İHH Yönetim Kurulu Üyesi Osman Atalay Türkiye’deki cezaevlerinden İslâm coğrafyasına, Batı’daki Müslüman düşmanlığından Doğu Türkistan’da Müslümanlara yapılan zulümlere kadar çeşitli meseleleri Baran Dergisi’ne değerlendirdi.
 
“28 ŞUBAT KARARLARI ACİLEN İPTAL EDİLMELİDİR!”
Geçtiğimiz günlerde yazarımız Burak Çileli’yi bulunduğu cezaevinde ziyaret ettiniz, bunun için de öncelikle BARAN Dergisi adına teşekkür ediyoruz. Sadece Müslüman tutsaklar için bir değerlendirme değil de, sizce cezaevlerinin genel durumu nedir, mahkûmlar ne durumdalar?
 Tabiî ki genel olarak bir değerlendirme yaptığımızda cezaevi şartları bir 15 sene öncesine nisbetle çok daha iyi; 15 sene öncesi ve daha da ötesiyle kıyaslanamaz zaten. Mahkûmların özel ihtiyaçları, aileleri ve gelen ziyaretçileriyle ilişkileri, kaldıkları yerler vesaire bunlar geçmişe göre nisbeten düzeldi. Eksiklikler de var tabiî ki. Siz de yakından takip ediyorsunuzdur. Mesela geçen ay cezaevine gerçekleştirdiğimiz ziyarette Burak’ı da ziyaret etmiştik ve mahkûmların çoğu ödüllendirmeler ve ziyaretlerle ilgili bazı sorunlar olduğunu dile getirdiler. Şu anda da üst makamlarda bulunanların çoğu geçmişte İslâmcı camiada çok aktif olan kişilerdi, hatta aktivist diyebileceğimiz kişilerdi. Bunların büyük bir kısmı Akıncılar’dan gelme insanlar, dava sahibi ve dert sahibi insanlar… Dolayısıyla da şu andaki cezaevi şartlarının daha da iyi olmasını beklememiz hiç de abes kaçmaz. “Eksiklikler var” dedik, bu eksikliklerin de duyurulması ve TBMM’deki İnsan Hakları Komisyonu’nun bu konuya gereken ciddiyeti bir an önce vermesi şart. Çünkü bakıyorsunuz 28 Şubat’tan bugüne 18 sene geçmiş; ama hâlâ o dönemde uygulanan sistemli baskılar, zulümler, haksızlıklar sonucu cezaevinde bulunan Müslümanların mağduriyetleri hâlâ giderilemedi. Cezaevlerinde birçok kardeşimiz bulunuyor. Bugün biz eğer, 28 Şubat’taki mağduriyetleri seslendiriyorsak, 28 Şubat’ın faillerini yeriyorsak, o dönemde alınan haksız kararların da yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Sadece İBDA-C davası da değil, diğer bir sürü dava var; Hizbullah, Hizbuttahrir vs… Bunlarda da çeşitli haksızlıklar yaşandı. Günümüzde de Ergenekon davalarına baktığımızda tutuklanan insanlar bir sene sonra serbest kaldılar ve bu davalar üzerinden çok furya oldu; ama senelerce “haksız” yere yatan kardeşlerimiz hâlâ eziyet çekmeye devam ediyorlar. 28 Şubat döneminde avukatların dahi giremediği sorgulamalardan çıkan belgeler, işkenceyle alınan ifadelerden oluşuyor ve bunlar ciddi şekilde konuşuluyor.
Peki, çözülecek mi bunlar? Yani, cezaevinde 600 küsur İslâmcı tutsak var sırf 28 Şubat’ın getirmiş olduğu şartlar sebebiyle… Muhammed Topçu’nun yeniden yargılanması hakkında bir karar çıktı, bunun diğer tutsaklara da emsal olabileceği konuşuluyor… Sizce bu mümkün mü, etki edebilir mi diğer davalara da?
Bence emsal teşkil etmesi gerekiyor. Ergenekon davası süreci vardı onu gördük. Dediğim gibi bu insanlar tutuklandıktan bir-iki yıl sonra serbest kaldılar; ama 28 Şubat davasında ve başka diğer davalarda haksız yere mahkûm edilen insanlar için de bu şekilde kararlar alınmalıdır. İster solcu olsun ister İslâmcı düşünen kişiler olsun hiçbiri haksız yere muamele görmesin. Bu bizim adalete olan saygımızdan gelmektedir, bizim dinimizde adalet ve merhamet oldukça önemlidir. 28 Şubat döneminde alınmış haksız ve hukuksuz kararlardan dolayı içeride mahkûm bulunan kardeşlerimizin dosyalarının bugün yeniden incelenmeye başlanması bu hükümete ne gibi bir zarar verebilir ki? Sonuç itibariyle dosyalar yeniden incelenecek ve eğer sorun varsa eyvallah… Ama verilen hükümler hukuksuzsa bu insanların mağduriyetlerinin giderilmesi ve hakları iade edilmesi gerekir. Zaten 28 Şubat tutuklularının da büyük çoğunluğu kendilerine haksızlık yapıldığı iddiasında bulunuyorlar, avukatları da her platformda bunları duyuruyor. O zaman Adalet Bakanlığı’na düşen de bu mağduriyetleri araştırmak, varsa gidermektir. Bugün, eğer 28 Şubat’ın zulmünden bahsediliyorsa ve bunu başbakan ve hükümeti vurguluyorsa acilen bu dönemde alınan kararların da iptal edilmesi gerekmektedir; çünkü aradan 20 sene geçmiş ama hâlâ o dönemin izlerini görebiliyoruz…
Şu anda müspet gelişmeler oluyor; Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun serbest bırakılması, Muhammed Topçu’nun yeniden yargılanma talebinin kabulü, Bandırma Davası dosyasının yeniden Yargıtay’a gönderilmesi gibi… Bu da bize gösteriyor ki bu adamlar haksız yere senelerce içeride tutuldular. Peki, 28 Şubat’ın failleri ne ceza alacaklar?
Yıllarca bu insanlara zulmedildi, sadece 28 Şubat da değil... 1960, 1971 darbeleri, 12 Eylül 1980 darbesi gibi onlarca vakıa var. Ama Türkiye’de gelmiş geçmiş mahkumlar arasında Salih Mirzabeyoğlu çok daha farklı eziyetlere tâbi tutuldu… Metris’te yapılan kanlı baskından tutun da, elleri kolları bağlıyken beş asker tarafından linç edilmesi ve bu lincin o dönemin gazetelerince dalga geçilerek ifşa edilmesi gibi… İşte bu yaşanan olayların hepsi Salih Mirzabeyoğlu’nun kişilik hakları ve hatta insan haklarının dahi nasıl ihlâl edildiğini bizlere gösteriyor. Bu yapılanlar çok büyük zulümdü. Basit bir şey değil bu; bir insan saçları ve sakalları simsiyah bir şekilde içeri giriyor ve hapisten çıktığında saçları, sakalları ve kaşları bembeyaz olarak çıkıyor… Bir ömür, çeyrek asır geçmiş içerideyken… Bu adam şimdi çıkarıldığına göre neden 17 sene içeride tutuldu? İşte sadece Salih Mirzabeyoğlu’nun yaşadıklarından dahi 28 Şubat’ın hesabı görülebilir, diğer davalara da emsal teşkil edebilir.
Mesela Burak Çileli’nin de durumu çok garip; dosyasında müebbet ceza var. Bu adam kimseyi öldürmemiş, hiçbir organizasyonda bulunmamış, sadece yazdığı bir yazıdan ötürü bu çileye maruz bırakılmış… Burak’ın dosyasında “cezaevinden ancak cenazesi çıkabilir” diye de bir şerh düşülmüş. Türkiye’de böyle bir olay daha yaşanmış mıdır Allah aşkına? Sadece bir yazıdan ötürü müebbet hapis cezası hatta ağırlaştırılmış müebbet… Bu haksız kararların hepsi 28 Şubat döneminde alınmış ve eğer biz 28 Şubat zihniyetine karşı isek, ki şu anda da 28 Şubat’ı mahkûm eden bir irade de var, 28 Şubat kararlarını tekrar ele almak ve bu insanların haklarının iade edilmesini sağlamak zorundayız. Bugün bizler Doğu Türkistan, Irak, Gazze’deki zulümlerden ve dramlardan bahsediyoruz; ancak bizim topraklarımızda da bazı zulümler devam ediyor… İçerideki bin kişi mağdur olmuyor sadece, onların aileleriyle birlikte sayarsak binlerce mağdur var bu topraklarda… Çocuklarını görememiş bu insanlar, aralarında bir kuşak farklılığı oluşmuş…
 
“BİRLİĞİMİZİ ANCAK YENİ BİR SİSTEMLE SAĞLAYABİLİRİZ”
Biz buradaki haksızlıkları çözmedikçe İslâm coğrafyasındaki zulümler de bitmeyecek…
Tabii ki, dedikleriniz çok doğru, eğer bizler, yani bu toprakların Müslümanları birlik ve beraberlik içerisinde hareket edersek, bu birlik öteki coğrafyalara da emsal teşkil edecek, ışık tutacaktır; ama öncelikle Türkiye’deki problemleri çözme yolunda oldukça ciddi ve kararlı adımlar atmamız gerekiyor.
İslâm coğrafyasını iyi bilen birisi olarak sizce bölge insanının Türkiye’ye bakışı nasıl?
Özellikle Bosna olayları sırasında Balkanlar’daki Müslümanlar ile oldukça yakın ilişki içerisinde olduk, aynı şekilde yaşanan Arap Devrimleri ile de Arap dünyası ile yakınlaşma içerisine girdik. İslâm Coğrafyası’ndaki insanların Türkiye’den çok büyük beklentileri var gerçekten de… Adeta tek ümitleri, umutları Türkiye… Sadece Balkanlar ve Arap Coğrafyası da değil, Myanmar’dan tutun da Doğu Türkistan’a, Özbekistan’a vesaire hepsi kendi içinde yaşadıkları zulümlerin, sıkıntıların çözümünü Türkiye’den bekliyor. Sadece bu yönden de değil, kültürde, ekonomide ve diğer başka alanlarda da bizden büyük umutları var; ama bu umutlarını yakın bir zamanda sağlayabilir miyiz? Ne yazık ki pek öyle gözükmüyor. Dediğim gibi tekrar başa döndük, bu insanların bizden olan beklentilerini karşılamamız için önce kendi içimizde sağlam bir birlik, bütünlük oluşturmamız gereklidir. Elbette bu ancak yeni bir sistemle olur. Bunun için de sağlam bir fikrî yapıdan mesned almamız şart. Bunlar olmazsa gerçekten de işimiz zor. Onun için bizim hem siyasî birliğimizi hem de ekonomik bütünlüğümüzü sağlamamız şart, bunu başaramazsak şayet İslâm Coğrafyası’ndaki değişimlere de müdahale edemeyiz. Şu anda baktığımızda da çok kritik değişimler yaşanıyor bu coğrafyada, Balkan ülkelerinin bir kısmı bugün AB’ye girmek üzere ve bir kısmı girdi de. Bizim bu topraklarda çok sayıda dindaşlarımız var ve onlar da Avrupa kültürü içinde eritilmek isteniyor ne yazık ki. Osmanlı’nın doğal hinterlandı olan bu bölgede ciddi bir asimilasyon var, bizi de bekleyen tehlike budur. Arap Coğrafyası’na da baktığımızda ayrışmalar, bölünmeler üzerinden ciddi problemler var; Irak, Şiiler, Sünnîler ve Kürtler arasında bölünmüş, yine Suriye de aynı vaziyette ikiye bölünmüş durumda…
 
“BATI’NIN KAYGISI İSRAİL’İN GÜVENLİĞİDİR”
Yeri gelmişken soralım, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu emperyalistlerce dizayn edildi; ama bu dizaynın sonucu olan sun'î devletlerin dikişleri patlamakta ve yeni bir paradigma ortaya çıkmakta. Sizce bu paradigmaya kim veya kimler yön verecek?
I. Dünya Savaşı sonunda İngilizler ve Fransızlar tarafından Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu’da sun'î devletçikler ve sun'î yönetimler kuruldu. Bu yönetimler sayesinde de bölgenin enerjisini, ekonomisini sömürdüler; ama yeni jenerasyonla birlikte Ortadoğu’daki bu vesayetçi rejimler tıkandı kaldı. Tıkanınca da Batı uşağı diktatörlükler Arap İsyanları ile bir bir yıkıldılar. Yıkılınca yerlerine ne gelecek bilemiyoruz; çünkü Arapların önüne koyabileceğimiz bir devlet modeli yok. Ancak 80 senelik bir mazisi olan, kültürel, siyasal birikimi olan Müslüman Kardeşler ön plana çıktı; Tunus, Libya, Cezayir’deki seçimlerde ikinci parti olabildiler, Mısır’da iktidara geldiler ve bu durum da Batı’yı, özellikle İsrail’i çok endişelendirdi. O yüzden Arap devrimlerini çok iyi irdeleyebilirsek bölgedeki gelişmeleri de çok iyi anlamış oluruz. Dediğiniz gibi I. Dünya Savaşı sonrasında çizilen sınırların artık bir hükmü kalmadı; ama bu sefer de daha ufak devletler, mezhep devletleri, etnik grupların devletleri ortaya çıkmaya başladı ve şu anda da Batı dünyası bu devletleri destekliyor görüyoruz ki. Bunun sebebi de Sykes-Picot Anlaşması’nın sonucu olan sınırların Batılılara eskisi kadar yararlı olamamasıdır ve onun yerine etnik yapıların hâkim olduğu bölgeleri ülke konumuna gelene kadar destekleyerek ondan sonra da sömürüye devam ediyorlar. Tabii ki bu durumu hep Batı namı hesabına yazmak da doğru olmaz, çünkü mukadderat denilen bir şey var. Allah’ın hükümleri doğrultusunda gelişiyor tüm bu olaylar ve onun için aşırı derecede reel bir değerlendirme yapmamız doğru olmayacaktır. Ama bu reel ortamda da en iyi değerlendirmeyi yapan MOSSAD’dı. MOSSAD’ın sunduğu rapor da bu ayaklanmaların önünün alınamaması halinde bir İslâm İmparatorluğu ortaya çıkar yönündeydi. Zaten bu dediklerini de yaptılar ve Mısır’da iktidara gelen İhvan lideri Mursi bir yıl sonra Batı menşeili bir darbe ile devrildi. Darbeyi destekleyenlere baktığımızda da, İsrail, ABD, İngiltere, Suudi Arabistan gibi ülkeler göze çarpıyor; çünkü Mısır, Batı için İsrail’in güvenliği ve selameti açısından önemli. “Mısır Arapların anasıdır” derler, Mısır kalktığında Araplar kalkar, Mısır oturduğunda Araplar oturur, onun için Mısır, Araplar için oldukça ehemmiyetlidir ve bakıyoruz ki böyle bir ülkede İhvan başa geçiyor. Bu iktidar değişimi öteki ülkelere de emsal teşkil etmesin diye Batı ve İsrail hemen bir komplo düzenledi ve İhvan’ı Mısır ile birlikte çoğu ülkede etkisizleştirdi. Aksi takdirde İsrail bir abluka altında kalacaktı, olayı böyle düşünmek gerekiyor. Geçmişten beridir ABD ve Avrupa’nın Ortadoğu’ya düşkün olmasının sebebi petrol ve diğer enerji kaynakları ve de İsrail’in güvenliğidir. Bölgede İhvan’ın yükselişini görünce de buna engel olmak istediler ve kısmen de başarmış gözüküyorlar.
 
“BATI’DAKİ MÜSLÜMANLARA SALDIRILARIN SEBEBİ
MÜSLÜMANLARIN SOSYAL STATÜSÜNÜN YÜKSELMESİDİR”
Ortadoğu’da böyle bir dizayn varken Müslümanlar da Avrupa’da çeşitli eylemler gerçekleştiriyor ve bu eylemler Batı’yı teyakkuza geçirdi. Geçen haftaki yazısında Carlos da vurgulamıştı “Emperyalistler korkuyor ve kontrolü kaybediyorlar” diye. Şimdi, bu psikoloji içerisinde Batı ne gibi hamleler yapabilir?
Evet bir korku var ortada. Charlie Hebdo hadisesinden yaklaşık 10 gün önce Pegida ile ilgili bir yazı yazmıştım. Pegida Hareketi tamamıyla derin Almanya’nın Avrupa’daki Müslümanların ekonomik yükselişi ve başarısını engellemeye yönelik ortaya çıkardığı ve desteklediği bir hareketti. Pegida ortaya çıktığında iki prensibi vardı: Yabancı ve Müslüman düşmanlığı. İlerleyen vakitlerde baktığımızda ise yaptığı eylemlerin çoğu Müslümanlara yapılan eylemler. Almanya’da geçtiğimiz 2 ay içinde 100 cami kundaklandı. Sadece Almanya ile sınırlı kalmadı tabiî ki, Hollanda ve Belçika’da da yaşandı bu tacizler. İslâm düşmanlığının yükselmesindeki en büyük sebep ise şudur: 60’larda, 70’lerde Avrupa’ya gelen Müslümanların hemen hemen hepsi ya sokakları süpürüyordu ya da orta seviyenin de altında işçi konumundaydılar. Ama şimdi baktığımız zaman Hindistan’dan, Pakistan’dan, Afrika ve Türkiye gibi ülkelerden gelen Müslümanlar bugün siyaset sahnesine çıktılar. Bu ise Avrupa’nın bu Müslümanları asimile edemediklerini ortaya koyuyor. Asimile edemeyince de Müslümanların bu başarılarını engellemek için ırkçılığa başvurmuş durumdalar. Aslında bu bir çaresizliğin de göstergesi. Bunun yanında ise Doğu Avrupa ülkelerini de AB projesine dahil etmek istiyorlar. Bunun sebebi ise Uzak Doğu, Ortadoğu ve Afrika’dan gelen işçi göçünü engelleyip ihtiyaçlarını Balkanlar’dan karşılamaktır. Hülâsa, Pegida ile Avrupa’yı Asyalı Müslümanlardan uzaklaştırırken Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki nüfus ile de dinamik nüfus açığını gidermek istiyorlar. Charlie Hebdo Baskını’na gelecek olursak, bunun siyasal ve sosyolojik bir takım sebepleri vardı. Son bir yılda rahatsız edilen Müslümanların çoğu Fransa’da yaşayan Cezayir ve Fas’lı Müslümanlar. Bu olayın yaşanmasında bunların birikmesi de varken elbette ki Filistin’de, Arakan’da, Doğu Türkistan’da, zamanında Bosna’da Müslümanlara yönelik katliamlar da var. Ve bu olaylar karşısında dinamik yapıdaki Müslüman gençler de patlıyorlar ve Charlie Hebdo gibi vakalar yaşanabiliyor. Zaten olmaması acayip olurdu; çünkü Ebu Gureyb Hapishanesi’nde, Guantanamo Hapishanesi’nde yaşanan olaylar, Irak ve Filistin’in işgali vesaire bunların hepsi Müslümanlarda, özellikle Avrupa’da ikamet eden Müslümanlarda ciddi bir travma yarattı.
Güya “Irak’ta savaş bitti” deniyor; ama Şubat ayında ölenlerin sayısı açıklanan verilere göre 1375 kişi!
Ne yazık ki… Orada bir mezhep savaşı başladı ve mezhep savaşı ülkeleri hızla bölünmeye sürükleyen bir projedir. Mesela Irak, Suriye, Libya, Cezayir gibi ülkeler hakkında konuşursak, sadece bu bölgelerde 10’dan fazla ülke göreceğiz ileride… Bugün Suriye’de 300 binden fazla insan yaşamını yitirdi ve bu rakam Bosna Katliamı’nı da geçti… Esed bugün Şam dışında hiçbir bölgede rahat edemez duruma geldi; keza Irak’ta da benzeri bir durum var; Irak da 3 parçaya bölünmüş vaziyette. Yemen’de de durum aynı, Şii Husiler iktidarı ele geçirirken Suudi Arabistan buna ses çıkarmadı, İran ile yıllardır bu bölge üzerinden kapışıyordu halbuki. Bu minvalde de Suudiler’in tek derdi İhvan’ın bölge ülkelerinde iktidarı ele geçirmesini önlemek…
 
“DOĞU TÜRKİSTAN ÜMMETİN YETİM EVLADIDIR”
Yakın bir zamanda yazdığınız bir yazınızda Doğu Türkistan’da Çin’in baskı ve zulümlerinin arttığından bahsetmiştiniz; Doğu Türkistan’da Müslümanlara ne gibi zulümler uygulanıyor? Kuzey Afrika ve Ortadoğu hakkında çokça ses çıkıyor; ama nedense Doğu Türkistan pek konuşulmuyor…
Doğu Türkistan gerçekten, ümmetin unuttuğu ve bu bölgenin yetim evladı sıfatını almayı hak edecek derecede unutulan bir bölgemiz… Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun da 70’li yıllarda yazdığı bir şiirinde “Sen Eritre’desin çocuk, sen Moro’da” dizesi vardır, bu dize ile Doğu Türkistan’dan tutun Afrika’ya kadar zulüm gören dindaşlarımıza dikkat çekmektedir. Bugün Eritre’de de zulümler devam ediyor; ama bizler unutmuşuz… Bunun sebebi de bizim STK’larımızın işlerini planlı bir şekilde yapmıyor oluşudur. Doğu Türkistan dendi birkaç defa; ama devamı gelmedi ne yazık ki… Bu gibi durumlarda ne yazık ki hükümetler arası çıkar ilişkileri üzerinden bir iletişim kuruluyor, Çin dediğimizde akla ekonomik ve askerî yönden güçlü bir ülke geliyor. Ülkeler ikili ilişkilerinde güçlerini kullanarak istediklerini elde ederler; siyasal, askerî, ekonomik olsun bu yollar vasıtası ile iletişimi sürdürürler. Doğu Türkistan’daki en büyük baskı ve zulüm ise memurların, öğrencilerin ibadetlerini yerine getirememeleridir. Bunun yanında siyasî anlamda da örgütlenmelerinde önemli bir engel var. Şimdi, Doğu Türkistan, doğal kaynakları açısından da Çin için oldukça önemli bir bölge ve Çin bu bölgenin elinden gitmesini istemez; onun için de bölgeyi tarassut altına almış durumda. Bu yeni bir şey değil, senelerdir olan bir dram ve orada durumu elveren aileler, yapılan işkenceler, zulümler sebebiyle sürekli göç etmekteler… Maruz kaldıkları bu işkencelere baktığımızda Çin’in suç işlediğini görüyoruz, bu vicdanımızda değil sadece, yasalarla da sabit. İşlenen suçlar bir yana, farklı ülkelere göç etmiş, kaçmak zorunda kalmış olan insanların da iade edilmesi konusunda çok ciddi anlamda baskı kuruyor Çin. İade edilen insanlar da ya zindanlara konuyor ya da idam ediliyor. Ortada sadece düşünce yapısının farklılığından dolayı büyük bir kıyım var. Bir de Türkiye’de geçmişten günümüze hükümetler, hatta milliyetçi hükümetler de dahil buna, hep bu meseleyi dile getirmelerine rağmen somut bir adım atmamışlardır. Hatta bugün dahi Doğu Türkistanlılar kurduğu derneklerde Doğu Türkistan amblemini asamıyorlar, böyle bir yasak da kondu Mesut Yılmaz döneminde ve hâlâ geçerli bu yasak.
Sebebi nedir peki bu yasağın?
Tamamıyla Çin’in bu meseleyi siyasî olarak algılaması ve Doğu Türkistan meselesini terör mesabesinde görmesi sebebiyle ilişki içinde olduğu ülkelere bunu kabul ettirmesinden doğan bir yasak. Genel olarak yapılan zulümlere bakarsak; kültürel, siyasal ve dini konularda Uygurlara çok büyük kısıtlamalar ve baskılar olduğunu görürüz. Ortada asimilasyon politikası var Çin’in ve bu politika doğrultusunda Doğu Türkistan’da Çinli nüfusunu arttırma yönünde çalışmaları var. Bu, Uygurların önündeki en büyük problemdir. Nüfus planlamasından tutun da devlet dairelerinde kadro alımına kadar Uygurlar müthiş bir denetim altında ve bu denetimden, asimilasyondan ve gördükleri işkencelerden kurtulmak için de farklı ülkelere göç etme yolunu seçmişler.
Son olarak eklemek istediğiniz bir konu var mı?
Türkiye’de Müslümanlar geçmişte çok zulümler gördü. Bu zulümlerin kaynağı bazen kurumlar, bazen kişiler, bazen de partilerdi. Bu olaylar bugün bitti hamd olsun, geçmiş dönemlerin izini taşıyan bir takım menfi durumlar varsa da bugün İslâmcı bir parti iktidarda. Geçmiş dönemlerde zulüm görmüş, hapis yatmış, haksızlığa uğramış birçok isim bugün mecliste bulunuyor, özellikle Ak Parti içerisinde. O yüzden hükümetin samimi, kararlı ve dikkatli bir şekilde politika uygulamaya devam etmesinin gerektiğini düşünüyorum. Geçmişte mağdur olan fikir adamlarının, kurumların ve şu anda dahi haksız yere hapis yatan insanların durumlarını ele almalarını ve bu problemleri çözmeleri gerektiğini düşünüyorum. Hükümetlerin de insanlar gibi ömürleri var. Bu hükümet şu anda en güçlü dönemini yaşıyor ve o yüzden 28 Şubat’ta yaşanan ve diğer dönemlerde yaşanan haksızlıklara ciddi anlamda eğilmeleri gerektiği kanaatindeyim.
Teşekkür ederiz
Ben teşekkür ederim.

Baran Dergisi 426. Sayı