Batı kendi Rönesans’ını Endülüs’ten ve Haçlı seferlerinde İslâm’dan aldıklarına borçlu iken inkârcı davranıyor. Avrupa merkezci anlayışları gereği Batı dışındaki hiçbir değeri evrensel kabul etmiyorlar. Asya ve Afrika’dakileri görmezden geliyorlar.

Mutlak ilim sahibi Allah’tır, O’nun sıfatlarından biri “el-alîm-bilici” olup, aynı zamanda “el-hakîm-hikmet sahibi”dir. Bütün ilimler ise Allah’ın kâinata yaydığı ışık huzmeleridir; ister dinî, isterse dünyevî ilimler olsun. Bundan dolayı İslâmî ilimler arasında bir tenakuz olamayacağı gibi öbür ilimlerle İslâmî ilimler arasında da bir tenakuz söz konusu olamaz. Dinî ilimlerle müsbet ilimleri birleştiren bir çok âlimimiz vardır. Fahreddin Râzî, Akşemseddin, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi...

Demek ki ilimler birbirleriyle çatışma hâlinde olan bir disiplin olamazlar. İlimlerin konu, kaynak, yöntem ve zeminlerinin farklı olması onların birbirine zıt olduğu mânâsına gelmez. İmam Gazâlî biri dinî öbürü dünyevî ilim olan fıkıh ile mantığı birbirine yaklaştırmıştır. Hatta, “mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz” demiştir. Gazâlî, ilimlerin tasnifi ve aralarındaki irtibatı gösterici dil ve diyalektiği ile ilimlerin bütünlüğüne de misal olmuştur. Allah’ın hikmetinin her bir ilimde (ister dinî, ister lâdinî olsun) tecelli etmesini de göstermiştir.

İslâmî ilimler arasında zaman zaman görülen tartışmalar küllî anlayış sahipleri ve “disiplinler arası” çalışmayı bilenlerce aşılmıştır. Mesela, fıkıhçılar tasavvuftan uzak dururlar ancak bu karşı olduklarından değil, zâhir ilimleriyle ilgilendikleri ve hislerini saklamak zorunda oldukları içindir. Zâhir-bâtın uyumu esas alındığı anda mesele kalmaz. Kelâmcı, aklî delilleri kullanarak ve bilhassa dışa karşı cevaplar vererek İslâm akaidini savunurken, fıkıhçı muâmelâta ve ukûbâta taalluk eden işlerle ilgilenir. Mutasavvıf ise kalbî ilimlerle ve nefs tezkiyesi ile uğraşır. Tefsirci ve hadisçi ise iki ana kaynak üzerine (Kur’an ve sünnet) yoğunlaşır. Bütün ilimler aynı mecraya akar, aynı hakikati doğrular, farklı disiplinler olsa da. Yalnız şunu da ilave edelim ki, usûl olmadan sadece kaynaklara bakmakla hükme varmak mümkün değildir. Onun için İmam Şafiî, “fıkıh usulü bilmiyorsanız, avam hükmündesiniz” demiştir.

Herhangi bir ilim alanında ilerlemenin zamanla alan körlüğüne yol açtığı bilinmektedir. Mesela, hadis ilmini bilip onunla bağlantılı fıkhı bilmemek gibi. Bunun için temel İslâm bilimlerinin her alanındaki usûl hakkında malumat sahibi olmak gerek. Fıkıh usûlü, tefsir usûlü, hadis usûlünü bilmek gibi. Batı’dan gelen eğitim sisteminin branşlaşmayı teşvik etmesi de bu ayrışmaya hizmet etmiştir. Burada şu hatırlatmayı yapalım: BD-İBDA’nın işaretlediği ve yerine getirdiği “İslâm’a muhatap anlayış” vazifesi, aynı zamanda İslâmî ilimlerin bütünlüğü ve yeniden inşaı için gerekli olandır. Batı düşünce kalıplarıyla İslâm’ı inşa edeceğini zanneden hem de Müslümanlık iddiasındaki sayısız örnek, fikir mihrakına sahip olmamanın hazin sonucudur. 

“İlim” derken, “her şey ilimdir” diye putlaştırma yapmıyoruz. Zira ârif, âlimden daha üstündür. “Arife-irfan” kelimesi “aleme-ilim” kelimesinden ileridir. Sadece epistemolojik olarak değil, “arife” kelimesinin ontolojik ve metafizik yönü var. İlim kelimesinden türeyen malumat ile arife kelimesinden türeyen marifet farkı gibi. Biri kuru bilgi, öteki inanç hâline gelmiş fikirdir. İlim ile irfan (marifet) farkı gibi. Meseleyi Salih Mirzabeyoğlu’ndan özetleyelim:

“Her ilim bir marifet ve her marifet bir ilimdir... ‘İrfan-kültür’ ise, bilmeyi bilicilik hâlinde toplu ilim ve marifettir... Bu da onun, kuru bilgiden ayrı duygulaşmış düşünce vasfıdır; artık söz konusu olan zarf, kalıp ve kelimelerin bilinmesi değil, önüne çıkan aksiyon mevzuunda bu hissin tecelli edebilmesidir.” (İslama Muhatap Anlayış, İBDA Yayınları, 2015, s. 32)

Her şeyin akla ve mantığa uyması yeterli değildir. Kur’ân ve Sünnet’in ruhuna ve ölçülerine aykırılık teşkil etmemelidir. Her şeyi akıl ve mantık kalıplarıyla dondurup, akıl üstünü ve ötesini inkâr edemeyiz. Aklın üstünde aşk var, ruh ve iman var. İman, akla üstün... İslâm medeniyetinde aklı ve mantığı aşan şeyler vardır. Zaten bütün medeniyetler bir iman ve aşk hamlesidir.
“Akıl her şeydir!” diyenler ve aklî ilimlerden başka şeye inanmayanlar, hem ilmî gelişmeyi hem de kendi ruhlarını-kalblerini daraltanlardır. Zaten ilmî anlayış da böyle bir hükme varamaz. Batı’nın bir felsefî ekolü olan bilimcilik (bilime tapma anlayışı) ile ilmî çalışmayı birbirinden ayırmalıyız. İlim kutsal olamaz.

En yüce bilgi ise marifetullahtır. Marifetullah, Allah’ı tanıma ve bilmedir. Mutlak Fikir’e bağlı olmayan akıl ise topaldır. Zira sınırlı insan aklı sınırsız olanı kuşatamaz. İnsan, bir milyon yıl yaşasa bile yaşadığı zamana kusursuz hükmedemeyeceği gibi sonrasını da bilemez, yani mutlakı kuramaz.

Akıl tartacak, ölçecek illaki bir kategoriye sokacaktır. Ancak ne hayat, ne de ilahî olan böyle bir sınırlamaya gelmez. Gözümüzün önünde akan hayatı yakalayamıyoruz. Hayatın peşinden giderken aklın zaptediciliği ve kalıplaştırılmasına ihtiyacımız olsa da akla mutlak mânâda güvenemeyiz ve teslim olamayız. “Akıl hafakanları”nın en derinini yaşamış Necip Fazıl, vardığı noktayı şöyle şiir kalıbına dökmüş:

“Akıl, kırık kanadı hiçin;
Derdi gücü ‘nasıl’ ve ‘niçin’...
Bağlı, perçin üstüne perçin,
Benim gönlüm Allah diyene...”

Vahye dayanan bilgi, akla dayanan bilgiden üstündür. Kur’ân, vahy-i ilâhî, küllî akıldır. İnsan ise ilâhî aklın bir parçasıdır, cüz’î akıldır. “Bilgi mi, bilinç mi önce?” sualini de ekleyelim. Bilinç önce gelir. Bilincin emr âlemine bakan yönü var, ilim ise halk âlemindendir.

Akıl, standart bir değer taşımaz. Zira herkesin aklı başkadır ve akıl sayısında yol vardır. Akıl hataya düşme konusunda herhangi bir güvenceye de sahip değildir. Onun için aklı tek rehber alan felsefe devamlı birbirini tekzip ede ede gitmiş ve felsefe, birbirinin yanlışını çıkarma mektebi olmuştur. Çünkü standart bir akıl yok ve sabit bir değeri yok. Oscar Wilde’nin bir hikâyesinden (Gül ile Bülbül) mevzumuzu işaretleyelim: “Felsefe bilge olsa da aşk ondan daha bilgedir ve kudret güçlü olsa da aşk ondan daha güçlüdür.”

Akıl, latifleştikçe ve “selim akıl” oldukça makbul ve vazgeçilmez olur. Kalbteki basiret nuru olan, kendisiyle Allah’ın bilindiği akıl reddedilemez. Akıl, ihmal edilemez bir basamaktır. Zira, aklı olmayanın dini de olmaz. Bizim eleştirdiğimiz husus, aklın putlaştırılması ve akılüstü kaynakların inkâr edilmesidir.

Nazari bilgilerden başka akıl üstü ve aklı aşan bilgiler vardır. Aşağıdan yukarıya doğru sayarsak: Duyular, temyiz kuvveti, akıl, kalp, sezgi ve ilham. Kalp, tezkiye ile berrak olunca sezgiye açılır. Keşf ve ilhama açılır da diyebiliriz. Vahiy ile ilham arasında da kaynak açısından bir ilişki vardır. Ancak vahiy mutlaktır ve kesindir. İlhamda böyle bir kesinlik yoktur. Ancak akıl bu alanlara girip denetleyemez.
İlmin (bilgi) kapsamı açısından şunları da ilave edelim:

Birbirinin içinde üç daire düşünelim. Hepsini kapsayan en dıştaki daire tefekkür, onun içinde ilim, onun içinde de teknik var. Tefekkürün yol göstermesiyle ilim bulduklarını kalıplaştırır ve bu kalıpların maddeye uygulanması da teknik olur.

Bildiğimiz mânâda fıkıh ilmi değil, küllî anlamda fıkhın fehm-anlayış mânâsına geldiğini de hatırlatalım. İslâm itikadının tefekkürü icap etmesi açısından İmam-ı Âzam’ın önemli itikad eseri “Fıkh-ı Ekber” adını almış ve dinin esası ile ilgili olmuştur. Onun için akaid ilmine usûlu’d-din denmiştir. İslâm’a muhatap anlayış davası bunun için mühimdir. “Doğru Yol-Kurtuluş Yolu” anlayışı sistemli bir şekilde idrak edilmedikten sonra çağın kafa karıştıran fikirlerine ve sapkın cereyanlarına karşı durmak da mümkün olmaz.

Batı’nın yönetim düşüncesi kapitalizm ve liberalizmdir. “Bilimsel bilgi” denilen ve bizde de kullanılan yöntem, Batı’nın pozitivist bilgi üretim yöntemidir. Materyalist temeldeki bu yöntemde dinin ve dinî ilimlerin yeri yoktur. Ayrıca bu yöntem ilimlerde de parçalanmaya yol açar, zira bütüncül fikir kaybedilmiştir. “İlim evrenseldir” deniyor ancak Batı’da üretilen teoriler hep doğru kabul ediliyor ve Doğu’dan bir şey alınmıyor. Hatta Batı kendi Rönesans’ını Endülüs’ten ve Haçlı seferlerinde İslâm’dan aldıklarına borçlu iken inkârcı davranıyor. Avrupa merkezci anlayışları gereği Batı dışındaki hiç bir değeri evrensel kabul etmiyorlar. Asya ve Afrika’dakileri görmezden geliyorlar. Biz, Batı’nın “bilimsel” dediği ve aslında bir değer olarak dayattığına itiraz edip, “hikmet mü’minin yitiğidir” anlayışıyla kendi değerlerimiz içinde bilimsel bilgi üretmeliyiz. Bunun tarihte güzel örneklerini de vermişiz. 


Baran Dergisi 653. Sayı

18.07.2019