Ankara’nın Bahçelievler semtinde ilkokula başladım ve liseye kadar öğrenim sürecimi orada devam ettirdim. Annem ilkokul mezunu bile değil, okuma yazma bilmiyor. Babam ise zor güç ilkokulu bitirmiş. Devlette işçi olarak şoförlük yapıyor. Yaşadığım muhit Kemalist-laik sistemin askeri-sivil bürokrasisini oluşturan insanların bulunduğu bir yerdi. Türkiye şartlarında çok üst seviyede eğitimin yapıldığı ve başarının elde edildiği bir bölgeydi… Her neyse… İlkokuldayım; öğretmenimin şu sözleri daha dün gibi aklımda: “Arap harfleriyle okuma yazma çok zordu. Atatürk bunun yerine yeni Türk harflerini getirerek okuma yazmayı hızlandırdı. Artık millet olarak daha rahat okuyup yazabiliyoruz.” İnsan mütemadiyen eşya ve hadiseler tarafından tahrik olunan ve tahrik olduklarına karşı tavır sergileyen, kendini sorgulayan bir varlık. İnsan olmanın gereği bu. Bir de kendini sorgulamayanlar var ki deve kuşu misali, görmek istemeyenler. Allah o anlayış ve o anlayışta olanlardan bizi uzak tutsun. İlkokula başlayanlar bilir ki eylül ayında başlayan okuma yazma süreci ocak sonuna kadar sürer. Yani beş aylık bir süreç. Şahsen ben mart ayında okuduğumu hatırlıyorum. Öğretmenim beni arka sıraya atmış, hiç ilgilenmemişti. Oysa boyum hiç de uzun değildi. Okulu bitirir bitirmez hemen köye giderdim. Gökyüzüyle yeryüzünün visale erdiği yere. Dedemin ve ebemin kokusunu duyduğum diyara. Köyde Kur’an kursu vardı. Kurs haziran ayında başlardı .Köye gittiğimde benden zeki ve akıllı olmayan dayı kızı yaklaşık üç haftalık bir süreçte kuran okuyordu. Öğretmenimin yalanını ve gerçekleri yansıtmadığını böylelikle görmüştüm.
Yine okulda öğretmenlerimden biri şunu söylemişti: “Mustafa Kemal Anadolu’da kurtuluş hareketini başlatmak için padişah ve işgal ordularından gizlice kırık dökük bandırma vapuruyla Samsun’a ayak bastı. Ve milli Mücadele başladı.” Daha sonra Nutuk kitabının başında “halifeliğin kurtulması için meclisi dualarla bir Cuma günü açtık” ifadesini görünce şaşırmıştım. Kendi kendime dedim ki, halife padişah. Mustafa Kemal, padişahtan gizli gitmişti. Yani ona muhalifti; o zaman niye onu kurtarsın ki? Demek ki öğretmenimin anlattığı tarih anlayışı sakat. Bakın ben o ana kadar ne Necip Fazıl’la tanışmışım, ne bir kitap okumuşum, ne de “öğretmenim şöyle böyle diyor, siz ne diyorsunuz” diye bir abiye sormuşum. Vicdanı açık bir insan da benim halime düşmez mi? Yaşanan vakıalar o kadar açık ki. İnsanın tezadlar içinde kıvranmaması mümkün değil. Bazen düşünürüm dünyada bu rejim kadar insanını yalan dolanla tezada düşürmüş bir idare var mıdır?
Gerçek Merhamet Nerede?
Geçen hafta dilenciler üzerinde durmuştuk. Kendi sistemimizde dilencileri asla sokakta yaşatmayacağımızı, herkesin onurlu, alın teriyle yaşaması gerektiğini ifade emiştik. Bakıyorum ki, İslamcı iddiasındaki kişilerin birçok yazısındaki mevzular “İslamofobiyi nasıl önleriz, yabancılara karşı gerçek İslâm’ı anlatmak için ne yapmamız gerekir.” gibi şeyler. Bütün telaşları bu. Tamam da kardeşim yaklaşık iki yüz yıldır dünyanın birçok yerinde insanları katleden, kültürleri yok eden, işgal ettiği yerleri sömüren kim? Onların işgal ettiği yerlerde ne işleri vardı? Beyefendiler bunları sorgulamaktan acizler. Kravatlı, modern kılıklı tiplerin bütün derdi “İslamofobi için neler yapmalıyız”dan ibaret. Batılılara gerçek İslâm’ı anlatırsak bu korkuyu önleriz. Yine ülkemizde İslâm’ı sadece şiddet yönüyle ele alan, İslâm’ı kötü ve insan dışı gösteren Kemalistinden solcusuna kadar bir sürü insan türü, yazar-çizer kadrosu. Şimdi sosyologların cirit attığı ve el üstünde tutulduğu bir devir. Kendimce dışarıdan gelen bir sosyolog olarak inceleme yaptığımı ve incelemelerimi İslâm dışı ve düşmanı biriyle paylaştığımı kurgulayayım...
Siz İslâm’ı insan dışı bir sistem olarak gördüğünüzü ifade etmiştiniz. Sizce İslâm’da şiddet ve korkutma var. Sizce “İslâm” demek terör demek…Doğrusu sizin sözleriniz bana pek inandırıcı gelmiyor. İnsanlar kimden yardım dilenir? İnsanlık bulduğu yerde, merhametin tüttüğü mekânlarda… Sizin sisteminizin aylak bıraktığı dilencilerin hemen hemen tamamı camilerin önünde yardım dileniyor. Hemen hemen hepsinin dilinden Allah lafzı düşmüyor. Anıtkabir veya İslâm dışı örgütlerin olduğu yerlerde hiç dilenci yok. İnsanlar merhametli ve iyiliğe açık olan yerleri sömürme güdüsüyle hareket ederler. Anlayacağın cami ve Müslümanlar merhametli ki dilenciler buralarda cirit atıyor. Buradan çıkan insanlardan yardım talebine bulunuyorlar. Bunun dışındaki yerler sadece insanlık ve adaletten bahseden ama lafta kalan yerler ki, buralarda dolanmıyorlar. Eğer camiler ve camilerden çıkan insanlar olmasa sisteminizin aylak insanlarını kim sırtında taşır?
 “Kırk Mektup” adlı mükemmel eserin birinci mektubunda Allah dostu Müslüman birinin kalbini eritmesi ve Müslümanlık bilincini artırması gereken şu cümleleri sarf eder: “O sizi sevmeseydi, siz onu sevmezdiniz. Çünkü manevî muhabbet hep yukarıdan aşağıya intikal eder” Allah bizi sevdi ki bizi Müslüman kıldı, en üstün ümmetin bir ferdi yaptı. Bu sevgiye layık olalım. Bu sevginin gereklerini yerine getirelim. Elbette sevgi delil ve gayret ister. Bunun için her yaptığımız ve yapacağımız amellerde neyi nasıl yapmamız gerektiğini iyi bilelim. Duygu ve düşünce dünyamızı ona göre hazırlayalım. Kalp tarlasını ona göre sürüp ekim yapalım.  
Soruyorum: Fezaya gideceksin ve orada araştırmada bulunacaksın. Ne yaparsın? Mesela uzay elbiseni almazsan, oksijen tüpünü koymazsan, sana ne derler… Cevap veriyor: “Deli, manyak derler.” Niye? Zira orada yaşayabilmen, araştırmanı iyi yapabilmen için feza şartlarına göre donanımını sağlaman gerekir. Aksi takdirde hayatını tehlikeye atmış, hedefine ulaşamamış olursun. Bu durum hayatın her alanında böyle tezahür eder. Her ne iş üzerinde olursan ol, o işin senden istediği fizikî ve ruhî şartları yerine getirmen gerek. Aksi takdirde hayatını, işini, eşini kaybetme durumuyla karşı karşıya gelebilirsin.
Ramazan geliyor, kucak açıyor. “Fırsatlar ayıyım” diyor. “Bu ayda bol bol tövbe istiğfarda bulunun” diyor. Maalesef hakkıyla yerine getiremiyoruz. Elde edilmesi gereken neticeleri elde edemiyoruz. Niye çünkü Rabbimizin bizden istediği şeyleri ifa etmiyoruz. Ramazanda bizim netice elde etmemiz, fayda devşirebilmemiz için yapmamız gerekenleri yapmaktan kaçınıyoruz. İnanın delilikten öte bir durum. Ramazan ayını sadece yememe, içmeme ve cinsel arzulardan uzak durma olarak algılıyoruz. Oysa öyle değil. O yüzden akşama kadar sadece aç kalmışlardan oluyoruz.
Ramazan ayında salih kullardan isek, gözümüzü sağa sola bakmaktan alıkoymalıyız; kulağı bir haramı dinlemekten yahut yalan konuşan ve boş işlere dalanların sohbetinden uzak tutmalıyız; dili, kendisini ilgilendirmeyen şeylere dalmaktan muhafaza etmek, bir fayda vermeyecek konuşmalardan uzak tutmalıyız. Kalbi tamamen Allah’a bağlamalı, yapmaktan çekindiği işleri düşünmekten de uzak durmalı, kendisine fayda vermeyen şeyleri temenni etmeyi terk etmeliyiz. Eli haram bir işe yahut kötü bir fiile uzanmaktan uzak tutmalıyız. Ayağı, hayır işlerin dışında, emir ve teşvik edilmeyen işlere gitmekten alıkoymalıyız
Her kim Allah için bu altı organı ile oruç tutar ve zamanı gelince orucunu açıp yer-içer ve cinsi yakınlıkta bulunursa, Allah katında fazilet sahibi oruçlulardan biri olur. Çünkü o, yakin iman sahiplerinden ve Allah-u Teala’nın koyduğu sınırları muhafaza eden kimselerden biridir.
Kim bu altı organı yahut bir kısmını onlarla işlenen günahlardan uzak tutmadan sadece midesine ve fercine oruç tutturursa, onun zayi ettiği koruduğundan, kaybettiği kazandığından daha çoktur. Bu kimse, kendince oruç tutmuştur, fakat alimlere göre, diğer azaları ile işlediği kusurlarla orucunu zayi etmiştir.
Allah için söyleyin; yukarıda Rabbimizin dediklerinden hangisini gerçekleştiriyoruz. Gerçekleştirmezsek, Ramazanın bizden layıkıyla arzu ettiği ruhî ve fizikî şartları yerine getirmezsek, gözümüzün önündeki fırsatlar elimizden kaçıyor. İnsan-insan, insan-kainat, insan-Allah arasındaki ilişkiler ağı bir türlü kurulamıyor. Hayatı huzursuz bir şekilde geçiriyoruz. Dostları ağlatıyor, düşmanları sevindiriyoruz. İslâm dünyası harap, Müslümanlar perişan… İzzet ve şerefli yaşamak varken, zillet içinde kıvranıp duruyoruz. Elin gavuru bu birlik ve dayanışma ruhundaki uzaklıktan dolayı bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Rabbim sen bize birlik ver, feraset ver… Mü’minin bürünmesi gereken madde ve mânâ şartlarına erdir.
Bütün başarıların arkasında inanç, sabır ve gayret görürüz. Sabır imanın; oruçta sabrın yarısıdır. Buna göre oruç, imanın dörtte bir cüzidir. İşte bir Müslüman olarak hangi işte başarılı bulunacaksak, oruçla olan imtihanımız gayet güzel olmalı. Oruç yapacağımız bütün güzel işlere tohum olma kuvvesini bize bahşediyor. Evet, ne demiştik? Adap ve erkân yoksunuyuz, o yüzden amellerimizde istenen hedeflerden mahrum kalıyoruz. Laptopu açıp gazeteleri okurken Akit Gazetesi’nde gözüme çarpan iki reklam… Birisinde Ramazan Bayramı’nda iyi bir tatil fırsatı. Yine deniz kenarında bir otel ve İslâmî kurallara göre uygun fiyatlarla tatil imkânı… Diğer reklamda 57 liraya zengin iftar menüsü inanın en az 15 çeşit yiyecek. Sevgili Mustafa Karahasanoğlu ağabey! Yayın organlarımızla bayramların mânâ ve keyfiyetini artırmak görevimiz olmalı değil mi? Bayramlarda büyükler ziyaret edilmeli, onların duaları alınmalı, birlik ve beraberlik ruhu geliştirilmeli. Yazık ki yazık bayramları birer tatile dönüştürdük. Şehirlerden kaçma ve bencilce ailemizle geçirme fırsatı olarak görmeye başladık. Oysa oturduğumuz apartmanlardaki insanlarla tanışma, akrabalarla konuşup sarılma, büyüklerimizle buluşma fırsatları olarak görmeli ve buna göre hareket etmeliyiz. Bayramın içini bu hareketlerle doldurmalıyız. Maalesef denize gidip güneş altında yanmak daha cazip geliyor. Buna da İslâmî olduğunu iddiasında bulunan müessesiler vesile oluyor. Evet ramazana giriyor ve oruç tutuyoruz. Bu nasıl oruç tutmaksa birçoğumuz kilo alarak bu ayı tamamlıyoruz. Âdete daha çok yemek yemek için akşama kadar oruç tutuyoruz. Akit Gazetesi’ndeki zengin iftar menüsü kadar sofralarımızı donatıyoruz. Eşlerimiz donatmazsa onlara yüz çeviriyoruz. Kızıp küskün duruma düşüyoruz. Oysa tam bunun aksi bir durum olmalı. Ramazanın adaplarından birisi de iftar vakti daha az yemek olmalı. Bunu yapmadığımızdan ramazanın keyfiyetine nail olamıyoruz. Yazımıza İmam-ı Gazali Hazretleri’nin cümleleriyle son verelim: “İftar vakti, helal yemeğinden de tıka basa karnını doldurmayacak şekilde az yemektir, Allah katında kapların en kötüsü, helalden bile olsa tıka basa dolmuş olan midedir.
Gündüz yemediğini, akşam bir oturuşta toplayıp yerse; şehvetini yenmek ve Allah-u Teala’nın düşmanı olan şeytanı kahretmek nasıl mümkün olur? Hâlbuki birçokları bunun aksine olarak, yiyeceklerini Ramazana ayırıp çeşitli, mütenevvi (türlü türlü) ve nefis yemeklerle akşam sofrasına oturup diğer aylarda yemediklerini bu ayda yemeği itiyad haline getirmişler. (Bu istenen neticeyi vermez) Malumdur ki, oruçtan maksad, takvaya ulaşmak için biraz acıkmak ve şehveti kırmaktır. Mideyi akşama kadar bekletip acıktırdıktan ve akşamüzeri bol ve nefis yemeklerle karşısına çıktıktan sonra kuvvetinin artıp şehvetini çoğalacağı ve eski hali ile bırakılsaydı, harekete geçmeyen şehvetlerinin bu suretle harekete geçmiş olacağı da meydandadır.
Orucun ruhu ve sırrı, fenalığa başvurmakta şeytanın yolları olan kuvvetleri zayıflatmak ve yok etmektir. Bu da ancak az yemek ile mümkündür. Bunu için iftarda diğer akşamlardaki gibi yemelidir. Yiyeceği iki öğünlük yemeği akşamdan bir araya toplar, hepsini birden yerse bu oruçta bir kar (sevap) yoktur. Hatta açlığı tatması ve bedenin zayıfladığını duyması için gündüzleri fazla uyumamak da orucun adabındandır. İşte o vakit kalbi cilalanır, her gece biraz daha hafifleşir. Teheccüdünü, gece namazını ve evradını kolaylıkla yapar. Umulur ki bu sayede şeytan kalbine yaklaşamaz da melekut aleminin gizliliklerini görmüş olur. İşte kadir gecesi, melekût âleminin esrarından bazı sırların keşfolunduğu gecedir. Kalbi ile göğsü arasındaki yemek torbasını şişiren melekut aleminin esrarını müşahede etmekten men edilmiştir. Bununla beraber yalnız mideyi boşaltmak kafi değildir. Aradan perdenin kalkması için himmetini de Allah’tan gayrısından kesmesi lazımdır. Ahret yolcusunun maksadına ulaşabilmesi için en mühim nokta da budur. Bütün bunların başlangıcı da yemeği azaltmaktır.”

Baran Dergisi 545. Sayı