Esselâmü Aleyküm.
Şabat Şalom!
(Carlos, yahudilerin selâmını da bu şekilde ekleyerek şaka yapıyor, Av. Güven Yılmaz’la birlikte o da gülüyor ve bunu söylemesinin sebebi olarak, bulunduğu Poissy Cezaevi’nde de müşahede ettiği müslüman düşmanlığından dolayı kimi zaman gerginleşen ortamı yumuşatmak adına bazılarına böyle takıldığını, onların “selâmün aleyküm” sözüne de “aleyküm selâm” demek yerine şakalı karşılıklar verdiğini söylüyor… Müslümanlara karşı çifte standart uygulandığını; cezaevinde çoğunlukta olmalarına rağmen, birlikte ibadet edebilecekleri mescid fonksiyonu gören salonun müslümanlara uzun süredir kapalı olduğunu belirtiyor… Tüm dünyaya insan hakları dersi vermeye yeltenen Fransa’da müslümanların haklarının tanınmadığını, laik bir ülke olduğunu iddia eden Fransa’nın gerçekte ırkçı bir devlet olduğunu ve başkalarının inançlarına saygı göstermediğini ekliyor… Oysa dinî bir temele dayanan ve kraliçenin kocasının aynı zamanda kilisenin de başı olduğu İngiltere’de ise, diğer herkese, her inanca, her dine saygı gösterildiğini vurguluyor... Güya laik geçinen Fransa’da, yalnızca hain ve ajan “müslümanlara”, yâni müslüman topluluk arasında saygı duyulmayan kişilere hak tanındığını ifâde ediyor… Diğer yandan, bazı insanların da yahudilerden hoşlanmamaları gibi bir problemin var olduğunu, hâlbuki bir yahudiye sırf yahudi diye saldırmanın da haram olduğunu söylüyor… Sonuç olarak, düşmanımızın, emperyalistler ve ajanları olduğunu, bu bakımdan cezaevinde de ilâve problem istemediğini belirtiyor Carlos.)
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a. Kendi seçtiği konu hakkında konuşmaya başlamadan önce, yetmişli yaşlarındayken 12 Aralık 2015’de kanserden ölen ve Carlos’un yakın destekçisi eski bir gemi kaptanı olan Fransız dostundan bahseden Carlos, Kanada’nın batısında bulunan ve Fransızlar tarafından sömürgeleştirilen bir adada doğan sözkonusu emekli kaptanın, enteresan bir adam olduğunu ve adaletsizliklere karşı isyankâr bir ruha sahib olarak kendisini geçmişte ziyarete geldiğini, önceleri kuşkuyla karşıladığı bu ziyaretin peşinden zaman içinde birbirlerini daha iyi tanıyıp kaynaştıklarını, zor zamanlarında bu insanın kendisine düzenli maddî yardım bile yaptığını, Fransız bir hıristiyan olmasına rağmen hem sosyal adaletsizliklerin, ırkçılığın, müslümanlara karşı saldırganlığın, NATO’nun ve emperyalistlerinin düşmanı ve hem de Filistin davasının taraftarı olan bu dostunu kaybetmesinden ötürü üzgün olduğunu, bu dünyada hâlâ “prensibleri olan” dürüst ve namuslu insanlar yaşadığını bu dostu vesileyle tekrar müşâhede ettiğini ifâde ediyor; kendisini özleyeceğini ekliyor.)
Şu ân yaşamakta olduğumuz bir “durum” ve bu durumda da Türkiye’nin bir sorumluluğu var.
Mülteci olarak ülkelerinden ayrılıp Avrupa’ya giden birçok insan, gönüllü olarak Irak’a, hattâ Afganistan’a geri dönüyor bugün. Bu insanlara Avrupa’da gösterilen karşılama tarzı hiç de iyi olmadı çünkü. Onlar da memnun kalmadılar bundan ve ülkelerine geri dönmeyi tercih ettiler. Ya ekonomik sebeblerle veyahud da fakir olmasalar bile şiddetten kaçmak, o sürekli bombardıman altında hayatlarını riske atmamak için mülteci olmuş insanlardı sonuçta bunlar. Şimdiyse, Avrupa’da kalmaktansa, eş ve çocuklarını da yanlarına alarak ülkelerine geri dönmeyi tercih ediyorlar.
Niçin bu noktaya geldiler peki?
Çünkü kendilerine gösterilen adaletsiz muamele tarzını ve yurtdışından gelen yabancı işçilerin nasıl sömürüldüğünü gördüler. Bu da çok ilginç doğrusu. Tüm o insan hakları, demokrasi savunması, Beşşar el-Esad’in kınanması falan nerede?..
(Carlos, Suriye rejiminin miadını doldurduğu ve zaten değişmesi gerektiğiyle ilgili daha önce de birçok kez söylediği ve açıkladığı hususları tekrar özetliyor; ancak yozlaşmış bu rejime karşı içteki bir huzursuzluk ve isyanın, Suudîler başta olmak üzere, emperyalistler ve ajanlarının dış müdahalesi sonucunda bugünkü gibi kangrenleştiğini vurguluyor.)
Sınır ülkesinde yaşadığınız için neler yaşandığını benden daha iyi biliyorsunuz. Ne var ki, bu duruma gelinmesinde Türk hükümeti de esaslı bir rol oynadı maalesef.
Şöyle ki, önceleri Beşşar el-Esad’a iyice yakınlaşan bir Türkiye gördük. Acaba diyorum, bu yakınlaşma ABD ve Fransa tarafından mı telkin edildi yoksa Türkiye’ye? Öyle ya, Suriye rejiminin en çok düşmanı olagelmiş bir devlet olarak Fransa, Beşşar el-Esad’ı davet etti, popüler bir adam olarak kendisini takdim etti, şimdiyse Suriye’ye yönelik saldırganlığın başını çekiyor.
Burada, bir rejime dost veya düşman olmayı eleştirmiyorum. Fransa, her devlet gibi, bir rejimi dost veya düşman olarak tâyin etmekte serbesttir. Ancak benim burada eleştirdiğim şey, şimdi kirli bir savaşı destekleyen böyle bir ikiyüzlülüktür.
Suriye’nin bazı hükümet güçleri tarafından işlenen suçları, şiddeti ve baskıyı meşru gösterecek bir mazeret değil elbette bu söylediğim. Benim kasdettiğim, günden güne daha da kötüye gidecek tarzda, durumun bu noktaya varmasına yol açan yabancı müdahalenin kendisidir.
Türkiye’nin rolü de yine bu çerçevede gündeme geliyor. Erdoğan gibi prensibleri olan zeki ve inançlı bir adamın, gerçek bir müslümanın, nasıl olup da Türkiye’yi böyle bir bataklığa ve savaş riskine soktuğunu merak ediyorum.
Türkiye, bir hedeftir bugün. Türk hükümeti demiyorum, Türkiye bir hedeftir. Gönüldaş Erdoğan, her ne kadar o miadı dolmuş güya Baasçı Suriye politik sistemini belli bazı noktalarda kınamakta haklıysa da, berbat politik hatalar yapmıştır. Eleştirmeye elbette hakkı vardı ama sözkonusu rejime karşı bu şekilde harekete geçmeye, aynı şekilde, Kürtlerle yürütülen barış görüşmelerini kesmeye hakkı yoktu. Kürtlerle olan çatışmaları durduracak; Kürtlerin tarihî ve kültürel haklarının tanınmasını, sonrasında Kürtlerin “Kürt kökenli Türk vatandaşı”, Kürt toplumunun da bir parçası olan Türk vatandaşları olarak kalmasını sağlayacak bir şanstı çünkü bu. Sonuç olarak, günden güne daha da kötüye gidecektir işler.
Diğer taraftan, mültecilerin Türk hükümeti tarafından manipüle edilmesi, yönlendirilmesi de bir hataydı. Hâlen de düşüyorlar bu hataya.
Milyonlarca insanın bu şekilde çile çekmesi üzücüdür. Çoğu dürüst ve namuslu insanlardan oluşan ve çoğu müslüman yüz binlerce aile, çok zor şartlar altında yaşamakta, hayatlarını da sürekli tehlikeye atmaktadırlar. Niçin peki? NATO’nun yanlış hesabları, emperyalistlerin saldırganlığı, -rejim olarak kastediyorum- Vahhabî münafıkların müdahalesi yüzünden!
Bu kötüye gidiş, tüm seviyelerde ve tüm dünyada yaşanıyor, böyle de devam edecek. Çünkü Irak ve Suriye’de, -tarihî ve tabiî olarak “Büyük Suriye” dediğimiz- Şam beldelerinde yaşanan bu çatışma, dünyanın sadece belli bir parçasıyla sınırlı bir çatışma değil, bir dünya savaşıdır. Emperyalistler açıkça bomba yağdırarak yer alıyorlar bu savaşta. Ancak yabancı müdahalenin en kötüsü, emperyalistlerin ajanlarının müdahalesidir ve bunlar da çoğunlukla İslâm maskesi ardına saklanıyorlar. İslâm adına savaştığını iddia eden ama başka müslümanları yok eden bir müslüman, hakiki bir müslüman tasavvur edebilir misiniz hiç?..
Her neyse, bunlar hakkında daha önce de konuştuk defalarca. İşlerin çok daha kötüye gideceğini düşünmem bakımından, iyimser bir noktada değilim kısacası.
Almanya, uçak gönderiyor şimdi Irak’a. Ne işi, ne çıkarı var Almanya’nın orada? İtalyanların ne işi var aynı şekilde?
Şimdi Libya’ya daha da burnunu sokmaya hazırlanıyor İtalyanlar. Libya’yla aralarında tarihî ilişkileri olduğu doğrudur. Ne oldu peki sonuç? Libya’nın tüm askerî üslerini, limanlarını, havaalanlarını, Libya halkına yönelik saldırganlık için kullanıyor, güya ülke içinde düzenin bu şekilde sağlanacağı iddiasıyla, bunu meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
Başarabilirler mi? Hayır. Çünkü Avrupalı, NATO’ya ait, müslüman olmayan herhangi bir gücün orada bulunmasına, sadece Kaddafî yanlıları değil, Kaddafî muhalifleri, NATO ülkelerine açıkça ajanlık yapan dar bir kesim dışında, tüm bir Libya halkı karşı çıkacaktır.
İBDA Hareketi’nden kardeşlerimizin, şiddet ihtivâ etmeyen bir yolla, Türkiye’nin sınırları dışına müdahale etmesinin durdurulmasına ve toplumun çoğunluğunu teşkil eden gerçek müslüman Türk halkıyla birlikte, tüm azınlıkların tarihî haklarına da saygı gösterecek şekilde, Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlenmesine yardımcı olacak bir mücadeleye girebilmesini ümid ediyorum. Yoksa, işler çok ama çok kötüye gidecek, işinde gücünde normal insanlar bunun acısını çekecektir.
Bunları söylemek de bir deha gerektirmiyor, herşey oldukça açık.
(Carlos, kendisinden ideolojik ve ahlâkî bakımdan çok uzak olsak da, hattâ “İspanyol kökenli bir Sefarad yahudi” olsa bile, Kemal Atatürk’e saldırmanın bugün yerinde olmadığını söylüyor; askerî ve ahlâkî bakımdan çökmüş ve yalnızca bir isimden ibaret kalmış halifeliğin ardından, devleti kurtarabildiğini, bir devlet kurabildiğini belirtiyor.)
Netice şudur ki, baskı politikası, çözüm getirici değildir. Türkiye’nin doğusundaki tüm o saldırıların ardında kim var ve bu saldırılara sebeb olan nedir? Sözkonusu saldırıları meşrulaştırmıyor, bir açıklama getirmeye çalışıyorum ki, bunlar hep Türk hükümetinin yanlışları ve saldırgan politikaları sonucunda ortaya çıkmıştır.
Gülen’in devlet başkanı olmak istemesini anlayabilirim meselâ, ama Erdoğan seviyesinde bir adamın onun bu noktaya varmasına müsaade etmiş olmasını anlayamam, bunu gerçekten anlayamam.
Tüm bunların bitmesini umalım.
Tamam, İsrailliler ve ABD emperyalistlerinin mücahidlerle bir derdi varsa, gidip savaşsınlar. Bunlarla aynı hizaya geçip müslümanlarla savaşan sözde müslümanlar ise, tek kelimeyle, haindir! Yine, bu savaşa dahil olan hıristiyan Avrupalılar da, kendilerini seçip iktidara taşıyan halklarına karşı haindirler.
İstikbâlin bizim olduğuna inanalım; Lâ İlâhe İllâllah, Muhammedün Rasûlullah.
İnançları uğruna savaşan gerçek müslümanlar, sadece müslümanların hakları için değil, müslüman olmayanların da hakları için savaşan gerçek müslümanlar, yüzyıl bile sürse bu savaşı kazanacaktır sonunda.
Allahü Ekber.
 
23 Ocak 2016
Baran Dergisi 472. Sayı