Geçen hafta Hanefî uleması içinde para vakıflarını savunanların görüşlerine yer vermiştik. Daha önce de belirttiğimiz üzere, Şafiî, Hanbelî ve bilhassa Malikî mezheblerinde menkul vakıfların kapsamı içine giren bu tür vakıflar hususunda zaten ciddi sorun bulunmamaktadır. Mesele, vakıf için ebedî bir malın aynını zaruri gören ve vakfı umumiyetle gayrimenkul olarak anlayan Hanefî mezhebinde yaşanmaktaydı. Hanefîlerde bizatihi para vakıfları ile alakalı en büyük mesele ise, bunların yaptığı işlemin faizi andırmasıydı. Her ne kadar muamele-i şer’iyye işlemiyle borç alıp verme işi bir nevi alışverişe dönüştürülmekteydiyse de, asıl maksadın paradan bir miktar kâr alarak borç verme olduğu öyle üstü çok örtülebilen bir durum değildi.

Bütün problem şu: Vakıfların ve yetimlerin paraları nasıl muhafaza edilecektir? Enflasyon veya para değerinde erime sadece bugüne has bir vaziyet değildir; eskiden de bu durum mevcut idi. Bunun yanı sıra nakit paraların zekâta tâbi olmaları da duran paranın sürekli azalmasına yol açmaktaydı. Ya paranın elde nakit tutulmayıp bir gayrimenkul yatırıma dönüşmesi (mesela ev vs. alımı) veya ticarette kullanılması suretiyle emanet paraların değerini muhafaza etmek mümkün olabilirdi. Ticaretin sürekli risk taşıyan bir saha olduğu ise malum…

Gayrimenkul de eskiden bugün bizim bildiğimiz manada bir yatırım ve rant kapısı değildi. Kaldı ki geçen sayımızda belirttiğimiz üzere, gayrimenkullerin çoğunluğu devlet tekelindeydi. Hülasa, vakıfların ve herhangi bir vasinin nezareti altındaki diğer paraların (mesela yetimlerin parası) değerini muhafazası zordu.

Muhtemeldir ki, işbu hayır kurumlarının paralarının değerini koruma sorununu çözmek adına ve bir muamele-i şer’iyye işleminin şemsiyesi altında bu tür paralardan, devlet tarafından belirlenmiş belli bir yüzdeyi geçmemek üzere (mesela yüzde on beş) bir “rıbh” (kâr) alınmasında sakınca görülmemiştir. Ancak bu ruhsat tamamen örfe tâbidir ve örfün böylesi bir alış verişe müsaade ettiği yerlerde geçerlidir; aksi takdirde caiz değildir. Ayrıca, dikkat edilirse bu işlemi yapma imkânı, vakıflara ve kendini savunamayacak durumdakilerin parasını gözeten kişilere verilmiştir. Yani bu bir sıradan ticarî usul değildir ve işlemde bu kesimler hariç bir çekince mevcuttur. İşte bu hafta bu çekinceyi izin verilen diğer kurumlar için de dile getiren İmam Birgivî’nin itirazlarına kulak vereceğiz. Bu kısımda Prof. Dr. Osman Eskicioğlu’nun “İmam Birgivî’nin Para Vakıfları Hakkında Bazı Görüşleri” ve Hüsnü Koyunoğlu’nun “Para Vakıfları: Muhasebe Defterlerine Göre 17. Yy İstanbul Uygulaması” isimli makalelerinden yararlandık.
İmam Birgivî’nin para vakıfları hakkındaki görüşlerini “es-Seyfü’s Sarim Fi Adem-i Cevaz-i Vakfi’l Menkul-i ve’d-Derahim” (Taşınabilir Malların ve Para Vakıflarının Caiz Olmadığı Hususunda Keskin Kılıç) adlı risalesinden öğreniyoruz. İmam Birgivî bu eserini, Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin para vakfının caiz olduğunu ispat etmek için yazdığı “Risale Fi Vakfi’l Menkûlî Ve’n-Nükûdî” (Menkul mal ve Para Vakfı Hakkında Risale) adlı risalesine bir reddiye olarak kaleme almıştır.

Birgivî, bu risaleyi niçin yazdığını şöyle açıklamaktadır: “Bu, vasiyetsiz veya ölüme bağlamaksızın para vakfetmenin batıl olduğunu bildirmek için yazılmış bir risaledir. Çünkü zamanımızın şeyhülislamı Ebussuud Efendi böyle bir vakfın geçerli olduğu hususunda bir risale yazdı ve birçok yerinde hataya düştü. Sevap umarak vakıf yapan kimselerin bu esere güvenmemeleri için onun reddedilmiş bu yönlerini açıklamak gerekir. Ta ki, hâkimler de aldanıp onun hükümlerine sığınmayalar. Zira o, güvenmeye elverişli değildir ve kıyamet gününde onlara mazeret olamaz. Usul ve fürua aykırı ve nakil ile çelişiktir. Bu kitabı halk için bir fitne sayarım ve her gücü yetenin de bozması lazım gelen dinî bir sakınca olarak görürüm. Fakat ya cahil, ya korkak veya zayıf olduğu için hiçbir kimsenin buna el atacağını sanmıyorum. Öyleyse bunu kalem ve dilimle önlemek bana vacip oldu. Çünkü bildiğim halde bunu saklar (ve susarsam) lanetlenmekten korkarım.”

Birgivî’nin para vakıfları aleyhine görüşlerini sıralayalım:

Bir arazi veya tarla vakfedildiğinde, bu tarlaya ait olan öküz, zirai aletler ve buna benzer şeyler, yani menkul mallar da bu tarla ile birlikte vakfedilmiş olurlar, bu caizdir. Ebussuud Efendi’nin para vakfına cevazı, parayı bu menkul mallara kıyas etmesinden kaynaklanmaktadır. Birgivî ise buna karşı çıkarak bu konuda örf bulunsa bile paranın hiçbir yönüyle bu mallara benzemediğini söylemektedir. Çünkü bu mallar, aynî mallar olup kullanıldıkları zaman tükenmeyip baki kalırlar. Para ise böyle değildir; para ne öküze ve ne de ziraî aletlere benzemektedir. Para kullanıldığı zaman (gıda maddelerinde olduğu gibi) elde kalmaz, tükenir gider. Zaten bu sebeple İmam Şafiî, Malik ve Ahmed İbn Hanbel, kullandığımız zaman hemen bitip tükenmeyen ve geri kalan her şeyin vakfedilebileceğini caiz görmüş, fakat gıda maddeleri gibi tükenen şeylerin vakfını ise caiz görmemişlerdir.

İmam Birgivî’ye göre vakfın tarihi, hiçbir suretle para vakfını içermemektedir; öyleyse para vakfı batıldır ve hükümsüzdür. Ayrıca para vakfı lehinde istihsan yoluyla vakıf olabilmesi için gerekli hiçbir delil de mevcut değildir. Buhari’de geçen “Hayvanları, atları, ticaret malları ve serveti (altın gümüş ve para) vakfetme Babı” şeklinde geçen başlıktaki vakıf maddesinden normal, terim manasındaki vakfı anlamak caiz değildir. Bu hususta İmam Zührî’nin sözünden başka bir delil yoktur. Buhari’nin nakline göre Zührî şöyle demiştir: “Bin dinar bir parayı Allah yolunda harcamayı tahsis eden bir adam, tüccar olan kölesine, ticaret yapmak üzere bu parayı teslim ediyor. Elde edilen kazancından fakirlere ve yakın akrabalara sadaka olarak verilmesini istiyor. İşte bu şekilde sadaka yapan bir kimsenin bu bin dinar paranın kazancından bir şey yemeye hakkı var mıdır? Bu bin dinarın kârını fakirlere sadaka olarak bağışlamış olmasa bile ondan yiyebilir mi’? Zührî, “bu kimse, fakirlere tahsis etmese dahi bu sadakadan yemeye hakkı yoktur” demiştir.” Zührî’nin bu sözünü İbn Vehb, Muvatta’ında rivayet etmiştir.

Buhari’nin bu para vakfı babında müsned olarak rivayet edilen hadise gelince, bu hadisten ıstılahî mânâdaki vakfı anlamak mümkün değildir. Çünkü burada satımdan bahsedilmektedir. Hâlbuki vakıf mallarının satışı caiz değildir. Adı geçen hadis şöyledir:

İbn Ömer’den Nafi naklediyor ki, Hz. Ömer, Allah yolunda kullanılması için Peygambere verdiği ata bir kimseyi bindirdi. Hz. Ömer bu adamın atı satacağını haber alınca, kendisinin alıp alamayacağını Peygamber’e sordu. Bunun üzerine Resûlullah, “Sen bu atı satın alma ve sakın yapmış olduğun sadakadan da dönme” buyurdu.
Bu hadiste kast edilen mânâ eğer terim manasındaki vakıf olsaydı, atın satışı sahih olmazdı. Aslında bu hadis, küçük bir değişiklikle, “hibe ve sadaka bahsinde kişinin yaptığı hibe ve sadakadan dönmesi helal değildir” babında zikredilmektedir. Zaten İbn Hacer ve Ekmelüddin el-Babertî de hadisteki “atı verme”den maksadın hayır ve sadaka olduğunu, vakıf demek olmadığını açıkça tasrih etmişlerdir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı buradaki vakıftan maksadın hibe ve sadakayı da içerisine alan genel mânâdaki bir hayır olup özel anlamdaki vakıf olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Çünkü Buharî, babların başlığı ile ilgili pek az olan hadisleri de yazma hususunda müsamahalı davranmıştır.

İmam Zührî’nin para vakıfları hakkındaki görüşüne gelince, bu görüşe karşı o kadar sağlam alternatif görüşler vardır ki, bu yüzden Zührî’nin görüşünü benimseyenler nezdinde vasiyet etmeden para vakfının lüzum/bağlayıcılık ifade edip etmediğini, yani böyle bir vakfın bağlayıcı olup olmadığını kesin bir şekilde söylemek mümkün değildir.
Bütün bunları saydıktan sonra Birgivî, nakit para vakfının sakıncalarını şöyle sıralamakladır:
1.Vakıf sahih olmayınca o malın zekâtını vermek gerekir, vakfedenler ise bunu sahih zannederek zekâtını vermezler. Dolayısıyla büyük bir günaha girmiş olurlar.

2.Haksız bir işlem olan bu vakıftan ötürü miras hükümleri uygulanmaz, dolayısıyla hak sahipleri zulme uğrar.
3.Vakıf görevlileri de başkasının malını izinsiz yemiş olurlar; özellikle de vakfeden vakfından geri dönmek isteyip hâkim buna izin vermez ya da vakfeden ölüp varisleri razı olmaz veya içlerinde çocuk yahut mecnun bulunursa. Bu son ihtimalde yetim malı yemiş olurlar; hâlbuki Kur’an’da “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak karınlarını ateş yiyerek doldurmuş olurlar ve onlar Cehennemle kuşatılırlar” buyurulmaktadır.
4.Kişi bazen vakıf yaptıktan sonra fakirleşebilir. Bu durumda vakfı geçerli sanarak aslında vakfettiği mallardan dolayı üzerine vacip olan kurban, fıtır sadakası, fakir akrabaya yardım, hac gibi mükellefiyetlerini yerine getirmez, tersine zenginler için haram olan zekâtı alma gibi şeylerin kendisine helal olduğunu zannederek büyük günaha girer.

5.Vakfedilen paralar ancak mudarebe, bidâa veya muamele-i şer’iyye usullerinden biriyle işletilebilir. Zamanımızda (Birgivî’nin zamanında) ise Peygamber Efendimiz tarafından kötülenmiş olan “ine satışı (bey’u’l-îne alışverişi, yani bir malı vadeli olarak pahalıya satıp, bedeli ödenmeden satıcının peşin olarak daha ucuza satın alması) usulüyle vakıf paralar nemalandırılmaktadır. Âlimler ise bunu kötülemişler ve sakınılmasını söylemişlerdir.
(Birgivî burada “karz ve bey’/borç ve alım-satım” demektedir. Anladığımız kadarıyla,  bununla, para vakıflarında uygulanan istiğlâli kastederek aynı akid içerisinde hem borç işlemi hem de bey’ işlemi yapılarak Resûlullah (SAV)’in yasakladığı  “safkateyn fî safka/bir pazarlık içerisine iki farklı alışverişi sıkıştırma”yı anlatmak istemiştir. Bazı araştırmacılar bu ifadeyi “karz veya bey’” olarak nakletmektedirler. Koyunoğlu’na göre, metinde ifade “karz veya bey’” değil, “karz ve bey’” yazılıdır. Doğrusunun da bu olması gerekir; çünkü muamelenin karz veya bey’ şeklinde olması –başka bir yasaklı işlem yoksa- herhangi bir mahzur taşımamaktadır. “Bey’ bi’l-vefâ”nın vakıflarda uygulama şekli olan istiğlalde ise borç işlemi ile evin satışı ve hatta kiralanması -lafzen değilse bile zımnen- aynı pazarlık içerisinde yapılmaktadır. Birgivî’nin endişe ettiği bu olmalıdır, cümlenin devamındaki “bir menfaat getiren her karz akdi ribadır” ifadesi de bunu desteklemektedir, zaten uygulamada da çok sık başvurulan bir “nemalandırma” metodudur.)

6.Mütevellilerin çoğu cahil kimseler olduğu için kaynaklarda belirtilen “ine” satışının meşru şekillerini bilmezler. Bunu karz ve satış akdi (bir akit içinde hem karz hem de alım-satım) şeklinde yaparlar, hâlbuki bir menfaat getiren her karz akdi ribadır. Bazı mütevelliler de fasıktırlar, helal-harama aldırış etmezler, faizi hile(-i şer’iyye)siz yerler, açık faiz ve haramı işleyip faizi vakfın görevlilerine de yedirirler.
(Birgivî burada “Faiz yiyenler (mahşerde) ancak şeytan çarpmış kimseler gibi yerlerinden kalkacaklardır” (Bakara, 275) ayetini ve “Faizin en hafifi kişinin annesiyle zina etmesi gibidir ve otuz altı defa zina etmekten daha kötüdür” hadisini zikretmekledir.)

Buraya kadar Birgivî’nin para vakıfları hakkındaki görüşlerini nakletmiş bulunuyoruz. Böylece onun para vakfını asla kabul etmediği, hatta bu konuda keskin bir kılıç gibi olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Hâlbuki bu mesele İslam hukukçuları arasında ihtilaflı bir konudur. Çoğunluğun görüşüne göre para vakfı caizdir.

Hukukta konulan kaide ve kurallar yerinde olmazsa, yapılan tarifler vasıfların sınırını aşarsa, o zaman fayda yerine zarar gelir. Nitekim bu vakıf konusunda da öyle olmuştur diyebiliriz. Vakıf, “malın aslını ebedi olarak tutmak, gelirini sadaka olarak gereken yerlere harcamak’ şeklinde anlaşılınca, tarla ve topraktan başka hiçbir malın vakıf olamayacağı neticesi zaten kendiliğinden ortaya çıkar. Hâlbuki bu düşünce hiçbir zaman uygulanmamıştır.
Sebze, meyve, et, süt ve ekmek gibi olan mallar kullanıldıkları zaman tükendikleri için vakfedilmezler. Çünkü böyle malların faydasını kendi asıllarından ayırmak mümkün değildir. Vakıf ise malın aslını tutmak, faydasını yani gelirini Allah yolunda harcamaktır. Kaşık, bıçak, süs eşyası, ev ve tarla gibi menkul ve gayrimenkul mallar ise kullandıkları zaman hemen tükenmediklerinden vakfa konu olabilirler. Şafii, Malik ve Hanbelî’nin görüşleri de bu yöndedir. Büyük Hanefî fakih İmam Züfer’in de parayı böyle kabul ettiği için vakfedilebileceği hakkında görüşü İbn-ül Hümam tarafından nakledilmektedir. 

Baran Dergisi 494. Sayı