud verecek!” duası hatırlanmalı… ŞÎT - “Kendisine 50 sayfalık kitab nazil olmuştur”: 710: HALEF… NESTER-Ağustos gülü, yaban gülü - van gülü: 710: HAMİS-Beşinci. “Seyyid Taha, Seyyid Fehim, ABDÜLHAKÎM Arvasî, Necib Fazıl ve beşinci”… HE harfi: Ebced değeri 5. Nefes harfidir, zikirde Allah’a. Beş sayısı, eski yazıda “O” olarak gösterilir. Sıfır ise, yok, hiç, sırdır. Günlerden Perşembe, aylardan MAYIS beşincidir. MAY, Türkmence’de MAYIS ve FIRSAT demek. HE harfi, Allah’ın BAİS, “Gönderen, sebeb olan, icâb ettiren, yeniden yaratan, ölüleri tekrar dirilten, Peygamber gönderen” mânâlarına gelen ismidir ve kalb mertebesinde LEVH-İ MAHFUZ’a işaret eder… LEVH-İ MAHFUZ: Topyekûn varlığın kaderinin yazılı olduğu İlâhî Levha. Kur’ân. Allah Sevgilisi’nin nefsi ki, Allah, O’nda O’nu vasıta ederek buldurmak üzere kendini beyan etmiştir. Demek ki LEVH-İ Mahfuz, O’nu vasıta ederek O’nunla yazılan da: 1078: HAKÎM-Allah’ın güzel isimlerinden biri, Allah Sevgilisi’nin bir ismi… HAKÎM: 78: İBDA… DERVİŞ Muhammed: 612: İSNEYN-İki. Pazartesi… Ebced hesabında BA harfinin sayı değeri iki. Bu harf, ELİF harfinin dairevî bükülüşle bir gemiyi andırması şeklinde. GEMİ - Yıldızlar, gemiler, imânlıların ruhları, nefsleri. Şekil, VARLIK alıcısı, hakikati kabul eden NEFS hükmünde. Altındaki nokta da, Hazret-i Ali'nin, “İlm bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı” hikmeti vechile. Demek ki, VARLIK ve BİLGİ, Allah ve Allah Sevgilisi olmak üzere, böyle bir SİN. Bu hikmet, Allah Sevgilisi’nden sonra, hep sıraladığımız üzere derecelerde... PAZARTESİ, bütün büyük oluşların gerçekleştiği gün: “Allah Resûlü, Pazartesi günü doğdu, Pazartesi günü Nebîliğe erdi, Pazartesi günü Hicret etti ve Pazartesi günü Medine'ye geldi!”... DOKUZUNCU mısra: 3619= 2620: HUBBAZÎ-Ebegümeci denilen çiçek... Aynı ebcedte, bütün insanlığa şâmil olmak üzere, KUREYŞÎ, TÜRK, KÜRT.

*

(Onuncu mısra) — “Şimdi anladığını, sonra anlayamazsın”: 2011= 1012: HEBBE-Zamandan bir asır... MÜSTAHDİS-Yeni birşey bulucu: 1012= 13: SALİH Mirzabeyoğlu... DEBDAB-Haşmet. Azamet. Şan, şöhret: 13: YAB-“Bulmak” mastarından emir kökü.

*

(Onbirinci mısra) — “İnsanlık zincirinin ebediyet halkası”: 1864= 865: TEHNİYE-Kutlama, tebrik etme.

*

(Onikinci mısra) — “Çocukların kalbinde işler zaman rakkası”: 1599= 600: HI harfinin ebcedi. Bu harf, Allah'ın HAKÎM ismine ve kalbteki mertebesi “Şekil-Suret”... MÜTEATIF-Kendisine atfolunan. Birbirini seven: 600: TAKANNÜN-Kanunlaşma. Değişmez hâlde, kat'i olarak belirme.

*

BÜTÜN mısraların toplamı: 28709= 737: HALİD BİN VELİD (R.A)... MEHDÎ Salih İzzet Erdiş: 1736= 737: DERSAADET - İstanbul’un eski ismi... METRİS Cezaevi: 738= 1737: USMUH-Kulak. Kulak deliği. “İşitme”... “Allah bir şeyin olmasını dilediğinde, o şeye OL der ve o da OLUR”; buna göre, emir Allah'tan, bunu işiten şeyin yokluktan varlığa çıkması da kendindendir. Bir şeyin olma istidadı olmasa, varlığa çıkmazdı. Demek ki, o şeyin olması, kendi nefsindendir; ve Allah'ın emrine uymaması kabil değildir. Yaradılış içinde Allah'a düşen, sadece emir vermek. Hem varlık, hem bilgi açısından, işitmenin kıymeti; hâni bir şeyi derinliğine anlamayı - idrak etmeyi bile, “derinden duyma” diye ifâde ediyoruz ya... “Son Devrin Din Mazlumları” - Üstadım’ın bir eserinin ismi: 1736= 737: GURİSTAN-Kabristan. Türbe... İSTİARE-Ariyet isteme. Ödünç almak. Bir kelimenin mânâsını muvakkaten başka bir mânâda kullanmak: 737: BİZLE-Lâtife, şaka... ŞAKA deyince NİSAN: Lâtife, lâtiften gelir, incelik ve incelmişten, kesafetin zıddı. Düşünceye vurulduğunda, “aklı aşan”dan gelir. Her aklı aşan lâtiftir de, lâtife değildir. Her gülünecek olan da lâtife değil, aklı aşan değil. Lâtifenin, –söz misâl–, zarafetle ilgisi içinde aklı aşanı, ruhî bir doğrudanlık ile doğan tebessüm ve gülmeye sebeb. Lâtif ve şaka, incelikten aşağı inmeye başladıkça, karışıklık kalkar ve ortada makulünden sululuğa varanına, şaka kalır. NİSAN ayı, ebced tevafuku İNSAN ve “Ben Kimim?”, tarihin bilinebilen boyunca bütün tonlarıyla ŞAKA ile alâkalandırılmış, bu ayın tabiatın canlanması ve insanların kış sıkıntılarından kurtulduğu havası ile, “taze bir başlangıç”, bu da “varoluş neşesi” çerçevesinde bir sevinç gösterisine vesile olmuştur. İnsanın varlığı, Allah’ın istihzası değil de, sanki varlık lâtifesi - taaccüb, hayret uyandıran; bir tuhaflık ki, sır, sırrını yalnız Allah’ın bildiği, insanın takat getiremediği bir aklı aşan… Gevşeyen beyin ve tebessüm; bu ibretten… Hindistan’da 31 Mart’ta kutlanırken, bilinmeyen başlangıcıyla köklerinin çok eskiye gittiği söyleniyor. Eski Roma’da 25 Mart’ta kutlanan Hilaria festivalinin, mitoloji devrine indiği… Fransa’da “şaka” niyetiyle “Nisan Balığı - Nisan Şakası”, İskoçya’da “Guguk Kuşu” diye bilinen gelenek… ÜSTADIM’ın, Ocak Ayı’ndan beri bana kaç defa söylediği “Bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetinle görüneceksin?”, onun 23 NİSAN’da KAFA Kağıdı isimli eserini yarım bırakıp, 25 Mayıs’ta vefatına kadar görünmeyişi; bir bilmece kaldı ki, TAKDİM yazısının kendinden, bizzat onun çözümüne, neticede sonsuz bir macera hâlinde “Ben Kimim?” dönümüne… BEYZAVÎ- Yumurtaya benzer şekil: 828: DAHK-Ağzı yarılmış olan çiçek tomurcuğu. Tereyağı, lübb. Bal, şehd. Kar, sürür, sevinç, güzel söz… DIHK-Gülme: 828: MEHDÎ Muhammed Salih İzzet Erdiş.

 

TELEGRAM VE HÜSN-İ TAKVİM
 

Tarihin içyüz ilmekleri hâlinde İBRET’ler… Ne, NEDEN olmalıydı ve ne NEYE yarıyor? İbret, HALİHAZIRIMIZ’da tuttuğumuz mevzu –bizimki malûm–, mâziye ve istikbâl hesabına, hepsini birden kuşatıcı olarak da halk dehasını yansıtan bir Abdullah’ın (her kul bir Abdullah) söylediği gibi DÜNya; dün derken avuçlarını bomboş açarak, YA derken de “şimdi”yi “bunun dünden ne farkı var!” mânâsında bir el işaretiyle açıklaması üzere… Su üstüne yazı yazmak: İBRET bu… Dünya’nın kıymeti de bu: İBRET almak… Ruhun tekâmülü için zaruri olan… Cennet’ten düşüren hikmetin, “HATA, Ademi Efendi yapmak içindi” olması - Dünya, bir müminin TAKVA sahibi olması şartlarında… TAKVİM-İ Vakayi’nin Sultan Mahmud zamanında çıkış tarihi: 1831= 832: ABDÜLHAKÎM Koltuğu… HÜSN-İ TAKVİM: 675: TELEGRAM… Takvim-i Vakayi, (Vakaların Takvimi) ile Telegram ve Abdülhakîm Koltuğu ile Hüsn-i Takvim, bu dışyüz ve içyüzden gelen müessirlerin nefsimde hakikatleşme sürecinde de BEN… NEFS, İlahî takdir ne ise, renkten renge bürünerek tamamlığa doğru bir akış… HAKDAN-Dünya, arz, yer: 675: TELEGRAM… İRTİCA-Geri dönmek. Ricat etmek. “Hakka”: SALİH İzzet Erdiş… MEVLÂNA Celâleddin-i Rumî. (ANADOLU mihrak, ruhunu yoğuranlardan ve hakikatte mürşidin bir olmasına nisbetle, bâtının remz şahsiyetlerinden. Ebced delaletiyle Salih-Necib-Anadolu): 553: MEHDÎ Salih İzzet Mirzabeyoğlu… TELEG. (Kürtçe): Aylak, hercaî, kafası dağınık, her yerde bulunabilen, n’ittüğü bilinmez, işsiz: 452: MÜCAZAT-Ceza. Karşılık… RAM: İtaat eden. Boyun eğen. (Bu mânâ, izâfe edilen, ilgilendiren mânâsında bağlanan, ilişkilendiren obje de olur.)… Netice olarak TELEGRAM, “Teleg” mânâsının “Ram” ile birleşmesinde, o vasıfların organize olması şeklinde bir teknik oluyor: Uygulanana hedefli, bağlı, kitlenmiş… Dışyüz ve içyüz arasında nefsim, bu birinci ve ikinci “zihin” kontrollerinin merkezleştiği yer olarak birinciyi ikinciye tâbi kılmış akarken, dünyadan kendine fayda verici olanı seçici bir düzen mânâsına “onu ehlileştirici” tâbirinde hâl ifâdesini buluyor… Şu ânda TELEG-RAM’ın zihnimdeki durumu… ÜSTADIM hakkında söylediğim: “Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte içindeki bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun varoluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam!”… İnsan ve toplum meselelerinin halli davasında zâhir ve bâtını idrak çanağı nefs hakikatim bu; içinde bulunduğumuz şu dünya, ahireti kazanmak için bir FIRSATLAR dünyası, yolu da düzeninde düzenini sağlamak çabası ve düzenini gerçekleştirmek üzere İSLÂM. Bütün sıkıntı ve çilelerimizin menşeinde bulunan dünyada, bunları mânâlı kılacak olan da bu… Verilen ömür sermayemizi uğrunda harcamaya değer hakiki gaye, ahireti tedarikle ebedî hayata geçmek; nefs tezkiyesi, yalnız Allah ve Resûlü kalana kadar nefyedilmesi gerekenleri nefyederek - olumsuzlayarak… TÜRKMEN lûgatından, MAY: Dişi deve. “Nefs”… MAYE: Sermaye, mal, ana para. “Ömür”… MAY: Fırsat. Mayıs, dünya… MAYE: Bir şeyin lübbü. Öz. Asıl. “Gaye”…

*

BOLU Cezaevi: 77: KENZ - Hazine, define. Yeraltında gizli kalmış kıymetli eşya, kıymetli maden ve para gibi şeyler… KENZ-Şiddet, zorluk: 926: MAHRUF-Toplanılmış, devşirilmiş meyve… HAVTA’-Pire. Atom. Delik. “Abdülhakîm Koltuğu hatırlanmalı”: 77: MELEZ-İki ayrı cinsten meydana gelen. Azman, iri cüsseli. Alacakaranlık. “Nefs”.                              



Baran Dergisi 269. Sayı