31 Temmuz 1951 tarihinde yürürlüğe giren 5816 sayılı “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” sebebiyle bugüne kadar pek çok insan yargılandı ve cezalandırıldı. Bu kanunun, en azından Atatürk ve devrindeki işler hakkında yazılan makaleler veya söylenen sözlere dair kullanılması hususunda, “ifade hürriyetini engellediği” şeklinde eleştiriler olsa da kanun yapıcı denilenler tarafından pek kaale alınmadığı da bellidir. 

Ankara’da ikâmet etmekte olan 1975 doğumlu (olay esnasında 20 yaşında) Murat Vural’ın 9540/07 başvuru numarası ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) yaptığı başvurunun kararı, 5816 sayılı kanunun “demokratik hukuk devleti” ölçüleri içinde durumunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. AİHM, TC Devleti tarafından “kanunlar üstü” kabul edildiğinden, verilen “ihlâl kararının” mağdur yönünden tatbiki gerektiği gibi, mağduriyete yol açan kanun maddelerinin de ortadan kaldırılması veya revize edilmesi TC Devleti hükümetine düşen bir görevdir. Karar, 21 Ekim 2014 yılında verilmiş olmasına rağmen hâlâ 5816 sayılı kanun kabul edildiği günkü gibi ortada duruyorsa, hükümet üzerine düşen görevi yapmamış demektir. Bu da birçok mağdur ve tazminat cezası anlamına gelmektedir.
***
Murat Vural isimli vatandaş, “28 Nisan 2005 gününün erken saatlerinde Sincan ilçesinde bir ilkokula gitmiş ve okul bahçesinde bulunan bir Atatürk büstü üzerine boya dökmüştür. Aynı günün akşamında, bir başka ilkokulun bahçesindeki Atatürk büstüne boya dökmüştür. Başvuran (MV), 6 Mayıs 2005 tarihinde aynı iki ilkokulda aynı şeyi yapmıştır. Başvuran, 8 Temmuz 2005 tarihinde Sincan ilçe merkezinde bir Atatürk büstü üzerine boya dökmüştür. 12 Eylül 2005 tarihinde, bir kutu boya, boya inceltici ve merdiven ile birlikte Sincan ilçe merkezinde aynı büste gitmiştir. Boya kutusunu açmak üzereyken, polis memurları tarafından yakalanmış, polis karakoluna götürülerek burada ifadesi alınmıştır. Aynı gün kendisinden alınan bir ifadede, başvuranın, polis memurlarına yukarıda bahsi geçen eylemleri Atatürk’e kızgın olduğu için gerçekleştirdiğini ve kızgınlığını büstlere boya dökmek suretiyle ifade ettiğini söylediği tutanağa geçmiştir.” (AİHM kararı, s. 4)

Görüldüğü üzere M. Vural, Sincan’daki iki okuldaki büstlerine beş defa boya dökmüş, sonuncusunda suç üstü yapılarak yakalanmış ve “Atatürk’e kızgın olduğu için” bu eylemleri gerçekleştirdiğini beyan etmiş ve bu “kızgınlık sebebini” -kararda- şöyle açıklamıştır:

“-Başvuran, duruşma sırasında büstlere boya döktüğünü kabul etmiştir. Davanın görüldüğü mahkemeye, üniversite öğrenimini tamamladığını ve öğretmen olmaya hak kazandığını söylemiştir. Bununla birlikte, öğretmenlik başvurusunun Millî Eğitim Bakanlığı tarafından kabul edilmemesi nedeniyle, uzun bir süre işsiz kalmıştır. Suçlarını, Bakanlığın kararını protesto etmek amacıyla işlemiştir.” (s. 5)
“-Davanın görüldüğü (Ankara Sincan Asliye Ceza) mahkeme, 10 Ekim 2005 tarihinde başvuranı kendisine isnat edilen suçlardan suçlu bulmuştur. İlgili suçun kamuya açık bir yerde ve pek çok kez işlenmiş olduğunu göz önünde bulunduran mahkeme, başvurana 5816 sayılı Kanun uyarınca geçerli asgari hapis cezası olan bir yıl yerine üç yıl hapis cezası vermiştir. Söz konusu suçun kamuya açık bir yerde işlenmiş olması da davanın görüldüğü mahkemeyi, 5816 sayılı Kanun’un 2. Maddesi uyarınca cezayı yarı misli artırmaya sevk etmiştir. Davanın görüldüğü mahkeme ayrıca, başvuranın bu suçu beş farklı zamanda işlemiş olduğunu göz önünde bulundurarak, cezanın beş katına çıkarılmasına karar vermiştir. Dolayısıyla başvurana, yukarıda bahsi geçen eylemleri nedeniyle toplamda yirmi iki yıl altı ay hapis cezası verilmiştir.”

Mahkemenin kararını temyize götüren M. Vural, büst olması sebebiyle kamu malına zarar suçundan ceza verilmesinin mümkün; ama “Atatürk’e olan sevgisizliği” sebebiyle bu eylemleri yaptığından, bunun ifade hürriyeti içerisinde ele alınması ve dolayısıyla 5816’dan ceza verilmemesi gerektiğini ifade etmişse de Yargıtay 6 Nisan 2006 tarihinde “çoklu değil tekli suç” üzerinden hüküm kurulmadığından bozarak mahkemeye iade etmiştir.

“- Davanın görüldüğü mahkeme, 5 Temmuz 2006 tarihli kararında Yargıtay’ın kararını kabul ederek, başvuranın eylemlerinin beş değil tek bir suça karşılık geldiğine hükmetmiştir. Bununla birlikte, diğerleri arasında, başvuranın eylemlerine gerekçe olarak ileri sürdüğü ‘çelişkili nedenleri’ ve yanı sıra ‘eylemlerinin kamuoyu üzerindeki etkilerini’ göz önünde bulundurarak, başvuranın eylemlerinin ‘hakaret’ teşkil ettiğine hükmetmiş; kendisine, 5816 sayılı Kanun uyarınca müsaade edilen azami hapis cezası olan beş yıl hapis cezası verilmesinin yerinde olduğunu değerlendirmiştir. Verilen ceza daha sonra, eylemlerin kamuya açık bir yerde gerçekleştirilmiş olması nedeniyle, yarısı nispetinde artırılmıştır. Ayrıca, Ceza Kanunu’nun 43. maddesi gereğince, söz konusu ceza dörtte üç oranında tekrar artırılmıştır. Dolayısıyla başvurana toplamda on üç yıl bir ay on beş gün hapis cezası verilmiştir.” (s. 6-7)

Cezaevine konulan M. Vural’ın infaz usûlü de oldukça ilginçtir. Beş eylemin üçü (yeni TCK’nın kabulünden) 1 Haziran 2005 tarihinden öncedir; biri sonrasında gerçekleşmiş ve diğerinde de boya işlemini gerçekleştiremeden yakalanmıştır. Cezaevi savcısı bu hususta mahkemeye başvurarak infaz hesaplamasının nasıl yapılacağını sormuş, mahkeme de “kritik tarih son eylemin olduğu 12 Eylül 2005’dir” (yakalandığı eylem) diyerek infazın daha ağır olduğu yeni infaz sistemine göre ceza süresinin hesaplanacağını belirtmiştir. Buna göre, 2005 yılında “Atatürk büstüne boya atmak” suçundan içeri giren M. Vural’ın, 7 Haziran 2014 tarihinde şartlı tahliye edilmesi karara bağlanmıştır. M. Vural, 11 Haziran 2013 tarihinde, 5 Nisan 2013 tarihinde ilk kez çıkarılan 105/A maddesi kapsamında (“şartlı tahliyesine 12 ay ve altı kalan mahkûmların cezalarının geri kalanını denetimli serbestlik tedbiri ile cezaevi dışında tamamlaması…”) tahliye edilmiştir.
***
Tek suça mı bağlanmalıydı, yoksa beş ayrı eylem olarak verilen ceza doğru bir karar mıydı, infazının hesaplanması eski infaz kanuna göre mi yapılmalıydı, mahkemenin verdiği “son eylem/süreklilik” detayı ile verdiği yeni infaza tabidir hükmü doğru muydu? Bunlar mevzuatın, devamlı olarak “kelime veya cümle çıkararak-ilave ederek” düzenlenmesi sebebiyle, bir öyle bir böyle verilmiş kararlar labirentinde boğulmaya mahkûm veya “En iyi ezbere mevzuat bende!” kibrine düşen “mevzautçıların” (Hukukçu deniliyor bazen bunlara!) işi olsun.

5816 gibi bir kanun “ifade hürriyetine” engel midir, “demokratik hukuk devleti” içinde böyle bir kanunun yeri var mıdır? İşte asıl konuşulması gereken, budur! Dayısının “izniyle” basamakları bir bir çıkan “şen şakrak mevzuatçılara” sorarsanız, 5816 “uygun”dur! Bunu söyleyenler, mesela, “KPSS soru hırsızlığı davası kadüktür; soru çalma o tarihte suç değildir çünkü!” diyebilen cins içindedirler! Aynı şekilde “Şike suç değildi o tarihte!” diyerek de meşhur davanın “beraatine” yol almışlardı, hatırlanacağı gibi! Bu tip “mevzuat ezbercileri” için hadiseden çok, mevzuatta nerede açık buluruz bahsi önemlidir. Açık bulma şehvetine kapılınca da “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” ve mevcut nizam ve uyduruk kanunları da “Meşru!” olmuş oluyor tabiî.

Murat Vural ve Ankara barosuna kayıtlı avukatı Hacı Ali Özkan, kararı “16 Şubat 2007 tarihinde İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’nin 34. maddesi uyarınca Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde” AİHM’ye götürüyorlar: “Başvuranın bilhassa, düşüncelerini ifade etmesi nedeniyle kendisine hapis cezası verilmesinin ve hükmü kesinleşmiş bir tutuklu olarak oy kullanamamasının Sözleşme’nin 10. maddesi ve Ek 1 No.lu Protokol’ün 3. maddesi tarafından güvence altına alınan haklarına aykırı olduğu” iddiasıyla! Mahkeme T.C. Devleti hükümetine de durumu bildirmiş, savunma istemiş ve alınan savunma sonrasında “bu şikâyetin Sözleşme’nin 35/3 (a) maddesi anlamında açıkça temelden yoksun olmadığını kaydetmiş. Ayrıca “söz konusu şikâyetin başka gerekçelerle de kabul edilemez olmadığını” kaydederek duruşmaya başlamıştır. (s. 11-12)

AİHM, M. Vural’ın “ATATÜRK’E KARŞI SEVGİSİZLİK DUYDUĞU” beyanını başa alarak savunmasını aldığı hükümetin, “mesele düşüncesi değil, sevmeyebilir ama ‘Türk milletinin saygı duyduğu Atatürk’ büstlerine yapılan saldırı sadece büste değil bu saygıya yönelik bir saldırıdır ve sevgisizliğini ifade etmenin meşru yolları varken vandalizmi tercih etmiştir.” dediğini kaydetmiştir. (s. 12-13)
AİHM hükümetin bu düşüncesine karşı, “Sözleşme’nin 10. maddesinin yalnızca konuşmalar ve yazılı metinler gibi daha yaygın ifade biçimleriyle kalmayıp, aynı zamanda insanların düşüncelerini, iletilerini, fikirlerini ve eleştirilerini aktarmakta zaman zaman seçtikleri diğer ve daha az aşikâr araçlara da uygulanabilir olduğuna hükmedildiği”ni söyleyerek giriş yapmış ve buna dair kararlarından örnekler vermiştir.

AİHM, düşünceleri ifade etme özgürlüğü yanında kullanılan araçların tercihi özgürlüğünü de “özgürlük” olarak değerlendirdiğini benzer davalara verdiği kararlar ile açıklamıştır. İngiltere’de “tilki avı”nın boru öttürmek ve bağırışlarla kesilmesi (tilkinin kurtulması) davasında (1999 tarihli) bunun “tilki avını protesto etme biçimi” olduğu gerekçesiyle hak ihlâli kararı verdiğini kaydetmiştir. Yine 2003 tarihli, İngiltere’nin “nükleer denizaltıları muhafaza etmesini” protesto için, halka açık ve denizaltıların olduğu sığınağa giden yolu oturarak kapatanlar hakkında İngiliz mahkemesinin verdiği “huzuru bozma suçuna” dair verdiği kararı hatırlatıp, bunun “Sözleşme’nin 10. maddesi anlamında görüş ifade etmek” olduğu, dolayısıyla hak ihlâli yapıldığına hükmettiğini kaydetmiştir. AİHM, Moldova’da 2010 tarihinde Hristiyan Demokrat Parti tarafından gerçekleştirilen Rus bayrağının yakılması ve devlet başkanı Putin aleyhine sloganlar atılmasının cezalandırılmasına dair başvuruda, etnik nefret suçuna dair vurguların olduğu yerel bir dava olmasına rağmen, “bayrakların ve resimlerin yakılması eşliğinde dahi olsa, başvuran siyasî partinin sloganlarının, kamuoyunun çoğunluğunu ilgilendiren bir konu hakkında, yani Moldova topraklarında Rus birliklerinin varlığı hakkında bir görüş ifade etme şekli olduğuna” hükmettiğini de kaydetmiştir Türk hükümetinin savunmasına karşılık olarak.

AİHM (s. 13-14) çok daha önemli bir kararını Ankara hükümetinin savunmasına karşılık olarak yazdığı ilk satırlarda hatırlatmıştır. İsviçre’de yaşayan ressam Muller’in açtığı serginin “tiksindirici derecede iğrenç” olduğu da kayıt altına alınarak verilen yerel mahkeme kararına atıf yapmıştır. Muller’in resimleri (Hristiyan dini inançları kastediliyor) dine aykırı olduğu gerekçesiyle sergi esnasında protesto edilmiş, mahkeme ve temyiz sürecinde de buna atıf yapılmış, “müstehcenlik” kararı verilmiş, para cezası kesilmiş, resimler de müsadere (el konulma) edilmiştir. AİHM’ye başvuran Muller, 10. Maddenin ihlâl edildiğini iddia etmiştir. AİHM “10. madde ve sınırlama koşulları” kapsamında başvuruyu incelemiştir. Buna göre, “Sınırlama kanunla belirtilmiş olmalı, müdahalenin meşru amacı olmalı, müdahale demokratik toplum için gerekli olmalıdır.” AİHM, müdahalenin meşru amacı olmadığına hükmetmiş; ama Muller’e verilen “müstehcenlik cezasını” uygun bulmuştur. Resimlerin müsadere edilmesini haksız bulmuş, verilen para cezasını ise “ahlâkın korunması açısından yerinde görmüştür.”

“Sanat eseri yaratan, icra eden, yayan veya sergileyen kişiler; düşünce ve görüş alışverişine katkıda bulunmaktadırlar ki; bu da demokratik bir toplum açısından elzemdir. Dolayısıyla, sanat eseri yaratan kişinin ifade özgürlüğüne usulüne aykırı bir biçimde tecavüz etmeme konusunda devletin bir yükümlülüğü bulunmaktadır… Mahkemenin, Sözleşme’nin 10. maddesinin, sanatsal ifade özgürlüğünün kendi kapsamına girdiğini belirtmediğini, ancak öte yandan çeşitli ifade biçimleri arasında da ayrım yapmadığını kaydetmiş olması dikkate değerdir.” (s. 14)

AİHM diyor ki, müstehcen ve dinî anlayışa ters bile olsa ressamın (bir sanat eserinin) özgürce alınıp satılmasına engel olamazsın, farkına vardıysan ve kanunla belirtilmiş ise “müstehcenlik cezası” kesebilirsin! Başka hiçbir şey yapamazsın.

AİHM, M. Vural’ın “Atatürk’e karşı sevgisizlik” sebebiyle isnad edilen suçu işlediğine kâni olmuştur. Ayrıca, “gerçekte ulusal mahkemeler, başvuranın eylemlerini Milli Eğitim Bakanlığı’nın başvuranı öğretmen olarak atamama kararını protesto etmek amacıyla gerçekleştirdiğini kabul etmiştir.” vurgusu yaparak Kemalist ideolojinin halka dayatılmasının sert bir şekilde protestosu olduğunu da kaydetmiştir:

“- Yukarıdaki açıklamalar ışığında Mahkeme, başvuranın, eylemleri (Atatürk büstlerini boyamak) aracılığıyla, Sözleşme’nin 10. maddesi anlamında ifade özgürlüğü hakkını kullanmış olduğu ve söz konusu hükmün bu nedenle mevcut davada uygulanabilir olduğu sonucuna varmaktadır. Ayrıca, başvuran hakkındaki mahkûmiyet kararının, kendisine hapis cezası verilmesinin ve söz konusu mahkûmiyet kararı nedeniyle haklarından yoksun bırakılmasının, başvuranın Sözleşme’nin 10/1 maddesinde vurgulanan haklarına yönelik bir müdahale teşkil ettiğini tespit etmektedir.” (s. 19)

AİHM ayrıca “10. maddeye uygunluk” kapsamında M. Vural’ın “eylem ve ceza orantısızlığı” iddiasını da değerlendirmiştir. “Mahkeme, bununla birlikte, iç hukukta öngörülen ve başvurana verilen hapis cezasının aşırı ağır, yani on üç yıldan fazla olmasından etkilenmiştir. Aynı zamanda başvuranın bu mahkûmiyet kararının bir neticesi olarak on bir seneyi aşkın bir süre boyunca oy kullanamamış olduğunu kaydetmektedir. İlke olarak Mahkeme, şiddet içerikli olmayan barışçıl ifade biçimlerinin hapis cezası verilmesi tehdidine tabi kılınmaması gerektiğini” başa almış ve “mevcut davada başvuranın eylemlerinin kamu malına fiziksel saldırı içermesine karşın, Mahkeme söz konusu eylemlerin, Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun tarafından öngörülen bir hapis cezasını haklı kılacak kadar ağır olduğunun” kabul edilemeyeceğini kaydetmiştir:

“-(AİHM, böylesine ağır-orantısız bir ceza) vermek için ileri sürülen nedenlerin, başvuranın ifade özgürlüğü hakkına yapılan müdahaleyi haklı çıkarmak için yeterli olup olmadığının incelenmesinin gerekli olmadığını düşünmektedir. Başvuranın Atatürk’ün şahsına duyduğu kızgınlığını ifade etmesinin veya Kemalist ideolojiyi eleştirmesinin “hakaret” anlamına gelip gelmediğinin ya da yerel makamların başvuranın ifade özgürlüğünü göz önünde bulundurup bulundurmadığının – ki başvuran bu hususu pek çok kez söz konusu makamların dikkatine sunmuştur – incelenmesinin gerekli olduğunu da DÜŞÜNMEMEKTEDİR. Mahkeme, hiçbir gerekçelendirmenin, söz konusu eylemler nedeniyle böylesi ağır bir ceza verilmesini haklı çıkarmaya yetmeyeceğini değerlendirmektedir.” (syf: 20-21)
 
***
AİHM kararlarını, “ifade hürriyeti”, “demokratik protesto” vurguları ile yayınlayıp duran kesimlerin (genellikle sosyalist veya uzun sürelerdir iktidar yüzü göremeyen Kemalist veyahut Liberal Sol maskeli faşistleri kastediyorum; “bizim mahallede”ki bir elin parmağını geçemeyen hukukçular hariç ‘mevzuatçılar’ veya tırsakları da koyabilirsiniz elbette ‘kesimler’ ifadesine) 2014 senesinde verilmiş 5816 hakkındaki bu karar üzerine çıtlarının çıkmaması “oldukça manidar” olsa gerek! Üstelik benzer kararlar mahkemeler tarafından verilmeye devam ederken...

AİHM kararı “ışığında” şunu söylemek mümkün: Atatürk heykel ve büstlerine karşı gerçekleştirilen BALYOZ VEYA BOYA ILE YAPILAN EYLEMLER, KEMALİST İDEOLOJİNİN DAYATILMASINA KARŞI YAPILMIŞ, DEMOKRATİK VE BARIŞÇIL PROTESTO BİÇİMİDİR, bu sebeple 5816 sayılı kanun ile değil, eylemin yapılış ve açıklanmasına bağlı olarak belki en fazla KAMU MALINA ZARAR ile cezaya tâbi tutulabilir. Atatürk büstlerine karşı mesela “LGBT renkleri” olarak yapılabilecek boyalı eylemler “sanatsal yönü (!)” de ağır basacağından hiçbir şekilde cezaya tâbi tutulamaz, demek de mümkün.

Hükümete düşen görev, Murat Vural’a dair verilmiş AİHM kararı “ışığında”, 5816 sayılı kanunun hiçbir hükmü olmadığını, BİLAKIS “KEMALİST İDEOLOJİNİN KIŞKIRTMA ARACI, GERÇEK BİR PROVOKASYON ALETİ” olduğunu görmesi, halkın büyük kesiminin, Atatürk denilen zâta karşı, yaptığı uygulamalar sebebiyle SEVGİSİZLİK DUYDUĞUNU (Buğz kutbu!) kabul ederek bu kanunu artık ortadan kaldırmaktır!

Eylemin “biçimine” göre, kamu malına zarar davası açılacak olsa bile, halkın büyük kesiminin SEVGİSİZLİK DUYDUĞU aşikâr olan bir zâtın heykel ve büstlerinin alenî bir şekilde ve “devlet zoruyla” ortada tutulmasının EN DAR ANLAMIYLA BİLE DEVLET ELİYLE PROVOKASYON olduğu gerçeği aşikâr olduğundan, bu madde kapsamında verilecek cezalar dahi KANUNSUZ, İFADE HÜRRİYETİNİ İHLÂL olarak değerlendirileceği açık değil midir AİHM tarafından?

Dikkat ederseniz, 5816 sayılı kanun “Atatürk’e dair heykel ve büstlere” yönelik saldırılar hakkındadır, o zât hakkında yayınlanmış kitaplar, makaleler veya sözler hakkında değildir ve AİHM de “başvuran sevgisizliğini defalarca kaydetmiştir” diyerek bu hususu kaydetmiş, buna dair hiçbir hüküm kurmamış, sadece “ifade özgürlüğünü kullanma şekli” (heykele boya atma) üzerinde durmuştur. 5816’dan yargılanan yayınlar hakkında “şeref ve haysiyetin zedelenmesi” üzerinde durmuş ve bununla ilgili kararlarına atıf yapmıştır. Burada dahi 5816 sayılı kanun “orantısız” ve ifade hürriyeti önünde engel görülmüştür.

Dolayısıyla PUT ADAM REJİMİ hiçbir şekilde “hususi kanun” ile korunamaz; bu kanun “ifade hürriyeti” önünde engeldir. AİHM “ışığında” PUT ADAM demek serbesttir. Heykel ve büstlere eylem ise, eylemin “şiddetine ve açıklamasına” göre suç bile değildir!

Misal, devletin apaçık bir provokasyonu olan malûm zâtın “heykel ve büstlerine” karşı, ona SEVGİSİZLİK duyan ORGANİZE bir kitlenin, muhtelif yerlerde, Murat Vural kararı gerekçesine dayanarak, günü ve zamanı tayin edilerek bir basın açıklaması yapmasına ve tamamen barışçıl ve alenî bir şekilde “BALYOZ VEYA BOYALI EYLEMLER” gerçekleştirmesi karşısında, hükümet ne yapar, yapsa bile AİHM ne der? Nihayetinde bu eylem/ler, devleti ve hükümeti verilmiş bir “hak ihlâli kararına” uymak, ifade hürriyetinin önünde engel olduğu AİHM tarafından kabul edilmiş uyduruk bir kanuna karşı DEMOKRATİK ZOR’U İÇEREN BARIŞÇIL NİTELİK içinde olacağından haklı bir eylem ve ifade hürriyeti kapsamında olmayacak mıdır? Kamuya ait bir araba, bina veya eşyaya yönelik zarar sebebiyle açılabilecek “kamu malına zarar” davası, “Kemalist ideolojiye yönelik sevgisizlik ifadesinin de tezahür/ifade etme hürriyeti olduğu” apaçık yazan bir karar ortadayken 2014 yılından bu yana, hâlâ bir zâta ait heykel ve büstlerin “kamu malı” olarak kabul edilmesi sebebiyle açılabilir mi? Bu, devletin halkına yönelik bir provokasyonu değil midir?

Bunun cevabını olur ya, bugün veya yarın veya yarından da yakın bir zamanda, organize ve amaçlarını basın açıklamasıyla beyan etmiş, ellerinde BALTALAR, BALYOZLAR VE BOYALAR olan kişi veya kişilerin malûm zâta ait heykel ve büstlere yönelik –altını çizerek yazıyorum- “demokratik ve barışçıl eylemleri” ortaya çıkarsa göreceğiz. Böyle şeyler gerçekleşirse şayet, bunu da devletin ihlâl kararıyla tespit edilmiş apaçık provokasyonuna karşı halkın provokasyonu olarak değerlendirmek gerekecektir. İşte o noktada da “inceldiği yerden kopsun” demek, halkın (demos) yanında olmak olacaktır!


Baran Dergisi 674. Sayı