“Annus horribilis…”:”Dehşet yılı” demekmiş…

Fakat bunu;

2014’ün “dehşet yılı” olacağını, 7 Eylül 2012’de nasıl bilebilirsiniz;

Üstelik “kâhin” filân da değilseniz!..

Ahmet Altan’ın (7 Eylül 2012 tarihli) Taraf’taki yazısının başlığı bu. (Ki o zaman Taraf’tan ayrılmamıştı henüz…)

Söylediği şu:

“Bu ülke AKP yönetiminde ‘annus mirabilis’ler de –hârika yıllar- da yaşamıştı, şimdi dehşet yılına geldik.”

Diyordu…

( Kendisine bu iki kelimelik –dehşet yılı- mesajı atan; Yasemin Çongar… Çongar, herhangi biri değil; “Washington İmamı” olması muhtemel…)

O zamanlar biz bu “Taraf”ın operasyon gazetesi olduğunu anlatmaya çalışırken, istisnasız bütün “Müslüman Kardeşler”; ( “Allah razı olsun bu gazeteden” ) diyerek, bunlara “dua”, bize de “beddua” ediyordu; “küçük” bir savrulma, her şeyi tekrar “yerli yerine” oturttu…

Bu, “dehşet yılı”nı not etmemizin sebebi şu;

Bu ülkede “siyaset ve iktidar” kendi öz gücü ile şekillenen bir şey değil, Amerika ve Batı’nın “keyfine göre” şekillendirdiği bir “oyun…”

( Bugün, Taraf’ın operasyon gazetesi olduğunu, Taraf’ın eski genel yayın yönetmeni Oral Çalışlar söylüyor.)

İki yıllık bir “çalışmanın” ardından;

“Şimdi geldik ‘dehşet yılı’na…”

Şu âna kadar, “dehşet” asıl yüzünü göstermiş değil, “kıyamet” daha yeni başlıyor…

Daha üç dört ay öncesine kadar; “karşı karşıya” duranların bir ânda nasıl saf değiştirip “kol kola, omuz omuza” geldiği…

Daha üç dört ay öncesine kadar; “kol kola omuz omuza” olanların nasıl bir ânda “karşı karşıya” gelip, ölümüne mücadeleye geçtiği, herhalde, “demokrasinin erdemleri”(!) ile açıklanacak bir durum değil!..

-“Yok abi, biz meşe odunu sağlamlığında, aynı noktada duruyoruz!”

Diyebilecek köy kahyası kılıklı siyasetçi zihniyete söylenecek şey de şu;

“Senin sorunun da bu; odun bükülmezliğinde hep aynı noktada, hayat ve ‘zamandışı’ bir noktada ‘donup’ kalmışsın… Geçmiş olsun…”


NİHAÎ HESAPLAŞMAYA DOĞRU

Besbelli ki bu süreç “nihaî hesaplaşma”nın başlangıcı…

Bu hesaplaşmanın bir tarafı; Amerika-İsrail ve Batı’nın arkasında olduğu unsurlar, diğer tarafı da; az veya çok, iyi veya kötü, doğru veya yanlış; “Milli” olan, Milli kalmaya çalışan, Milli çizgiler taşıyan, Amerika ve İsrail’e “karşı durmaya” çalışanların tarafı…

Partiler, kurumlar, medya, iş adamları, aydınlar, bürokratlar ve “asker”…

Daha “dün” hangi “taraf”taydılar?..

Bugün hangi taraftalar?..

Bu “savrulmanın”;

Millî olanla Millî olmayan unsurları, dönülmez bir şekilde “ayrıştırması” kaçınılmazdı; öyle de oldu… Olmaya devam ediyor!..

( Şimdilik çatışmanın en şiddetli yaşandığı alan; yargı, emniyet ve medya olsa da, bu durum bir “devlet krizi” olarak görülse de, durum bu; yani ilerleyen süreçte; “beklenmedik mallar” da pazara gelecek…)

Düşünün ki, seksen yıllık “askerî vesayet” tasfiye edilirken –“niçin?”i ayrı mevzu- “oh ne güzel, demokratikleştik, artık darbe-marbe de olmaz!” diye düşünenler, bir anda;

En “sinsî darbe” ile yüz yüze geldiler: Malûm “ajan yapılanma” ile…

Dolayısıyla bu süreci; “Olağan siyasi krizlerden biri” olarak görmek çok büyük bir yanılgı olacaktır;

“Savrulma” derin, fakat “nihaî hesaplaşmanın” kökleri daha derin…

Şimdi “asıl tuhaflığa” bakalım;

7 Şubat, 17 Aralık ve 19 Ocak (MİT tırlarına saldırı) da, olanlar siyasî iktidar tarafından; “Bir darbe teşebbüsü” olarak görülmesine, “Türkiye’nin içerden ve dışardan hain bir saldırıya maruz kaldığı” bilinmesine, “Paralel bir örgüt, uluslararası güçlerin maşası bir yapılanma” olduğu bilinmesine rağmen bir şey yapılamıyor?..

Bütün saldırılar gayet “somut” ve açık saldırılar olmasına rağmen…

Kriptolu telefonlara varıncaya kadar “dinleyen”, kaset servis eden, devasa bir “telekulakla” binlerce, on binlerce kişiyi dinleyen, şantaj yapan, tehdit eden,  her gün “bildiri” yayınlayan, devletin kılcal damarlarına varıncaya kadar her yere sızmış; açık, net, belli bir “örgüt” ve bu örgütün siyasî iktidara karşı, devletin “Milli kurumlarına” karşı, doğrudan “dışardan talimatla”  yaptığı:

Saldırı…

Darbe…

Ve “operasyonlara” karşı hiçbir şey yapılamıyor?..

Tuhaf değil mi?..

( Bugüne kadar yapılan onca saldırıya, “hainliğe”, “alçaklığa”, casusluğa, ajanlığa, devletin sırlarını yabancı istihbarat örgütlerine satmaya varıncaya kadar, o kadar hadise karşısında, iki tane askeri “gözaltına” alıp salıvermenin dışında, hiçbir şey?...)

“Devletin” bunu yapacak bir “gücü” mü yok, yoksa zaten “işgal altında” olan bizzat “devletin” kendisi mi?..

( Malûm diğer “siyasî davalar”da, bırakın bu suçları işlemeyi, aklından geçirenlere bile neler yapıldığını herkes biliyor…)

Hülasâ:

Bütün saldırılar, “siyaset mühendisliği” girişimleri, tehditler, şantajlar “somut”, fakat bu suçu, suçları işleyenler, “soyut”, belirsiz, öyle mi?

Bütün bu saldırıları gerçekleştirenler;

“Ya biz hizmet hareketiyiz, zenci çocuklara şarkı türkü söyletmenin dışında n’apmışız, Peygamberimizi rüyamda gördüm twitleri ikiye katlayın dedi” diyerek milletle, toplumla, devletle, iktidarla alay etmeye devam edecekler öyle mi?..

Bütün bu “suçları” işleyen “paralel yapılanma”nın, bütün yaptıklarını aslında;

“Dürüstlüklerinden ve hukuk hassasiyetlerinden”(!) dolayı yaptıklarını mı düşünmemiz gerekiyor öyle mi?..

( Ahanda buradan söylüyorum; eğer bir süre daha bunlara bir şey yapılmazsa, ben de bunların;

“Hukuk ve adalet kaygısıyla” operasyon yaptıklarına…

MİT tırlarına yapılan operasyonun, yabancı filmlerin etkisinde kalmış birkaç kişinin “macera hevesi” ile açıklanabileceğine…

“Muhterem” F. Gülen’in gerçekten bir mübarek “hocaefendi” olduğuna…

Gazeteci ve Yazarlar Vakfı”nın, gerçekten, “gazeteci ve yazarlardan” oluştuğuna…

Stv’nin, Zaman’ın, “Todays”ın, Bank Asya’nın “tekke ve zaviyelerin” formatlanmış yeni versiyonu olduğuna…

“Yargı cuntası”nın adalet dağıtan mübareklerden oluştuğuna…

Emniyet İmamları”nın polislere namaz kıldırmakla görevli muhterem insanlar olduğuna “İNANMAYA” başlayacağım…)

Eğer, bir süre daha hiçbir şey yapılmadan; “işlevsel bir makine gibi” aynı şeyler tekrarlanıp durmaya devam edilirse; “Samanyolu ve Kemal Sunal filmleriyle” aptallaştırdıklarından emin oldukları kalabalıkları, bunlara kolayca inandırabileceklerini düşünmeleri normaldir ve bunu da önemli ölçüde yapıyorlar ve “başarılı” da oluyorlar zaten…

(Allah Resulü’nü malûm “olimpiyatlarda” dolaştırmak, kamyonet kasasında gezdirmek, Peygambere “twitleri ikiye katlamayı” tavsiye ettirmek, şeytanın bile aklına gelmeyen şeytanlıklardan olmasına rağmen, en ufak bir tepki almıyor, malûm… “Müslümanları” bu alçaklıklara “ikna” eden bir “yapılanma”, “hukuk ve adalete”(!) çok daha kolay “ikna” eder…)

Netice olarak bütün bunlara rağmen, bu “yasadışı örgüte” dokunulamıyorsa, ilk patlayan kasetlerden birinde, “the cemaat”in söylediği; (“senaryoyu biz yazacağız”) yazdığı senaryoyu “seyretmeye” devam edeceğiz demektir!..

Cemaatin yazdığı “senaryo”nun sonunu merak etmeye gerek var mı? Bu “senaryo”nun sonunda, Türkiye’nin; Irak’a, Afganistan’a, Suriye’ye dönüştürülmesi var!...


“YARGININ UTANÇ VERİCİ KARARLARI”…

Bu kirli ve karanlık süreçte…

Kara propagandanın sert rüzgarlarında toza dumana boğulan “gerçekler” içinde, gürültüye getirilmemesi gereken en önemli gerçeklerden biri, bizzât Başbakan tarafından söylenmiş olan;

“Tasarlanmış mahkemelerde, ayarlanmış hakim ve savcılarla ‘vicdanı’ ile değil de ‘abilerin talimâtları’ ile verilmiş kararlar”ın ne olacağı?..

Bütün bu “çatışma sürecinde” ortaya saçılan gerçeklerden, bizim için en önemlilerinden bir tanesi olan bu gerçektir…

“Yargının utanç verici bu kararları” n’olacak?..

Hukuk ve adalet yine mi “gürültüye kurban edilecek?..”

Evet, Türkiye şartları açısından çok “imkânsız ve lüks” gibi görünen bir şeyden söz ettiğimizin farkındayız.

Ama, başka türlü de “İstiklâl savaşı” vermek, böyle bir savaştan söz etmek inandırıcı olmayacaktır!

Tamam, dün “Ergenekon”u sahiplenenler bugün “Cemaatin” yanında saf tuttu, “koç”lar, koyunlar, kuzular için “adaletin” bir önemi yok diyelim, sizin için de:

“ADALET, OLMASA DA OLUR” bir şey mi?...

Nihai hesaplaşmanın son safhasının yaşandığı bu zamanda;

İsteseniz de istemeseniz de bu “ajan yapılanma” ile savaşmak zorundasınız!...

Savaşmayacaksanız, hiç boşuna milleti de bizi de uğraştırmayın;

Gidin Silivri’ye kuzu kuzu yatın!..

Nasıl ki bugün Genelkurmay Başkanı “terör örgütü kurmadığını” –hâlâ- ispatlamaya çalışıyor, sizler de “siyasî parti” çatısı altında “terör örgütü kurmak suretiyle iktidara gelmek suçunu”(!) işlemediğinizi, “yargı imamları”na anlatırsınız artık! ( Zaten “mağdura yatmaktan” başka, bir siyasi tavır ve dil geliştiremeyen zaaf ve zihniyet de bu duruma pek uygun düşer…)

Aslında anlatmak istediğimiz şu; suç ortada, suçlular malûm, ama “yargılayacak irade” seçim telaşında?..

Tapelerde saklanan gerçek ses ne diyordu;

“Yüzde 65’le de gelseler farketmez, götürecekler…”

Buna rağmen:

Hukuka ve adalete değil de “sandığa” sarılmak?.. Sonuç verir mi göreceğiz!..

( Bu arada Kurtuluş savaşı, “Milli” unsurlarla verilebilecek bir savaştır, oy pusulaları ile değil!)

“Kontrollü gerginlik stratejisi” dedikleri, bir oyun tarzında, kedinin fareyle oynadığı gibi, bu ülke ile oynayanlara verilecek karşılık daha tutarlı ve kararlı olmalıydı en azından… “Dehşet yılını” planlayanlara!...

F Tipi Cezaevi/ Bolu


Baran Dergisi 373. Sayı