Charlie Hebdo Baskını ile başlayalım. Sizce nasıl değerlendirmemiz gerekiyor bu meseleyi?
Her şeyden önce olayın uzaktan yakından basın özgürlüğü ile alakası yok. Neden alakası yok? Batı’da yaşamış bir insan olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Aynı olmasa da bizim de onların da kırmızı çizgileri var. Onların hassasiyetlerine dokunduğunuz zaman ne basın özgürlüğü kalır, ne ifade özgürlüğü, ne de toplanma özgürlüğü. Bir inancı paylaşmayabilirsiniz, kabul etmeyebilirsiniz, reddedebilirsiniz, ki İslâmiyet de bunu kabul eder, ama hakaret edemezsiniz, insanlara saygı göstermek zorundasınız. Charlie Hebdo ile yapılmak istenen, daha önce de Danimarka’da olduğu gibi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) şahsında tüm Müslüman alemine alenen “hakaret” etmekti. Bizim bu hakareti kabul etmemize imkân yok. Bizim burada karşı çıktığımız onların farklı düşünmesi değil; inanca, düşünceye yapılmış hakarettir. O inanç, o düşünce ve hakaret ettikleri kişi, bizim anamızdan, babamızdan, her şeyimizden çok sevdiğimiz Peygamber Efendimiz (s.a.v)’dir. Bugün “ifade özgürlüğü” diye karşı çıkan Türkiye’deki bazı “patolojik beyinler” var ya, onların kendi karikatürlerini yapsanız en hararetli şekilde karşı çıkarlar. “Hakaret edemezsiniz” falan derler. 
Mesela Cemaat, bu Charlie Hebdo’daki karikatürlerin “basın özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor; ama aynı cemaat birçok kişiye Fethullah Gülen’e “emekli vaiz” dediler diye dava açtı! Aynı şekilde Fethullah Gülen’le ilgili herhangi bir karikatür yapılsaydı, cemaat bunu “basın özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirecek miydi? Kesinlikle hayır! Demek ki herkesin kutsalları farklı! Burada Müslümanların kutsalları var: Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz (s.a.v)… Burada söz konusu olan bunları eleştirmek değil; alenen, açık şekilde hakaret etmek. Yine ifade özgürlüğü noktasına gelelim ve Charlie Hebdo özelinde Avrupa’daki basın özgürlüğünden bahsedelim. Avrupa’da herhangi bir gazete ya da dergide Yahudilerle ilgili bu tarz bir karikatür yapabilir misiniz? Charlie Hebdo’da anti-semitizm yüzünden kaç kişinin işten atıldığını, biliyor musunuz? Mesela Yahudilerin 1930’ların, 40’ların Nazi Almanya’sında yapıldığı gibi uzun burunlu bir şekilde karikatürize etmek basın özgürlüğüne girer mi? Onu reddediyorlar kesinlikle. Demek ki mutlak özgürlük söz konusu değil. 
Bu mesele gösteriyor ki, İslâm Dünyası, büyük bir projeyle karşı karşıya. Alenen, net bir şekilde söyleyebilirim: Bu, İslâm Dünyası’na karşı başlayacak en büyük “Haçlı” saldırısının zeminini oluşturmak için tasarlanmış bir projedir ve İslâm Dünyası, tarihin tanıdığı en büyük Haçlı seferiyle karşı karşıya kalacak. Bundan önce de İslâmofobya’nın “cinnet” derecesinde olduğunu görüyoruz; ABD’de, Kanada’da ve özellikle Avrupa’da İslâm Dünyası’na karşı müthiş bir düşmanlık var. Bu sadece bazı marjinal gruplar tarafından kabul edilen bir şey değil, kitle partileri tarafından da kabul ediliyor. Bunun en güzel örnekleri Almanya’da geçen hafta başlayan Pegida ve Fransa’da aşırı sağ olarak bilinen Le Pen Hareketi’nin hızla kuvvetlenmesi, Hollanda’da ve diğer Avrupa ülkelerinde de aşırı sağ hareketlerin güç kazanması ve entelektüellerin de bu İslâmofobya olarak tabir edilen İslâm düşmanlığına sahip çıkmasıdır. Televizyonları yakından seyrettim bu olaylar sırasında. Fransız basınını çok yakından seyrettim, alenen, net bir şekilde İslâmiyet’e karşı savaş içinde olduklarını söylüyorlar. “Fransa, artık İslâmcılara karşı savaşta!” diye net, açık bir şekilde ifade ediyorlar.
İki asırdır Yahudi, Hristiyan, Müslüman demeden milyonlarca insanı katleden Batı’nın, 12 Fransız öldü diye dünyayı ayağa kaldırması nasıl bir psikolojinin göstergesidir?
Batı’nın tarifi kandır, gözyaşıdır; Batı egoisttir, kendini düşünür. İstanbul için söylenen bir laf vardır: “İstanbul’a kar yağmayınca Türkiye’ye kış gelmezmiş”… Batı’nın bir şeyle ilgilenebilmesi için Batı’ya dokunması lazım. Mesela Ruanda’da bir buçuk milyon insan katledildi, bu soykırımı yapanların en büyük destekçisi Fransa’ydı; bu soykırımın arkasında Fransa vardı. Yine Fransa 1954-62 arasında Cezayir’de bir buçuk milyon Müslüman’ı katletti. Fransa’nın tarihi, özellikle koloni tarihine bakıldığında, Hindiçin’inden tutun da Kuzey Afrika’ya kadar milyonlarca insanın cesediyle süslenmiştir. Fransa’nın bir sembolü vardır, “horoz”dur. Kafası diktir, ayakları pisliğin içindedir. Fransız tarihi de böyledir. Sadece Fransız tarihi değil, tüm Batı tarihi böyledir. Sadece 2003’ten itibaren olaylara baktığımızda, Afganistan’da yüz binlerce insan; Irak’ta yüz binlerce insan katledildi. Hemen dibimizdeki Esed canisi yüzünden yüz binlerce insan katledildi. Her gün Müslümanlar ölüyor ve hiç kimse toplanmıyor. Türkiye’de iki sene önce Hatay’da, Reyhanlı’da 55 vatandaşımız can verdi. Hangi Avrupa Birliği ülkesi geldi Türkiye’ye? Gündem dahi oluşturulmadı! Charlie Hebdo olaylarından sonra 48 saat kesintisiz canlı yayın yapıldı. Bütün dünya toplandı. Bu “Müslümansanız insan değilsiniz” mânâsına gelir. “Human Rights” diyorlar ya, oradaki “human”da Müslümanlar yok. Yani onlara göre biz insan değiliz, Müslümanlar insan değil; katledilmesi gereken varlıklardır. Erbakan Hoca bunu sıklıkla dile getirirdi, “Haçlı Seferleri ruhu hiçbir zaman kaybolmadı, devam ediyor, devam edecek de”… Önümüzdeki günlerde bu Haçlı Seferleri’nin en büyüğüyle karşılaşacağız. Mesela ölen her bir Fransız için bunlar yüz bin tane Müslüman öldürürlerse şaşırmayın.  Bir de bu olayın ne olduğunu da bilmiyoruz, o da ayrı konu. Sonra işe Yahudileri de soktular. İş Yahudi güzellemesine döndü.
Başbakan Davutoğlu’nun orada bulunması sizce ne mânâya geliyor?
Davutoğlu, bu oyunu bozmak için oraya gitti. İyi mi yaptı, kötü mü yaptı tarih gösterecek. Onun gidiş amacı bu olayın Müslümanlara, İslâm Dünyası’na, ki bunun merkezinde Türkiye var, Türkiye’ye atfedilmesinin önüne geçmekti. Nitekim Hayat denilen şahsın Türkiye’den gittiğini söyleyerek Türkiye’ye kestiler faturayı. Çünkü Ortadoğu’da yeniden dizayn söz konusu olduğu için en önemli hedefleri Türkiye. Batı’yı korkutan en büyük isim ise Recep Tayyip Erdoğan. Davutoğlu bu amaçla gitti; iyi mi yaptı, kötü mü yaptı tarih gösterecek.
Biz yaşanan hadiseleri “oluş sancısı” olarak niteliyoruz, “yeni bir düzenin” oluş sancıları... Batı, medeniyet olarak gerileme safhasında; Uzakdoğu ülkeleri iktisadî sahada hâkimiyeti ele geçirmeye başladı. İslâm Medeniyeti de nüfus olarak bir hâkimiyet iddiası içerisine girdi. Bu hâkimiyet iddiası ile beraber, sahada hakimiyet başlasa bile bir eziklik psikolojisi, yaranma psikolojisi var. Bu eziklik psikolojisinden nasıl kurtulacağız?
Bu psikoloji insanımızdan ziyade aydın kesimimizde var. İnsanımızda o kadar yok; ama özellikle Müslümanları temsil eden sözde “İslâmcı aydın”, “İslâmcı münevver” diye ortada gezen güruha değinebiliriz. Tanzimat’tan beri Türk aydını haindir, bizim aydınımız değildir, yabancıların bizim içimizdeki uzantılarıdır. Emperyalizmin en büyük olgusu “kültür emperyalizmi”dir. Ekonomik emperyalizmi bir şekilde aşarsınız, askerî emperyalizmi aşarsınız; ama kültür emperyalizminin etkilerini iki yüz, üç yüz, dört yüz yılda ancak geçirebilirsiniz. Bizde kültür emperyalizminin etkili olmasındaki en büyük pay sözde aydınlara aittir. Cemil Meriç’in orada güzel bir saptaması var: “Türk aydını kendi hazinelerinin farkında değil, utanmamak için saklıyor, belirli bir zaman sonra onu unutuyor.” Erbakan Hoca’nın da sık sık dile getirdiği gibi “taklitçi zihniyet” ile bir süre sonra papağanlaşma noktasına gelmiştir. İslâmcı aydın ise iki kez komplekslidir, iki kez eziktir, iki kez pısırıktır, korkaktır. Niye? Bir, kendi içindeki Batıcı Türk aydınına karşı komplekslidir; ikincisi, Batı’ya karşı komplekslidir. İslâmcı sözde münevverlerde, entelektüellerde kendini Batı’ya kabul ettirme ezikliği vardır. Mesela İslâm’ı yorumlarken bile İslâmî rasyonalite üzerinden değil de, Batı rasyonalitesi üzerinden yorumlarlar. “Niye oruç tutuyorsun?” sorusuna “sağlığa şu kadar faydalı”, “niye namaz kılıyorsun?” sorusuna “eklemlere şu kadar faydalıymış” diye cevaplar verilmesi gibi… “Cenab-ı Allah bana bunu emretti, bunun için yapıyorum” deme cesaretine bile sahip değiller. Biz Müslümanların en büyük sıkıntısı, İslâmcı münevverlerimiz olmaması. Paralel yapıyla mücadele edenlere bakın: Sert bir şekilde mücadele edenlerin hepsini de takdir ediyorum, ama İslâmî kökenden gelmiyorlar. Sözde İslâmî kökenden gelenler “mırın kırın tırın” ediyorlar, değil mi? 
Bu ülkede “şeriat gelsin mi, gelmesin mi?” diye bir referandum yapılsın, ilk karşı çıkacaklar sözde İslâmcı Türk aydınları ve diyanet cephesidir. Bizim en büyük sıkıntımız bu.
Kültür emperyalizminden bahsettiniz. Batı hâkimiyetini kaybederken, yükselen güçlere baktığımızda hepsinin millîleşme sürecine giren ülkeler olduğunu görüyoruz. Mesela Türkiye, Rusya, Çin, Hindistan… Bunlar küreselleşme yerine millileşmeyi ikame eden ülkeler ve yükselen değerler. Bu durumdan yola çıkarak küreselleşme olgusunun çöküşünden bahsedebilir miyiz?
Küreselleşmeyi yüzyılın başındaki duruma benzetiyorum. Belirli zaman sonra, ister istemez ülkeler koruyucu tedbirler almak zorunda kalacaklar. Küreselleşmeyi dayatanların başında ABD ve pazarları, sanayileri güçlü olan diğerleri geliyor. Küreselleşme demek, tüm sınırları ortadan kaldırılması demek, dünyanın global bir köy haline gelmesi. Bu sınırlar kaldırıldığında siz yeterince güçlü değilseniz, sanayiniz güçlü değilse, bu Batı’nın avantajına. Rekabet edecek güçte değilsiniz. Küreselleşme diye doktrinleştirilen, aslında emperyalizmin en önemli ekonomik ayağıdır. Sanayisi olmayan bizim gibi Ortadoğu halklarıyla kıyasladığında, küreselleşme denilen olay aradaki farkı tamamen arttırmıştır. İslâm dünyasını pazar konumuna getirmiştir ve Batı’yla arasındaki sanayi farkını arttırmıştır. Mesela Çin’in çıktığını görüyoruz. Hindistan’ın bir şekilde çıktığını görüyoruz, İslâm dünyasının içinden Malezya ve kısmen Endonezya’nın çıktığını görüyoruz.
Uzakdoğu ülkeleri dünya üretiminde %40 seviyesine ulaştı.
Müslümanlar olarak güçlü değiliz, yeni yeni güçlenmeye başlıyoruz. Endonezya, Türkiye ve Malezya var… Müslüman ülkeler bir şekilde birbirleriyle siyasal olarak, ekonomik olarak, kültürel olarak birliktelikler yapmak zorundalar; ama bunun için her şeyden önce siyasî irade lazım. Biz kendi içimizde bağımsız değiliz ki!.. Türkiye kendi içinde bağımsız değil ki!.. Türkiye şu an kendi içinde bağımsızlık mücadelesi veriyor, iktidar mücadelesi veriyor, kurtuluş savaşı veriyor. Türkiye bağımsızlığını 1923’te kazanmadı; en büyük yalan Lozan... Türkiye 2002’den itibaren bir sessiz devrimle bağımsızlığını kazanmak istiyor, belli bir noktaya kadar da geldi. Tam kazandı mı? Kazanamadı. Bütün bu sıkıntılar, sancılar onun için. Önümüzdeki altı ay, son derece önemli olacak; bunu birçok kere canlı yayında söyledim, söylemeye de devam ediyorum. Nitekim hepsi üst üste geliyor, son düzlüğe girildi bu mücadelede. Biz bu mücadeleyi, İngiltere’ye karşı veriyoruz, ABD’ye, Masonlara, illuminatilere karşı veriyoruz. Bölgede Sykes-Picot’un getirdiği sınırlar artık “keenlem yekûndur”, yok hükmündedir. Yeni sınırlar çizilecek, yeni Ortadoğu kurulacak, bu kaçınılmaz. Sorun bunu kimin kuracağıdır. Bunu biz mi kuracağız, yoksa yine yüzyılın başında olduğu gibi Amerikalılar, İngilizler veya diğerleri mi kuracak? Türkiye şu an bunun mücadelesini veriyor ve İslâm Dünyası adına bu mücadeleyi yürüten Türkiye’dir. Türkiye’de de bunun temsilcisi Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Cumhurbaşkanımızın yaptığının Ak Parti bile tam bilincinde değil. Sayın Erdoğan bu mücadeleyi tek başına vermektedir. Ak Parti’nin içinde bile “daha vakti gelmedi, zamanı gelmedi”, “Cesur dış politik işlere girmeyelim, ABD ile hareket edelim” diyen o kadar çok isim var ki…
Yarın bir gün Tayyip Erdoğan’a bir şey olsa ne olacak? 12 yıllık iktidarı boyunca neden etrafında bir kadro oluşturmadı?
Aslında davaları bir kişiye bırakmak ya da bir kişiye endekslemek doğru değil. Dolayısıyla sayın cumhurbaşkanımıza bir şey olursa, Türkiye’de 2002’den beri devam eden sessiz devrimin zarara uğrayacağı kanısındayım.
Tayyip Erdoğan’ı bu konuda eleştiremez miyiz? 2002’den beri iktidarda, 2002’de bir gençlik teşkilatı kurmuş olsaydı, 15 yaşında oraya giden bir genç şimdi 27-28 yaşında olacaktı ve bu da Tayyip Erdoğan’a kadro olacaktı… Neden böyle bir oluşuma gitmedi?
Dedikleriniz çok doğru; ama 2002’nin şartları çok kötüydü. 2002’nin şartlarında eğer Tayyip Erdoğan öyle bir şey yapsaydı rahmetli Erbakan Hoca gibi 6 ay iktidarda kalamazdı. 28 Şubat sürecinden çıkmışsınız, her şey yasak. Askerî vesayet denilen bir şey var. Bakın bugün askerî vesayet konuşulmuyor; ama beş sene önce herhangi bir konuda karar verirken ilk önce “askerler ne düşünür?” diye soruyorduk. Başörtülüler, sarıklılar sokağa çıkmaya korkuyordu… Salih Mirzabeyoğlu’na yapılanları hepimiz biliyoruz. İşkenceler yaptılar ve bir de bunu manşetten verdiler. Star Gazetesi’nin o aşağılık manşeti hepimizin hafızasında. Türkiye o dönemden bu döneme geldi, Recep Tayyip Erdoğan siyasî bir dehadır; “A’yı” kullandı “B’ye” karşı, “B’yi” kullandı “C’ye” karşı. Yoksa zaten Recep Tayyip Erdoğan’ın gelişine müsaade etmezlerdi. Ak Parti bir koalisyondu. Ak Parti’nin içinde Batıcılar da vardı, Amerikancılar da vardı. Tayyip Erdoğan, o siyasî iradesi ile zamanla o grupları tasfiye etti. O gençlik hareketini ya da mesela başörtüsü meselesini ancak on sene sonra çözebildi. Güç kazandıkça yaptı, cesur bir şekilde yaptı, yapmaya da devam ediyor. Şu an söylediğiniz son derece önemli. Ak Parti’nin en büyük eksikliği gençlik hareketi olmamasıdır. “Gençlik hareketi” yok deyince hemen AK Partililer kalkıp da “partimizin gençlik hareketi var” demesin. Ben, “gençlik hareketi yok” derken Ülkücü Hareket gibi, Millî Gençlik Vakfı gibi ya da Akıncılar gibi bir İslâmcı gençlikten bahsediyorum. Gezi’de de gördük bunun eksikliğini. Sen çok güçlüsün, %50 oy alıyorsun; ama bir gençlik hareketin yok. Sokaklara hâkim değilsin. Seni savunacak hiç kimse yok. Parti bile seni savunmuyor. Parti teşkilatlarındakilerin çoğu ihale peşinde, dava peşinde değil. Dolayısıyla şu aşamada Recep Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki hülyaları gerçekleştirebilmesi için en büyük eksikliği bir gençlik hareketi ve onun da eksikliğinin farkında. Nitekim 4+4+4’ün altında yatan gerekçe de bu. Belki de şimdiye kadar yaptığı devrimlerin içindeki en önemli olan da o... Bizzat tek tek imam hatiplerle ilgileniyor, çünkü kendisi gençlik hareketinden geliyor, Akıncılardan geliyor, bu sebeple gençlik hareketinin ne kadar önemli olduğunu biliyor. Türkiye’nin en güçlü hareketiysen sen, senin gençlik hareketin sokağa çıktığı zaman titretmeli sokağı… 
Diğer önemli sıkıntımız ise bizim aydınımızın olmaması… Müslümanların aydını yok. “Müslüman aydınım” diye geçinenlerin hiçbirinin İslâm’la da alakası yok. “İki-üç güzel şiir yazacağım” diye İslâm akidesinin haram olarak gördüğü şeyi aşmaktan çekinmeyen insanlar…
Bir anlayış koyamıyorlar ortaya. Bizim burada ihtiyacımız olan tatbik fikri değil mi? İslâm’ı hayata nasıl tatbik edeceğimize dair bir anlayış koyabilen var mı?
Zaten korkak insandan ne beklersin, pısırık insandan ne beklersin, bütün rasyonalitesini Batı’dan almış insandan ne beklersin, kendini Batı’nın üzerinden tanımlayan insandan ne beklersin? Charlie Hebdo meselesi çıktığında “Ben Charlie değilim” diyebilen kaç kişi çıktı? Söylüyorum: Ben Charlie değilim! Ben kimim? Ben Mısır’da Sisi tarafından katledilen Esma’yım, Suriye’de donan çocuğum, Filistin’de İsrailliler tarafından katledilen Muhammed Dahlan’ım, ben sınırda nöbet tutan Mehmetçiğim… Bunu kim diyebildi? Kimse diyemedi! Çünkü ortada bir dalga var, o dalgaya hemen kendisini kaptırıyorlar “basın özgürlüğü önemli” bilmem ne… Bu ezikliği görebiliyorsun, dimdik duramıyorlar. Algı operasyonu son derece önemli… Cumhuriyet Gazetesi o karikatürleri yayınlarken İslâmcı aydın geçinenlerin hiç biri çıkıp da “bunu yapamazsın!” demedi! Görmüyorlar; ama halk bunu diyor.
Halk demişken toplamda yüz kişi, iki yüz kişi Cumhuriyet Gazetesi önünde eylem yaptı. Oysa ki anamızdan babamızdan daha değerli dediğimiz Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) hakaretten bahsediyoruz, bütün Türkiye’yi ayağa kaldırması gereken bir hadise değil midir bu? Biz neyi kaybetmişiz de tepki gösteremiyoruz?
Bir şey kaybetmişsek bunun sebebi aydın geçinenlerdir. Televizyon programlarında bazıları çıkıp konuşuyor: “Efendim, İslâm barış dinidir”, “efendim, hoşgörüdür”, “bunu duymamazlıktan gelin”, “hakaret etmekle Peygamber Efendimiz'e bir şey olmuyor”, “altın çamura düşünce altınlığını kaybetmez” diyorlar. Bunu diyen arkadaşların arabalarını bir çizin bakayım, barıştan, hoşgörüden bahsediyorlar mı? Yani kendilerine dokunulduğunda bütün o barışçıl bakış açıları kayboluyor; ama tabiî ki Allah (c.c) ve Allah Resûlü (s.a.v) söz konusu olduğunda kendisini ilgilendirmiyor. Oysa biz Müslüman olarak şunun bilincindeyiz: Allah (c.c) ve Resûlü’nü (s.a.v) anamızdan, babamızdan, kendimizden daha çok sevmedikçe gerçek mânâda Müslüman olamayız. Benim o kadar okumuş, yazmışlığım var. Yurtdışında okudum, felsefeyi bilirim, tarihi bilirim; ama söz konusu İslâmiyet olduğunda, söz konusu Allah (c.c) ve Resülü’ne (s.a.v) hakaret olduğunda bildiğin “koca karı” imanı ile hareket ederim, gözüm hiç bir şeyi görmez. Kaybettiğimiz işte bu. Orada bir şey düşünmem artık, bir hakaret vardır ve doğal refleksimi ortaya koyarım. Sokakta birisini yakala küfret. Adam sana nasıl tepki verirse öyle tepki veririm. Bu tepkimizi kaybetmemiş olsak, Cumhuriyet Gazetesi bu karikatürleri yayınlamaya cesaret dahi edemezdi; ama bu algı operasyonlarıyla bizim “pısırık” Müslümanlar da “bu ifade özgürlüğüdür” filan demeye başladılar. M. Kemal’i böyle karikatürize etsek, Cumhuriyet Gazetesi’ne destek çıkan Kemalistler ne derdi acaba?
“Yeni bir dünya düzeni kurulacak” dediniz. Bu çerçevede İngiltere ve ABD tarafından Ortadoğu ülkelerinde bir yeniden dizayn çabası var. Türkiye de bu oyunlara muhatap oluyor. Bu mânâda Cemaat ABD için sıradan bir ayak mıydı, stratejik bir önemi var mıydı?
“Paralel yapı”yı Gladio’nun en önemli ayaklarından bir tanesi olarak görmek lâzım. Paralel yapıyı paralel yapı yapan kendisi değil, dış bağlantılarıdır. Bunları bu kadar güçlü yapan da, bu kadar korkusuz yapan da odur. Yoksa devlete nasıl savaş açabileceksiniz ki? Çok klişe olacak ama, Türkiye iki yüz senedir yabancılar tarafından kontrol ediliyor. 1838 Balta Limanı Anlaşması kırılma noktasıdır. Ekonomik olarak tahakküm altına girmenin sembolüdür. 1838’de iç pazar yok olunca,1855’te ilk borçlanmamızı yapıyoruz. 1875’te de devlet iflas ediyor. Bu tarihten sonra ilk defa kendi ayaklarımız üzerinde durmaya başladık. Nitekim Mayıs’ın sonunda Gezi patlak verdi. Malî yapınız bağımsız değilse siz, özgün ve bağımsız bir dış politika geliştiremezsiniz. Ortadoğu’da II. Dünya Savaşı’na kadar tamamen İngiltere ve onu takiben Fransa, kısmen Almanya’nın egemenliğini görüyoruz. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise ABD’nin istedikleri olmuştur.
Bu da Ortadoğu’ya hâkim olmaya başlayan, dünya siyasetine hakim olmaya başlar realitesini gösteriyor değil mi?
Kesinlikle. Ortadoğu’ya hâkim olamazsan, dünyaya hâkim olamazsın. Dünya hâkimiyetine giden yol Ortadoğu’dan geçer. Ortadoğu’ya giden yol ise Türkiye’den geçer. Türkiye son derece önemli… Başta İngiltere olmak üzere Türkiye’de öyle bir sistem kurmuşlar ki, kendi içinde birçok emniyet unsuru var. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bunu “Gladio” türü yapılanmalarla görüyoruz. Romalıların küçük kılıcına Gladio deniyor. Amerikalılar sözde Komünizmle mücadele adı altında yapılanma geliştiriyor. Bunun İtalya’daki adı Gladio, Yunanistan’daki adı farklı, başka yerdeki adı daha farklı. Türkiye’deki adı da Özel Harekât Dairesi... NATO’nun gizli orduları oluyor. Her alana hakim oluyorlar. Bunlar algı da oluşturuyor. İtalya’da yaptıkları gibi tren istasyonlarında suikastlar yapıyorlar, adam kaçırıyorlar, komünistlerin üstüne atıyorlar ve biz daha sonra öğreniyoruz ki, Gladio kaçırmış. Bizdeki Özel Harekât Dairesi de Gladio gibi siyasete yön veriyor, dizayn ediyor, “sen Maocusun, sen Komünistsin, sen dindarsın, sen İslâmcısın, rolünü oyna” diyor. Tüm siyasî partilerin ve siyasî oluşumların içine sızmış ve örgütlenmiş. Sendika liderlerinin çoğu İngiltere için çalışıyor. Maocu bildiklerimiz, ülkücü liderlerinin bir kısmı İngiltere için çalışıyor. İslâmcıların bile bir kısmı onlar için çalışıyor. Gladio’nun birçok hücresi vardır. Mesela Abdullah Öcalan Gladio’nun Kürt ayağıdır. Öcalan üzerinden Kürtleri dizayn ediyorlar. Bunların yeşil ayağı da paralel yapıdır. Uyuyan hücrelerindendir ve en güvendikleri hücredir. 1970’den itibaren buna odaklanmışlardır, bunlar da devlete odaklanmıştır. Kontrol edilmiş, önleri açılmış, destek verilmiştir. Güçlenerek bugüne kadar geldiler, devlet içinde devlet oldular. Devletin hafızasını arşivleyip birilerine servis ettiler. Onun da ötesinde devleti ele geçirmeleri için önlerinde bir tek MİT kalmıştır. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan direnmeseydi, devleti tamamen ele geçirmiş olacaklardı. Bunların devleti ele geçirmesiyle beraber belki de 2000 yıldır devam eden Türk devlet geleneği son bulacaktı. Yabancı işgale maruz kaldık; ama içimizden böyle bir işgale maruz kalmadık. Tehdit karşınızdayken onu görür ve mücadele edersiniz, içinizdeyken nasıl mücadele edeceksiniz? Bu yüzden mücadele biraz sıkıntılı. Türk siyasî tarihinin en tehlikeli örgütü ile karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan boşuna bunlara “Haşhaşi” demiyor. Bunlarla mücadele eden ise Sayın Cumhurbaşkanı ve beş bakandır. Bunlardan başka mücadele eden yok. Ne diğer milletvekilleri, ne belediye başkanları, ne de parti teşkilatları destek veriyor. 
Yarın bir gün Tayyip Erdoğan’a bir şey olur da, bunlar gücü eline alır diye mi korkuyorlar?
Mümtazer Türköne, “bizim Ak Parti içerisinde sorunlu olduğumuz Recep Tayyip Erdoğan ve beş bakan” diyor. Bu kişilerin dışındakiler ya korkuyor, ya kasedi var, ya da gönülden bağlılar. Bu sebeplerden dolayı bunların güdümüne girenler de paralelcidir. Paralel yapıyla mücadele bir istiklâl savaşıdır.
Bugüne kadar sağ-sol kartlarını, Kürt kartını kullandılar ve şimdi de Cemaat kartını kullanıyorlar. Peki, cemaatin-paralel yapının yerine ikame edecekleri nedir? Bundan sonra hangi kartları kullanabilirler?
En büyük uyuyan hücreleri bence paralel yapıydı. Son olayla beraber paralel yapı deşifre oldu. Çok zor durumdalar. Savaşta zor durumdaysanız bütün gücünüzü kullanırsınız; ama bunların yaptıkları bir şey yok. Bunları zor duruma düşüren ise 2002’den beri devam eden sessiz devrimdir. Zor durumda oldukları için uyuyan hücreleri olan paralel yapıyı devreye soktular. Bu yapının daha inine girilmedi. İninin önüne gelindi sadece. Bir de “mücadele ettik daha fazla ileri gitmeyelim” diyenler var. Nasıl mücadele edildi. Bir tane okulları kapatıldı mı? Bankaları kapatıldı mı? Holdingleri kapatıldı mı? Gazeteleri kapatıldı mı? Diktadan bahsediyorlar. Erdoğan diktatör olsaydı, 17 Aralık’tan bir gün sonra 18 Aralık’ta paralel yapının ne bir okulu, ne bir bankası, ne bir holdingi, ne bir medya organı kalırdı. Nitekim Özbekistan’da yarım saat içinde bütün okulları kapatıldı. Uzun sürmesinin altında yatan ise partinin içerisindeki kriptolardır. 
Bazen bürokrasiyi bir kenara bırakıp, “siz bu kuralları böyle koymuşsunuz; ama ben bu kurallara göre oynamıyorum kardeşim” demek gerekmiyor mu?
Efkan Ala bunu en başta yaptı; ama partinin içerisinde kriptolar dolu. İslâmcı medyanın içinde kriptolar var. O kadar sinsi bir örgüt ki, A planından sonra B, C ve D planları da var. A planı başarısız olduktan sonra parti ve İslâmcılar arasındaki kriptolarına bulunduğunuz yerde “cemaati eleştirmeyin” dediler. 17 Aralık’ı yolsuzluk operasyonu olarak gören birçok İslâmcı medya var. Baktılar ki R. Tayyip Erdoğan sert çıktı, “görünüşte R. Tayyip Erdoğan’a destek olalım; ama paralel yapıya da saldırmayalım” dediler. Bunu 7-8 ay yürüttüler. Son dönemde ise çok zor duruma düşünce liderlerinin “takiyye yapmak için gerekirse bana da küfredebilirsiniz” emrine uyuyorlar. İslâmcı medyanın %60’ı düne kadar kripto paraleldi. Bunların %30’u tasfiye edildi, %30’u hâlâ duruyor. Geri kalan kısım da korkuyor. 
Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için şimdi nereden vurabilirler diye sormuştuk?
“Cenab-ı Allah fâsıkla da dinine yardım eder.” ABD’nin Kırım üzerinden Rusya ile çatışması bizim işimize geldi. Fransa bize yanaşmıştı, Rusya’yla birlikte hareket ediyorlardı. Bu son hadiseyle Hollande’ı oradan çekiyorlar. Mesela Rusya’yı dize getirmek için petrol fiyatlarını düşürdüler. Bu bizim işimize geldi. Bizim câri açığımızın en büyük kaynağı petrol fiyatları. Câri açığımızın %60’ı buradan kaynaklanıyor. Kamuoyuna şekil verebilmeniz için şok lâzım, bu siyasî olabilir ya da ekonomik buhran olabilir. Ekonomik buhranlar normal düşünen adamı anormal düşündürür. Beton ıslakken şekil verebilirsin. Ekonomik buhranda kamuoyu ıslak beton gibidir, her yere kanalize edebilirsin. Ekonomiyi her zaman kullandılar; ama malî yapımız kuvvetli olduğu için bir şey olmuyor. Bu denemeyecekleri anlamına gelmiyor, deniyorlar ve her zaman deneyecekler. Cumhurbaşkanı, Merkez Bankası’nın politikalarından memnun değil. Merkez Bankası Abdullah Gül ve Ali Babacan gibi düşünüyor, Tayyip Erdoğan daha farklı düşünüyor. Burada kurum vesayetlerini görüyorsunuz. Cumhurbaşkanı ve Başbakan Merkez Bankası’na hâkim değil. Ekonomi kötüye gidince Cumhurbaşkanı ve Başbakan'dan hesap sorulacak, hiç kimse Merkez Bankası’nın yakasına yapışmayacak. Ekonomiyi belirleyen kurum Merkez Bankası… Hükümetin zerre kadar etkisi yok. Cumhurbaşkanı “faizleri düşürün” diye bas bas bağırıyor, Merkez Bankası başkanı düşürmüyor. Mayıs ayında faizler iki katına çıktı, faizlerin %1 artması demek ekonominin yavaşlaması demek, değer kaybı demek. Bir yandan bunlarla mücadele edilirken, diğer yandan dış tehditlere karşı da mücadele ediliyor. Bu arada Kervan yürüyor.
Putin oligarkları tasfiye ederek içten gelecek tehditleri bertaraf etti. Türkiye de böyle bir sürece girebilir mi sizce?
Putin’in en büyük gücü istihbarattan gelmesi. Bu sayede bizim 10 senede yapamadığımızı, ilk 2 senede yaptı. Biz bunu 10 seneye yaymak zorunda kaldık. Kurumların vesayeti vardı. Buna rağmen yavaş yavaş sessiz bir devrim gerçekleştirdi. Rusya’nın en büyük dezavantajı çeşitlendirilmiş bir ekonomiye sahip olmamaları. Tek kaynakları petrol ve doğalgaz... 10 senedir petrol fiyatları iyiydi Rus ekonomisi büyüdü. Petrol fiyatları düşünce sıkıntıya girdiler, 2-3 sene petrol fiyatları 40 doların altında kalırsa Rusya çöker. Düşünün 120 liralık gelirin var ve o gelir bir anda 40 liraya düşüyor. Rusya, bütün planlamalarını 120 liraya göre yapmıştı. İktisadî açıdan böyle bir sıkıntıya girince siyasî olarak da etkin azalır. 
Bu duruma rağmen Türkiye’nin Rusya’nın arkasında durmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Bazı noktalarda Türkiye’nin Rusya’yla birlikte hareket etmesi faydalı… Türkiye eski Türkiye değil, gerektiğinde Batı’ya da meydan okuyor. İsrail’e bile meydan okuyor Türkiye. Avrupa’da hiçbir devlet bunu yapamaz. İsrail tarihinde ilk kez bir ülkeden özür diledi, bu özür güme gitti. İsrail, 1970’lerde Amerika’nın gemisini bombaladı, 39 gemici öldü, Amerika sessizce işi kapattı. Türkiye İsrail’den özür dilettirdi. Türkiye bağımsızlığını kazanıyor. Millî ordusu var artık. Tankını, silahlarını, gemisini üretiyor, kendi uçağını üretecek. Bu üretilenler basit şeyler de değil, dünyanın en iyileri. Nereden nereye geldi Türkiye. Türkiye bunları yaptığı zaman Arap-İslâm ve Türk-İslâm hinterlandında da etkisini artıracak. Bizim Arap-İslâm ve Türk-İslâm hinterlandıyla buluşmamızı ise Şiilerle engelliyorlar. Bizim Lozan sınırlarına hapsolmamızı istiyorlar; ama bu sınırlar artık bize dar geliyor, tarihimize dar geliyor.
ABD’nin Irak’tan çıkışıyla beraber Şii ekseni tamamladılar.
ABD, İran’ın hava sahasını kullanarak Taliban’ı bombaladı. İran’ın Doğu’da en büyük düşmanı Taliban’dı, Taliban’ın düşürülmesinden sonra Afganistan’ı kontrol eden iki ülkeden birisi İran, diğeri ABD. İran zaten Şiilerin... Irak’ı altın tepside İran’a sundular. Suriye, İran tarafından kontrol ediliyor. Hizbullah Lübnan’da devlet içinde devlet... Afganistan’dan Lübnan’a kadar bir Şii eksen var ve bu eksen Türkiye’yi engelliyor. Biz Amerikalıların kurduğu Şii ekseni kırmak için “Suriye” diyoruz bugün. Bunu kırmadan Arap-İslâm hinterlandıyla buluşup ümmet birliğini kuramayız. 
“Yeni dünya düzenini ya ABD ve İngiltere kuracak ya da biz kuracağız” dediniz. Yeni dünya düzenini biz kuracaksak hangi fikre nisbetle kuracağız; devlet olarak, yapı olarak, her açıdan?
Duru bir İslâm anlayışıyla olacak bu. Tüm coğrafyanın umuduyuz. Fas’tan Patani’ye, Afganistan’dan Rusya’nın içlerine kadar bütün coğrafyanın gözü bizim üzerimizde. Bütün bu coğrafyayı sadece İslâm adına temsil edebiliriz. Nijerya’daki, Kamerun’daki camilerde Tayyip Erdoğan için dua ediliyor. Gençliğimizde “Afrika’nın ücra köşelerinde Abdülhamid Han için hutbe okunurmuş” diyorduk, içimizdeki korkak, pısırık “aydın”lar “abartmayın” diyordu. Ben buna şahidim, yurtdışında nereye giderseniz gidin bütün Müslümanların gözü bizim üzerimizde, umut olarak bizi görüyorlar. Gayrîsâfi millî hasılamızla, nüfusumuzla, coğrafyamızla, tarihimizle bu coğrafyanın umudu biziz. Bunlar sahadaki gerçekler. Konfederasyon şeklinde, ana bir parlamento etrafında birçok ülke bir araya gelerek birleşik bir İslâm devleti oluşturabilir… İktisadî, siyasî, içtimaî birliktelik sağlanır ve bunları yaparak uyuyan bir devi uyandırabiliriz. 50-60 ülkenin birleşmesinden bahsetmiyorum, 3-4 ülkenin birleşmesi bile dünya üzerindeki tüm dengeleri sarsar. 1815 Viyana Kongresi’nden beri kurulan tüm sistemlerde etken değil, edilgeniz. Yeni kurulacak sistemde etken olma şansımız fazlasıyla var. Biz onun mücadelesini veriyoruz. Bu mücadelenin başarıya ulaşması için de her şeyden önce fikir bütünlüğümüzü sağlamamız gerekmektedir. Fikir bütünlüğümüzü sağlayamadığımız müddetçe siyasî bütünlüğü sağlayamayız.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Rahatsız olduğum önemli bir hususu ekleyeyim; şu pembe kaplı “aşkı bilmem ne” gibi isimler taşıyan kitapların gençler arasında bu kadar rağbet görmesinden çok rahatsızım. Ne zaman ki Allah'ın Kitabını bu pembe kapaklı “aşkı bilmem ne” isimli kitaplardan çok okursak, işte o zaman ümmet bilinci oluşur.
Ağzınıza sağlık, teşekkür ediyoruz.
Ben de teşekkür ederim.