Geçen sayımızda para vakıfları ile alakalı mezheblerin yaklaşımlarını genel hatlarıyla aktarmıştık. Bu vakıflar, İslâm cemiyetinde 16. Asra kadar çok ciddi bir münakaşa konusu olmadan uygulamaya geçirilmişlerdi. Hatta Sofyalı Halvetî şeyhi Balî Efendi’nin aşağıda vereceğimiz mektubunda da görüleceği üzere Osmanlı’nın ilk kuruluşundan itibaren iltifat edilen bir vakıf cinsiydi. Fatih ve Yavuz dâhil birçok padişahın kurduğu para vakıfları mevcuttu.
Ancak Kanunî devrinde, belki de alttan alta yaşanan tartışmalar bir anda gün yüzüne çıktı ve o tarihlerde artık İslâm’ın merkezi konumuna yükselmiş Osmanlı ve İstanbul uleması arasında para vakıfları konusunda ciddi ihtilafların doğmasına yol açtı. Bunda Osmanlı’nın resmî mezhebi olan Hanefilikte para vakıflarının da bağlı olduğu menkul vakıfların statüsünün örfe tâbi kılınmasının yanı sıra muhtemelen, bilhassa Osmanlı ileri gelenleri arasında idamesi güç gayrimenkul vakıflar yerine daha masrafsız para vakıflarına yönelik kuvvetli bir temayülün ortaya çıkışının etkili olduğu kanaatindeyiz.

Aynından yararlanılmayıp gelir getirici kabul edilen “gayrimenkul/akar” vakıflarının en büyük sorunu, bakım ve idamedir. Gelir getiren ve bir hayır tesisinin sürekliliğini sağlayan destek vakıfları umumiyetle arazi veya bina vakıflarıdır. Arazi ise, o arazinin zamanla verimliliğini kaybetmemesi için daima tazelenmesi, bina veya benzeri bir yapı ise bakımının yapılması mecburidir. Ayrıca bu vakıfların umumiyetle kiralama yöntemiyle işletilmesinin de kendiliğinden bazı sıkıntıları doğurması kaçınılmazdır. Öyle ki vakıf tesis olunduktan bir müddet sonra elde ettiği gelirlerin kendisinin bakımına harcanması ya da kiralayanın bu işi yapmak için kira ödemelerini aşağı çekmesi gibi problemlerle karşılaşılması sıkça rastlanılan bir durum halini almaktaydı.
Diğer taraftan Osmanlı’da arazilerin ya devletin ya da başka vakıfların elinde olmasından dolayı işin doğrusu gayrimenkul vakıflarda da bir tıkanma yaşanmaktaydı. Osmanlı toprak düzeni, İslâm arazi hukukunun gereği olarak istisnalar haricinde bütün ülkeyi hazinenin malı saymaktaydı. Fethe katılmış gazilere verilen öşür arazileri, bir kısım özel fermanla ayrılmış araziler dışındaki tüm topraklar hazineye, yani beytülmale aitti. Bunun en büyük istisnası vakıf mülkleriydi. Osmanlı idaresi, toprak üzerinde her tür tasarrufu gerçekleştirmekte kendini muhayyer görürken, sıra vakıf mülklere gelince bunlara dokunmuyordu. Yani vakıf mülkler azalmıyor, sürekli artıyordu. Arazi stoğu da hazinenin elinde olunca vakıf yapacak kişilerin bunu devletten “ferman” yoluyla almak dışında pek bir seçeneği kalmamaktaydı.

Elbette özel mülkiyet Osmanlı’da mevcuttu, ancak bir vakfa zemin teşkil edecek “şahıs arazileri”nin çok olmadığı da bir hakikatti. Hele ki o zamanın zirai üretim tekniklerini göz önüne aldığımızda, mesela bir cami vakfını ayakta tutacak arazinin oldukça büyük olması gerekmekteydi. Bütün bunların üzerine, arazilerin ortaklaşa vakfedilmelerinin çok zor olduğunu da eklersek, para vakıflarının niçin bilhassa Kanuni devrinden itibaren bu kadar revaç bulduklarını anlamış oluruz. Mesela “avârız” isimli ve çoğu para vakfı olan vakıflara,  herkes kendi gücü nisbetinde katılıyor ve elde edilecek sevaptan hisse sahibi olmayı umuyordu.

Kısacası; küçük hisselerle dahi olsa insanlara bir vakfın sevabına ortak olma imkânı vermeleri, arazi vakıflarına göre kendilerini idamede daha az masraf icâb ettirmeleri ve kıymetinin düşme tehlikesinin azlığı gibi sebeplerden ötürü para vakıfları 16. Asırdan itibaren hızlı bir ivme ile büyüdüler. İşte yukarıda bahsettiğimiz tartışmalar tam bu zamanlara denk gelmektedir.
Para vakıflarının dinen caiz olduğuna dair ilk eseri yazan Şeyhülislam İbni Kemal’dir. Kısa bir risale olan bu eser daha onun devrinde (16. Asrın başları) para vakıflarına dönük itirazların başladığını göstermektedir. Bu eser kaleme alındıktan 10 sene sonra Çivizade Mehmed Efendi, para vakfının caiz olmadığına dair bir fetva verip bunun padişah emriyle kanunlaşmasını (hükm-i şerif) ve mahkemelerde tatbikini sağlamıştır. Osmanlı’da ilk azledilmiş şeyhülislam olan bu zat, daha sonra müderris ve kazasker olarak atanmıştı. Bu fetvayı verdiğinde Rumeli Kazaskeri makamında oturmaktaydı. Kanaatimizce bu hadise, alttan alta pişen bir itirazın tezahüründen başka bir şey değildi.

Para vakıflarının kanunla yasaklanmasının ardından yaşananlar, bu vakıf türünün hukukî zemininin anlaşılması açısından önemlidir. Elimize kadar ulaşan üç vesikaya istinaden bu yasaklamanın şiddetli tepkilerle mukabele gördüğü tahmininde bulunabiliriz. Bu vesikaları kaleme alanlar üç ayrı kişiydi: Fenerizade Muhiddin Pir Mehmed Efendi, Ebussuud Efendi ve Sofyalı şeyh Bali Efendi. Fenarîzade, Çivizade’den sonra ve Ebussuud Efendi’den önce şeyhülislamlık yapmış ve bu görevden kendi isteğiyle ayrılmış bir zattı.
Kaynakların ifadelerinden Fenarîzade’nin Çivizade’ye gönderdiği mektubun, hükm-i Şeriften evvel Çivizade’nin meseleyi sorması üzerine kaleme alındığı anlaşılmaktadır. Fenarîzade konuyu teorik planda savunmaktadır. Fenarîzade’nin söyledikleri, Ebussuud Efendi’nin söyledikleriyle temelde aynı şeylerdir. Aşağıda bunları zikredeceğiz.

Halvetiye tarikatı şeyhi ve fakih bir kişi olan Sofyalı Balî Efendi Padişah’a, Sadrazam’a, Şah Çelebi’ye ve Çivizade’ye birer mektup göndererek yasağın yanlışlığını ısrarlı ve cesur bir ifadeyle savunmuştur. Balî Efendi’nin kullandığı delillerin bir kısmı teorik olmakla birlikte daha çok pratik hayatla ilgilidir. Balî Efendi, Padişah’a gönderdiği mektupta Rumeli fethedildiğinden beri (bir başka cümlesinde de yaklaşık üç yüz yıldan beri), âlimlerin ittifakı ve padişahların emriyle Rumeli’de para vakfının uygulandığını ifade etmektedir. Bunu yasaklamanın büyük günah olacağını, bazı kadıların inhâ (tayin) beratlarında ihtilaflı konularda mezhep içindeki en kuvvetli (esahh) görüşle amel etmeleri emredilirken para vakfının caiz olduğuna dair görüşün zayıf olmasına rağmen terk edilmemesinin emredildiğini hatırlatmaktadır. Ayrıca bu yasaklamayla ya daha önce müsaade eden âlimlerin ve padişahların ya da yasaklayanların hatalı duruma düşeceğini, oysa uygulamanın devam etmesi durumunda böyle bir ihtimalin ortadan kalkacağını, yasaklama neticesinde birçok imaret ve medrese ile çoğu caminin harabeye döneceğini, at ahırı haline geleceğini, birçok yerde camilerin mülk haline dönüşmesiyle Cuma namazı kılınamayacağını belirttikten sonra Padişah’a sorar: “Padişah hazretleri ne buyururlar? (H. Koyunoğlu, Para Vakıfları: 17. Yüzyıl İstanbul Uygulaması, Din bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 8, sayı 1, sh. 262)
Balî Efendi’nin, kullandığı delillere ve diyalektik tarzına bakınca derin bir fıkıh bilgisine sahib olduğunu görebilmekteyiz. Zaten eski zamanlarda bir şeyhin, fetva verecek kadar olmasa bile, verilen fetvanın noksanlarını gösterebilecek kadar bir fıkıh bilgisinin olması arzu edilirdi. Balî Efendi Çivizâde’ye yazdığı mektubta şu ifadeleri kullanmaktaydı: “İmam Züfer’in görüşüyle amel edilerek para vakıfları kabul edilip bu gibi kurumlar devam mı etsin, yoksa İmam-ı Azam’ın görüşüyle amel edilerek cami vs. kapansın, Cuma namazı kılınmasın, bütün kurumlar harabe mi olsun?” Mektubunda, önce para vakfını engellemek için boşuna çaba harcamamasını, buna şer’an bir delil bulamayacağını belirtir. Akabinde Padişah’a yazdıklarından farklı olarak nazarî deliller kullanır ve özetle şöyle der:

“Para vakıflarının caiz olması zayıf bir görüştür’ dersen, kazaskerlik rütbesini kabul etmek de zayıf bir görüşe dayanır; ‘taliblerine kadılık vermek, kazasker olmak ve bu görevlerden maaş almak konularında halkın teamülü meydana gelmiştir’ diyorsan eğer, para vakfı konusunda da halkın teamülü meydana gelmiştir. Müçtehidler bazı konulara caiz değildir deseler de mukteza-i zamanla (şartların gerektirmesiyle) amel edilir. Halkın teamülünü “icmâ” mertebesinde görenler de vardır. İmam Züfer mezhebde müçtehiddir, bazı meselelerde onun görüşleriyle amel edilmektedir. Ayrıca paranın vakfı bir gayrimenkul ile birlikte yapılmışsa İmam Muhammed ve Ebû Yusuf’a göre de sahihtir.” (H. Koyunoğlu, age, sh. 263)
Ebussuud Efendi ise önce para vakfının cevazına dair fetva vermiş, daha sonra Çivizade’nin itirazı üzerine “Risale fi Vakfi’l Menkûl ve’n-Nukûd” adıyla bir risale yazmıştır. Ayrıca “Tescîlü’l Vakf” adıyla yazdığı bir başka risalede de konuya temas edip çeşitli kitaplardan nakiller yapmış ve para vakfının tescilinin nasıl olacağını anlatmıştır. Ebussuud Efendi özetle şunları söylemektedir:

“Menkul vakfı, imam Şafiî’ye göre kayıtsız şartsız, Ebû Yusuf’a göre hakkında nassın bulunduğu, İmam Muhammed’e göre ise halkın teamülü olduğu, yani örfün oluştuğu yerlerde caizdir. Ayrıca Züfer’e göre para da bir menkul olarak mutlak surette vakfedilebilir. Halledilmesi gereken birkaç mesele var: Birincisi, para vakfı teamül kapsamına girer mi? İmam Muhammed teamül için ‘insanların örf ve adet haline getirdikleri şey” demektedir. Para vakfının bu kapsam içine girdiğinde bir tereddüt yoktur. İkinci soru: Örf ile kıyas terk edilebilir mi? Bu sorunun cevabı, kısaca, evettir. ‘Kıyasın terk edilebileceği örfü müçtehidlerin tespit edebileceği, günümüzde ise müçtehid bulunmadığı’ şeklindeki itiraz ise yerinde bir itiraz değildir, çünkü teamül hissî bir şeydir, müçtehidin reyine ihtiyaç yoktur. Fakat Züfer’e göre vakıf lâzım olmadığı (yani, bağlayıcı olmayıp istenirse sonradan bozulabileceği) için, kadıların, tescili, vakfın lüzumunu savunan İmam Muhammed’in görüşüne istinaden yapması gerekir. Böylece para vakfı teamül haline geldiği için caiz ve tescil edildiğinde de lâzım olur.
Netice olarak, Osmanlı Devleti’nin büyük şehirlerinde para vakfı tam teamül haline gelmiş, bütün şeyhülislamlar bu vakıfların geçerli olduğuna fetva vermiş, kazaskerler, kadılar ve valiler sıhhatine ve lüzumuna hükmetmişledir. Kimseden de bir muhalefet nakil olunmamıştır. Bütün bunlar, şartlarına uygun olarak yapılıp tescil edilen para vakfının sahih ve lâzım olduğunu göstermektedir. (H. Koyunoğlu, age, sh. 264)

Osmanlı Devleti boyunca, 1539-1542 arasında üç yıl dokuz ay kadar Şeyhülislam olan Çivizade dışında, para vakfına karşı çıkan bir şeyhülislam bilinmemektedir. Çivizade, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, makamından azledilen (veya istifa ettirilen) ilk şeyhülislamdır. Bu tartışmayı azledildikten sonra ve azledilmesinin yersizliğini isbat sadedinde ilmi dirayetini göstermek için başlattığına dair bir iddia varsa da bu husus şüphelidir. Şeyhülislamların elinden çıkma, para vakfının cevazına ve diğer teferruatına dair bol miktarda fetva zaten vardır. Mandaville tarafından Osmanlıların İslâm medeniyetine seçkin bir katkısı olarak değerlendirilen para vakıfları Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar kesintisiz devam etmiştir. 18. ve 19. yüzyılda kurulan vakıflar üzerinde yapılan incelemelerden, 18. yy vakıflarının % 31,7’sinin, 19. yüzyıl vakıflarının ise %56,8’inin para vakfı olduğu tespit edilmiştir. Hatta İzzet Akyol’un bir araştırmasına göre 1641 yılına ait Manastır kadı sicilleri, bu bölgedeki 176 köyden 90’ının para vakıflarına müştereken borçlu olduğunu göstermektedir. Son dönemdeki Ceride-i İlmiyelerde de para vakfıyla ilgili fetvalar ve tamimler vardır.

Hülasa Osmanlı’da genel temayül, para vakıfları lehinde gelişmiştir. Ama hem yukarıda andığımız Çivizade Efendi hem de İmam Birgivî bu cevaza karşı çıkanların temsilcileri olarak ciddi eserler kaleme almışlardır. Gelecek hafta itiraz edenlerin görüşleriyle beraber para vakıfları bahsine devam edeceğiz. 

Baran Dergisi 493. Sayı