*Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit iki hafta önce mühim açıklamalarda bulundu. Her yıl 1 milyon dosyanın Yargıtay’a geldiğini söyleyen Cirit “Her üç kişiden birisi davalı yahut davacı; adaletin sağlıklı işlemesi zor” dedi…
Birçok hususta olduğu üzere bazen önümüze aldığımız meseleyi sadece Türkçeye tercüme etmek bile o hususların gerçek yüzünü bizlere gösteriverir. Yargıtay Başkanının söylediklerini dilimize tercüme edersek işin vahim tarafı kendiliğinden ortaya çıkıyor: “Adalet sistemimiz hastalıklı”.
*Güncel rakamlara göre Türkiye umûmisindeki cezaevlerinin kapasitesi 157 bin 63. Mahpus sayısı ise 164 bin 461… Yani, hâlihazırda bile 7 bin 398 kişi fazlası var. Can Dündar ile Erdem Gül’ü bu rakamlara katarsak, bir de geçen haftaların üçüncü sayfa haberlerinin yıldızı “asit atan enişte”yle beraber oldu sana 7 bin 401… 2010’da 120 bin 814 olan mahpus sayısına yaklaşık olarak söylersek 43 bin kişinin üzerinde bir rakam daha eklenmiş. Bunlar sadece “rakam” değil, her biri birer insan. Her ne kadar bazılarının “ne kadar insan ve insanî” olduğu gerçekten tartışılabilir seviyede olsa bile, neticede, içinde bulunduğumuz sistemin de bu “suç”larda payı büyük. Marifet “suçlu”yu yakalamakta değil, suç üreten her türlü yolu kapamakta…
*Adalet ve hukuk ekseninde mevcut resme baktığımızda, Yargıtay Başkanının samimi ikrarları ve mahpus sayısındaki artış hızını da göz önünde bulundurursak, önümüzdeki on yıllarda hapishanedekilerin “dışarıdakiler”den çoğunluk olma ihtimali az değil. Bu hesaba tımarhanedekiler, hâlihazırda teşhis koyulanlar ve toplumumuzun çivisinin çıktığını gösteren birçok hâdiseye nazaran henüz hastalığı resmîleşmemiş olanları da eklersek bahis mevzuu rakamlar katlanacak. Bu hesaba göre, adalet sisteminin zamanla değişerek mahpus olması gerekenlerin hapishaneler dışına çıkarılması, mevcut yönetimin (São Paulo)daki Carandiru Cezaevi’ne benzer bir işleyişi kabul etmesi, zamanla metropolleşen cezaevlerinin dışarıdakilerin içeriye sızma ihtimaline karşı mühim tedbirlere başvurması işten bile değildir.
Tüm bu değişimlerden sonra, mevcut cezaevi komisyonlarının “The Others-Diğerleri” diye isimlendirmesi muhtemel “dışarıdakiler” için rehabilitasyon çalışmalarına başlamasını, adaletin tesisi için çalışan birçok platformun dışarıda kalanlar için adalet arayışına girmelerini bekleyebiliriz. “Cezaevi İsyanları”nın “dışarıdakilerin isyanları”na dönüştüğünü, “içeriden çıkmak”  tabirinin ise zamanla “dışarıdan gelmek”le yer değiştirdiğini önümüzdeki on yıllar içinde görebiliriz.
Cezaevlerindeki çini, resim ve halı kurslarından maada bu sanatlarda ilerlemeler yaşanacağını, buna mukâbil günümüz teknolojik aletlerinin kullanımının düşüşe geçeceğini; mimarî estetikten uzak bir anlayışla yapılmalarından ötürü metropolleşen cezaevlerinin mimarlık fakültelerinin kapatılmasına yol açacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bunun yanında, bugün “al, ver, gel, git” kıvamına inmiş ve “düşünme biçimi”nden çok alış-veriş malzemesine inmiş dilimizin kısa bir sürede argonun en latif nitelemeleriyle bezeneceğinden ötürü hiç umulmadık bir biçimde tersinden de olsa bu şekilde bir letafet kazanacağını, bu durumun filoloji enstitülerinin çoğalmasına yol açması ihtimâlini dayatacağını da hayâl edebiliriz. Ve yine buna bağlı olarak da milletimizce kullanılan işaret dillerinin, anlaşma şekillerinin zamanla değişmesi de muhtemeldir...
Araba, vapur, tren ve metrobüsler eski cazibelerini yitirecek, otomotiv ve diğer sanayilerdeki düşüş yerini tütün ve çay yetiştiren illerimizdeki cezaevlerinin yükselen değer olmalarıyla kapatılmaya çalışılacaktır. Otomotiv sektörünün (ring) araçları üretimine inen seviyesiyle memleketimizdeki yabancı otomobil bağımlılığı azalacak, bunun yanında inşaat sektörü cezaevleri inşasıyla ayakta kalmaya ve ivme kazanmaya çalışırken (illegal) tarafıyla The Others-Diğerleri’nin içeriye firar girişimleri bu sektörde tünel kazma işini tetikleyecektir... Tesbih üretimindeki artış Eskişehir ve Erzurum illerimizi şahlandıracak, Lüle taşı ve Oltu taşı altın seviyesinde kıymete binecektir. Pek tabii milletimizce estetik açıdan bu mevzuda umûmî bir zevk hâsıl olması da ihtimâl dâhilindedir.
2000’li yıllara göre azalan cezâevi isyanları zamanla artacak ve bununla beraber bazı cezâevleri (iller) Federatif yönetimleri benimseyeceklerdir. Kuşkusuz bu durum herkes için bir misâl teşkil edecektir ve günümüz insanının sebebini bilmemesine rağmen özgürlükle kafayı bozmasından ötürü değişik birçok yönetim biçimiyle karşı karşıya kalmamız mukadder olacaktır.
İslâmî nüfusun ağırlıklı olduğu bölgelerde günümüz kafalarındaki tek hayâl olan Başkanlık Sistemi’ne geçilecek fakat on beş güne kalmadan “şeriat” ilan edilecek. Ama ardından “İslâmî camia” en iyi bildiği şeyi yaparak önce birbirlerini suçlayacaklar ve sonra da eskiden beridir sürdürülen bir gelenek olarak tekrar parçalanma safhasına geçeceklerdir. Tabii ellerindeki cezâevi yönetimleriyle birlikte…
Sol tandanslı bütün hareketler memleketimizdeki bu ani değişimi kendilerine bir fırsat bilerek Kürt Hareketi’nin ardında durmadan kan kaybetmekten vazgeçip Komün Cezaevi Yönetimi’ne geçeceklerdir. İlk başlarda hareketlerine taze kan katan bu değişim bir süre sonra içlerindeki bölüne bölüne çoğalma hırsına mağlub olacaktır. S.S.C.B’nin, 20’li yıllarda gayr-ı resmî ve 90’lı yıllarda resmî olarak niçin çöktüğünü anlayan Komün Cezaevi Yönetimi, Tarihî Materyalizmin tarihî bir hata olduğuna kanaat getirerek şaşaalı bir deklarasyon ile kendini feshetme yoluna gidecektir...
Yeni hayat şartlarına şaşırtıcı bir biçimde uyum sağlayan her kesimin liberalleri her yönetim biçiminin mühim noktalarında yer tutmayı başaracak ve her yeni yönetimin vazgeçilmez kişileri olacaktır; bunlar kendi aralarından iki hareket çıkaracak, birisi Ceng Çandarizm diğeri ise Cem Çiçekizm olarak dernekleşeceklerdir.
Matbuatın tüm çehresi değişecek “hür basın” yollu zırvalar sona erecek, iç içe hayatlardan dolayı birisini en ucuz yoldan itham etme devri kapanacak, yazı yazmanın sanat hâline gelmesinden ötürü bu meyanda bir akademi kurulacaktır; Ahmet Hakan ve Ahmet Hakan’ı kaale alan herkes ders kitaplarına girerek ibretlik bir vesika diye gösterilecek... Basının yeni çehresinin kültür emperyalizmine sekte vurmasından ötürü yeni nesil maddî açıdan zor şartlar altında olsa da basının zehirli tesirlerinden azade bir şekilde yetişecek, bir insanın bir şeyi duymasıyla, bir şeyin varlığından haberdar olmasıyla onun dünyasının nasıl değiştiği daha iyi kavranacaktır... Böylelikle birçok yönetimin “hür” olmasından ziyade matbuatın “doğru” olmasına ehemmiyet vermesi de -bütün saydıklarımıza nazaran- sıradan bir iş olacaktır...
Fetullah Gülen Amerika’dan gelerek İzmir Ödemiş Cezaevi’ni ele geçirecek ve geometrik bir başka yapılanma içine girecektir; taraftarlarının mizaçları cezaevi şartlarını kaldıramayacak, “kaynak”larına el konulmasıyla beraber diğer cezaevi yönetimlerinin istila hedefi olacaklardır. İzmir’de başlayan bu ılıman hareket yine bu şehirde bitecek ve şanslı olanlar deniz yoluyla Yunanistan üzerinden güneydeki sevdikleri ülkeye iltica edeceklerdir...
Beş vakit namaz kılar gibi Ak Parti’ye muhalefet eden “İslamcılar”la Diyalektiğin Yasalarını sayar gibi Ak Parti’ye muhalefet edenler; Altı Ok yapıp Cumhurbaşkanına atmayı planlayanlarla Tokuz Işık’la “Saray”ı yıkmaya çalışanlar çoktan kendini feshetmiş Ak Parti’ye olan muhalefetlerini sürdürecekler ve Müzmin Muhalefet Kulübü ismiyle dernekleşeceklerdir. Muhalefetlerini Bilal Erdoğan’ın torunları üzerinden yürüten bu dernek mensupları Cezaevleri Komisyonları tarafından The Others-Diğerleri’nin en tehlikelileri ilan edilecek, görüldükleri yerde paniğe kapılmadan yetkililere haber verilmeleri kahramanlıkla eş değer tutulacaktır...
 Bir anda değişen yeni cezaevleri yönetimiyle birlikte uğradığımız kültür emperyalizminin önü kesilecek, AVM’lerde gayesizce koşuşturduğumuz günler yeni nesil tarafından ibretlik bir hâdise olarak cezaevleri komisyonu ders kitaplarında okunacaktır. Azla yetinmenin, hasret çekmenin; şu yahut bu şekilde bedel ödemenin ne olduğunu anlayan nesillerle birlikte dışarıda kurtulmayı bekleyen insanlar da umutsuzluğa kapılmayacaklar, ayrıca, yeni şartların getireceği birlik ve beraberlik havası, içimizdeki ve dışımızdaki düşmanları daha net tanımamıza vesile olacaktır...
 Suçu üreten hiçbir kuruma dokunmayan ama suçluyu yakalamada FBI’dan daha mâhir bugünkü yönetimin gizli gündemi bunlar mı acaba?
 Espritüel ve hayâli tarafları bir yana, her ne olursa olsun görünen o ki, hak ve adalet arayışı kıyamet kopmadığı müddetçe hiçbir zaman bitmeyecek!
*9. Gıda Mühendisliği Kongresi’nin netice bildirgesine göre dünyada 1 milyar insan açlık sınırının altında yaşarken, yani aç iken, 1.3 milyar insan da obeziteye bağlı sağlık problemleri çekiyor. İnsanın şöyle diyesi geliyor: “Bu kadar ilerlemeyeydik iyiydi...”
*Üç hafta önce Marmara Bölgesi özellikle İstanbul ve Bursa lodosa karşı teslim vaziyeti almıştı. Hızı saatte 70 kilometreye kadar çıkan lodos hava ve deniz seferlerini iptal ettirdi, birçok ev ve benzeri yerlerin çatısını söktü attı… Bu durum klasik “havadis” diyebileceğimiz bir hüviyetteyken lodosun insan psikolojisi ve fizyolojisini etkileyen taraflarını da öğrenmemle beraber alaka çekici bir hâle bürünüverdi. Lodos uykusuzluktan çok uyumaya, uyuşukluktan baş ağrısına kadar uzanan etkilerinin yanı sıra gözlerin kanlanmasına da yol açıyor.  “Metereosensible” denilen hava hâdiselerine duyarlı olan insanların daima sistemlerini etkileyen lodos damar gerginliğini arttırıp azaltabiliyor. Bazı kişilerdeki depresif ruh hallerini tetikleyerek daha depresif, huysuz, sinirli yapabiliyor.
Nitekim meteoroloji ve afet yönetimi profesörü Mikdat Kadıoğlu birçok memlekette sıcak fön rüzgârlarının estiği dönemlerde işlenen suçlara indirim yapan mahkeme kararlarının bulunduğunu söylüyor. Bizanslılar lodos estiği zamanlar mahkeme görmez, Osmanlı kadıları ise lodos zamanlarında karar almazlarmış.
İleri medeniyetler ve gerçekten umuma faydalı olmak isteyen her devlet, birçok faaliyet alanı bir tarafta hukukta böylesine incelmeli ki adalet terazisinin kefesi şaşmasın; bize gelince, şimdilik en çok uçak ve deniz otobüsü seferlerini iptal edecek kabalığın dayanılmaz rehavetiyle karşılıyoruz lodosu…
*Geçtiğimiz haftaların en mühim spor hâdisesi (bana kalırsa) tartışmasız Vladimir Kilicschko ile Tyson Fury’nin yaptığı ünvan maçıydı. 2004’ten beridir hiçbir maçta yenilmeyen ve IBO-IBF-WBO-WBA Ağır Sıklet Dünya Şampiyonluğu kemerlerini elinde bulunduran (Kiliçko), rakibi İrlanda asıllı İngiliz Avrupa Şampiyonu (Furi)ye mağlup olarak dört kemerini de, “dünya şampiyonu” ünvanını da kaybetti.
On iki raund süren boks maçı kapışmanın ağırlığına yakışır bir güzellikte geçti ve neticesinde (nakavt) olmasa da masa hakemlerinin 115-112 / 115-112 / 116-111’lik kararlarıyla (Furi)nin galibiyetiyle neticelendi.
Dünyadaki beş büyük boks federasyonunun 4’nün şampiyonu olan (Kiliçko)nun tabiri caizse damperli kamyon gibi 2004’ten beridir önüne geleni ezip geçmesi de bu maç ile beraber tarihe karıştı; kariyerinde neredeyse hiçbir maçını üçüncü raunt sonrasına bırakmayan (Kiliçko) on iki rauntluk bir maçla karşılaşınca rakibini deviremedi. Dördüncü rauntla beraber M. Ali’de görmeye alışık olduğumuz tarzda dans etmeye ve aynen onun gibi ellerini beline bağlayarak rakibini küçümsemeye başladı. Tıpkı Ali gibi zaman zaman rakibine laf atmaktan geri durmayan Furi, 12 raunt boyunca sol direklerle (Kiliçko)nun disiplinini bozdu ve nihayetinde nakavt etmeyi çok istemiş olmasına rağmen hakem kararı/sayı galibiyetiyle yetinmek zorunda kaldı.
(Furi)nin bu galibiyeti bir bakıma Sovyet Ekolü’ne karşı İngiliz Ekolü’nün de bir galibiyetidir. Bunun yanında, bana göre sadece Allah Resulü’nün doğumuna sevindi diye o günlerde azabı hafifletilen müşrik gibi, geçtiğimiz Kadir Gecesi’nde Müslüman arkadaşlarına (jest) olsun diye Twitter’den “Elhamdülillah” diyerek paylaşım yapan (Furi)ye Allah’ın bir hediyesidir bu galibiyet; dünya şampiyonunu dize getiren (Furi), nefsini de dize getirip hakikati-İslâm’ı kabul edecek mi zamanla göreceğiz…
Her yönüyle uzun süre konuşulacak bu maçın şimdiden klasikler arasına girdiğini söyleyebiliriz.
*Kültür mevzuunda git gide bir yanlış anlaşılmaya ve “kültürlü olacağız” diyerekten kültürsüzlüğün yer ettiği bir manzaraya doğru hızla ilerlemekteyiz. “İrfan-kültür” denilince sinemaya giden yahut seyreden, tiyatroya giden, konserleri takip etmeyi “kültürlü olmakla” eş değer sayan bir anlayış zemini pıtırak otları gibi toplumumuzu sarıyor. Çok kitap okumanın kültürle bir alakası vardır ama çok kitap okumakla kültürlü de olunmaz hesabı, tiyatro seyretmekle değil, onun kültür vasatına ermekle tiyatro seyredilir. Bu durum iktisadî kuvvetsizliğimizin yani memleketimizin sanayi bakımından çok geri olmasıyla herkesin sinema-tiyatro seyretmeye meyilli bir imaj hâlinde olmasının bir sağlamasıdır esasında; irfanı, “mücerret ve müstakil bir idrak zemini” olarak değil de, bu türlü içselleştirmeye çalışmamız en çok Batı Kültürü’nün asimilasyonunu devam ettirici bir duruma sürükler toplumumuzu. Bizim estetik ve sanat anlayışımızın başında “doğrunun olmadığı yerde güzel yoktur” bulunması gerekirken, “doğru”larının hiçbir elemeye tâbi tutulmadığı bütün “güzel”liklerin bahis mevzu sanat vasıtalarıyla insanlara ulaşmasından irfan-kültür değil, beş yaşındaki çocuğa asit atan enişte, faiz oranlarında kâr payı peşinde koşan “Müslüman”, göreve geldi diye göbek atan politikacı, casus olup-olmadığından habersiz gazeteci, “AB gümrük kapısı açılsın da ithalat yapayım!” diyen sanayici, tezi intihal profesör, metrobüste birbirini iten vatandaş ve on yaşındaki kız çocuğunun eline telefon vermeyi marifet sayan anne, Ashab-ı Kiram’ın büyüklerinden üçünün ismini saymaktan aciz ama Belçika amatör ligi takımlarının stoperini bilen talebe doğar!
Çok sinema, tiyatro seyretmekle, çok kitap okumakla son zamanlarda kendinde olmaması gereken bir sahte özgüvenle pıtırak otu gibi çoğalan yeni kültürlüler, korkarım “kültür mantarları adına!” diye bir nida kopararak irfanı boğma vaziyeti alacaklar ve “Ulu Manitu adına” kendilerinden olmayan her cahili(!) küçümseyeceklerdir.
*“İrfan” denilince hatırıma geldi, sorayım. Bir hafta önce TV’de Hürriyet’in düzenlediği ödül törenine tesadüf ettim; “fikri idam edeceğim” geleneğinden gelen ve bunu milim şaşmadan yerine getiren Hürriyet!..
Tesadüf bu ya, Gülben Ergen’in “Can Dündar, özgürlük” filan diye bir şeyler gevelemesini görünce, sanatı şarkıcı bacağına güdümlü füze gibi kilitlemiş bu güruhun, ağızları kulaklarına varan sırıtışları içerisindeki “kültür zenginliği”ne on dakikadan fazla tahammül edebilen bir toplum hâline ne vakit dönüştük acaba?
Not olması bâbından ekleyelim; Cumhurbaşkanının köşke çağırdığı ve ilk koşanlar arasında olan Gülben Ergen değil miydi yahu? Kendine şarkıcıdan yandaş yaparsan sadakati Hürriyet Ödül Töreni’ne kadar olurmuş meğer...
*Yaklaşık iki sene evvel şu anki memleket yöneticilerinden ortak bir fikir hâlinde şöyle bir temenni ve vaat duymuştuk: “Büyük Doğu’yu 76 milyon hep beraber inşâ edeceğiz!”
Elbette Büyük Doğu-İBDA fikir bağlıları ve bugün bu mevzuun temsilcisi olan Salih Mirzabeyoğlu’nun –yani yaşayan Büyük Doğu-İBDA- sevenleri olarak, memleket yöneticilerinin böyle bir vaat ve teşebbüse davranmaları hepimizi memnun etmişti.
Aradan geçen iki yılda bütün gündem ister-istemez FETÖ ve seçimler olunca o gün söylenen sözlerin bugün biraz geriye atıldığını görüyoruz; Cumhurbaşkanı ve Başbakanın samimiyetlerinden şahsen şüphe etmemekle birlikte, bürokratik yılgınlığın ideal meselelerin önüne geçtiğini ve bu meselenin ister-istemez ötelendiğini de söylemek isterim. Bu bakımdan, tam da “Yeni Türkiye”nin şahsiyetli işler yapma çabasına girdiği bir dönemde bu mevzuun –ki daha inşa etme fikri serdedilmiş sadece- ötelenmesi görmezden gelinemeyecek bir hatadır. Mevzuyu projelendirmek ve belirli ihtisas sahaları teşekkül edilmesi bir yana gündelik siyasetin hayhuyu arasında bunu unutmak hem vebal ve hem de büyük bir idarî hatadır. Büyük Doğu-İBDA meselesi, gündelik siyasetin yoğunluğu içerisinde unutulacak değil “güneşin doğuşu ile batışı arasında” hatırdan çıkarılmaması gereken, bu memleketin kalbine kan pompalayan son hayatî damardır.
Bütün iyi niyetimle, olağanüstü sebebler açısından unutulduğunu, doğrusu bu yönde hamle yapılmasına fırsat bulunamadığını, bu meselenin, yani gerçek gündemimizin çarçabuk gündemleşeceğini umuyorum. Memleketimizin akıbeti hakkındaki her hususun gündemleşmesi elzemdir; aksi hâl, bütün yaralı düşmanların intikam planlarını devreye sokabilmelerine bilerek-bilmeyerek kapı aralamaya benzer. Felaket geldiğinde kimden ötürü olduğuyla değil zararlarını telafi etmekle uğraşacağız...
Bir de, -üzerimize yük olduğundan ya da şikâyet ettiğimizden değil ama- işler kızışıp meydan sertleşince geriye hep biz kalıyoruz ya, o bakımdan...

Baran Dergisi 465. Sayı