Son günlerde aniden bir Necip Fazıl düşmanlığı modası başladı. Ciğerindeki lekeyi göstermek için sıraya girmiş münafık tayfası, sanki belli bir yerden emir almışçasına Üstad aleyhinde tezvirat yapıyor. Son olarak bir emekli diyanet müftüsü de bu furyada sahne aldı; Karar adlı Tayyip Erdoğan düşmanlarının karargahı haline gelen bir gazetede bir yazı kaleme alıp hem kendince Üstad’ın fikir adamı olmadığını ileri sürmüş, hem de Üstad’ı fikir babası olarak gören başkan Erdoğan’ı isim vermeden “gömmüş”.

Tek Parti diktası altında ezilen Müslüman milletin ilk varlık sedasını haykırmış, İslâmî bir dünya görüşü inşa ederek kaybettiklerimizi bulma ve kazanmanın yolunu göstermiş, ruhuna kast edilen Anadolu’yu kurtarmak için onca çile çekmiş, kısacası fikirde ve aksiyonda bu millete babalık etmiş Üstad Necip Fazıl’ı sevmek yahut ona buğz etmek, turnusol kağıdı gibi muhatabının “ruh röntgenini” gösterir. Emperyalistlerin insanları sünepeleştirmek için ürettiği kavramlara dayanarak “çatışmacı ve hoşgörüden uzak” gibi İslâm’la alakası olmayan ifadalerle Üstad’a saldıran, onun fikirde yetersiz olduğunu geveleyen ve Üstad’ı Mehmet Akif’le mukayeseye yeltenen eski diyanet müftüsü, “edebi edepsizden öğrendim” esprisine uygun şekilde kendisinden ders almamızı sağlıyor.

Münafık Nasıl Teşhis Edilir?
Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz münafıkların isimlerini Ashab-ı Kiram’a bildirmezdi. Ama onlar kimlerin münafık olduğunu rahatlıkla teşhis ederlerdi. Her kim müşrikler hakkında dilini tutuyor ve Müslümanlar hakkında iğneleyici laflar ediyorsa onun münafık olduğuna hükmederlerdi. Ne kadar mükemmel bir metod değil mi? Evet, bizler için fikir, tefekkür, usul, fıkıh, strateji, ne yapacağını bilme vs. davalarında yol gösterici bir metod. Tutup da kitaptan delil aramaya, suç yerinde parmak izi bulmaya çalışmaya hacet var mı? İman nuruyla baktığı için hak ve batıl olanı delile ihtiyaç bırakmayan bir sezgiyle görmesi gereken mümin tavrı budur.

Şimdi; bu eski müftünün iddialarına bir bakalım. En başta, Üstad’ı çatışmacı, ve hoşgörüden uzak olmakla itham eden ve bir arada yaşama kültürünün oluşması önünde engel olarak gören, hem de sosyalistlerle bir tutan bu adam, eski müftü olarak, doğru ve yanlışın, hak ve batılın Allah tarafından tefrik edildiğini bilmez mi!? Müslümanın batıldan razı olamayacağını, ehl-i kitabın bile İslâm beldesinde varlığının dinin koyduğu cizye şartıyla mümkün olduğunu bilmez mi? Mertle namert, namusluyla sahtekar bir arada nasıl yaşar. Müslümanın Hakkın rızasına aykırı olan kişi ve haller karşısında bundan rahatsızlık duymaması mümkün mü? Değiştirmeye gücü yetmiyorsa, en azından yüz çevirmeye mecali ve hakkı yok mu? Kim kimle bir arada yaşasın hoşgörü içinde? Müslüman sadece din kardeşini hoş görür, o da Şeriatın hakkı istisna olmak kaydıyla. Hoşgörü tantanası yapan bu kişi, Üstad’ı ve onla yan yana yazdığı pozitivistleri ve sosyalistleri hiç de hoş görmeyerek kendiyle de çelişiyor. İşin bir de şu tarafı var ki, emperyalistlerin düşman kitleleri uyuzlaştırmak için kullandığı ve din sahasında Fettoş ve avanesi eliyle pompaladığı hoşgörü ve diyalog teraneleriyle sinsice paslaşan bu kişi kimlere hizmet ettiğinin de ipuçlarını veriyor. Ayrıca Üstad’ın kin ve nefret duyduğu her şey ve her kişi, İslâm düşmanlığının sembolüdür. Kaç asırlık İslâm yurdunda, kendi vatanında esir düşürülmüş, dinine sövülmüş, katledilmiş, ezana hasret bırakılmış bu millete, kininin davacısı olmayı öğretmek bu dine hizmettir. Kin tutmamayı tavsiye etmek ise ihanettir. 

Üstad’ı fikirde yetersiz görmeye gelince; herhalde mevzubahis eski diyanet memurunun en korkunç cinayeti bu olsa gerek. Verdiği muazzam eserler ve inşa ettiği dünya görüşüyle kendini ispat etmiş Üstad’ı iyi kötü üniversite tahsili görmüş biri olarak bu kişinin adam gibi tenkid edip ne iddiası varsa fikrî olarak beyan etmesi gerekirdi. O ise komşunun camına taş atıp kaçan şımarık çocuk gibi yuvarlak laflar edip kaçmış ve kendisini de küçük düşürmüştür. Hayatı devlet memurluğuyla geçmiş, bir saniye bile çile çekmemiş, İslâm düşmanlarının azgınlıklarına ve dinler arası diyalog fitnesine karşı müftü sıfatıyla tek kelime etmemiş bu kişinin, bari basit bir broşür çapında bir dünya görüşü teklifi olsaydı. “Fare dağa küşmüş dağın haberi olmamış” hesabı, tam bir hadsizlikle Üstad’ı fikirde yetersiz gördüğünü iddia etmek, o kişinin fikirden yana nasipsizliği ayrı dava, o fikrin temsil ettiği İslâm davasına karşı duyduğu sinsi kini de gösterir. Can Yücel’in “solcularda Necip Fazıl’ı anlayacak kafa yok” demesindeki hakikat, Üstad’ı pozitivistlerle aynı kefeye koyan ama kendisi bizzat “İlahiyat-Tanrıbilim” okulunda dine materyalist bakmayı öğrenmiş biri olarak gerçekte pozitivist ve sosyalistlerle aynı zihni kategorinin mensubu olan bu eski müftü için de geçerlidir. Evet, onun Üstad’ı anlamasını beklemek, ona haksızlıktır. Bulduğu inci için darı bekleyen horoz misali Üstad’ın fikirdeki yüceliği karşısında kalbi kör olduğu için, aklı da aciz kalan bu kişiye halini teşhis ve izah zahmeti de bize düşüyor.

Son olarak Üstad’la Mehmet Akif kıyasına davranan bu eski diyanet müftüsü, kendi köklerini de ele vermek sûretiyle niyet ve kastını ortaya döküyor. Akif için, “geleneği sorgulayan, aklı, bilimi ve çağın gerçeklerini dikkate alan” diyen bu kişi, Üstad’la yan yana andığı pozitivist ve türevlerinden türemiş gayrı meşru zihniyetini ortaya koyuyor, ta gerilerde fikir babası olarak muhteşem münafık Cemaleddin Afgani silsilesinin mensubu olduğunu ifşa ediyor. Bilindiği gibi Mehmet Akif’i ve pek çok zevatı etkilemiş olan Afganî, sadece emperyalistlere hizmet eden, Müslüman görünümü altında Ehl-i Sünnet’in esaslarını ve usulünü tenkid edip bozmaya davranmış, özel olarak da Nakşibendî tarikatını hedef almış bir sapıktı. Ona çömez olmuş zevatın “geleneği sorgulayan” sözü ne demektir. Bu eski müftü “gelenek” derken neyi kastetmiştir. Selef-i Salihîn tarafından bu dinin esas ve usulü Ehl-i Sünnet adı altında sistemleştirilmiş ve asırlarca devam etmişken, “geleneği sorgulama” adı altında aslında dinin bozulması ve gizli bir Protestanlık davasının başlatılması arzusu bariz şekilde görünmüyor mu? Dini reforme etmek, yani Protestanlık davası peşinde koştuğunu gizlemeyen Afganî ve onun hayranlarının İslâma ve Müslümanlara ne hayrı olmuştur? Geleneği sorgulayıp da kendisi bir şey teklif etmeyenin sorgusundan ne hayır gelir? Üstüne üstlük bu “sorgu”dan ne hayır gelir diye soran var mı? Ayrıca Akif bize ne kazandırmıştı da Üstad bizi ondan mahrum etti. Sadece Akif değil, ta Tanzimatçı Namık Kemal’den itibaren bu Afganîgillerin ve benzerlerinin hikayesine bir göz attığımızda, Osmanlı’yı yıkan meşrutiyetçi koalisyonun, Arap aleminde selefî olarak kendini takdim edip fitne ve yobazlıktan başka bir şey veremeyen, tamamen satıhçı, dine madde gözüyle bakan ve aklının almadığı her şeyi aklı sıra sorgulayan yobaz kafanın, beğenmediği geleneğin miras bıraktığı şahane eserler karşısında yamuk yumuk bir gecekondu manzarasının ötesine geçemediklerini ayan beyan görüyoruz. Sorguladıkları geleneğin muhteşem temsilcisi Üstad Necip Fazıl’ın hem o geleneğin sonucu ve devam ettiricisi olması, hem de o geleneği sorgulama iddiasıyla ortaya çıkanların kofluğunu ve ihanetini göstererek Müslümanların zihnini ve kalbini bozmaya yönelik reformist cereyanı def etmiş olması, münafık tayfasındaki nefretin sebebidir. 

Son olarak en başta işaret ettiğimiz gibi, Üstad’a saldırmak suretiyle isim vermeden başkan Erdoğan’ın da hedef alınması söz konusudur. Sürekli Üstad Necip Fazıl’a referans yapan ve uyguladığı siyasette bizce mükemmel olmasa da anladığı nisbette samimi olarak onun yolundan giden Erdoğan’ın iftira kampanyasına maruz bırakıldığı bu günlerde, bu eski müftünün ve benzerlerinin Üstad’a olan nefretlerini kusmaları, “göz hasmını tanır” esprisine uymakta, fikrî ve amelî planda Üstad ve Erdoğan’ın düşman gözünde niçin hasım olarak görüldüğünü göstermektedir. 


Baran Dergisi 684.Sayı