Bir devlet başka bir ülkeye hâkim olmak istiyorsa, bunu gerçekleştirmenin birkaç yolu vardır. Meselâ, silaha sarılıp hedef alınan ülkeye askerî müdahalede bulunmak ve hâkim olmak. Birinci Dünya Savaşı’na kadar siyaset ve savaş sahnesinde umumiyetle izlenen yol buydu. Birinci Dünya Savaş’ından sonra ise işler değişti. İngilizler bu savaşı kazandılar; fakat bu savaşın maliyeti o kadar büyük oldu ki, eski hareket kabiliyetlerini yitirdiler ve kazandıkları sahalardaki hâkimiyetlerini sürdürebilmek için yeni bir yol icad etmek zorunda kaldılar. Çünkü İngilizlerin büyük savaştan sonra işgâl ettikleri yerleri bir araya getirip, kendi bayrakları ve askerî güçleri ile ellerinde tutmalarının, bir cihan devleti olmalarının ne nüfus ne de ekonomik açıdan imkânı yoktu. Bunun yerine başka bir taktik geliştirdi ve fiilî olarak sahada varlıklarını sürdürmelerinin yüksek maliyetli olacağı yerlerde, rejimi ve rejime gardiyanlık edecek oligarşik düzeni tesis etmek şartıyla fiilen işgâl ettikleri topraklardan ayrıldılar. Kurulan bu yeni rejimler ve gardiyanları sayesinde fiilî işgalden kurtulan memleketler, yeni bir model olan ruhî ve zihnî bir işgâl modeliyle tanışmış oldu. Bir milletin hayat kaynağı olan ruh köklerini teşkil eden din, kültür, örf, âdet ve o memleketin milletine has ne kadar değer varsa hepsinin birden sistematik tarzda imhasının hedeflendiği, vaziyetin idrak edilmesinin önüne geçmek için içtimâî şuur süzgeçlerinin iğdiş edildiği ve olası bir karşı duruşun önünü almak üzere birliğin tesis edilmesine mâni olacak tarzda ferdîleşmenin/bireyselleşmenin şiddetle teşvik edildiği yepyeni bir işgâl metoduydu bu. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki Soğuk Savaş yılları boyunca bu taktik Anadolu başta olmak üzere Osmanlı bakiyesi olan Ortadoğu ve Balkanlar ile Orta Asya içlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada tıkır tıkır işledi. İngilizlerle beraber Amerikalılar ve Ruslar da bu yeni işgâl ve hâkimiyet modelinin ekmeğini bolca yediler; tâ ki Soğuk Savaş sona erip, doğan boşlukta milletler yeniden kendi hüviyetlerini hatırlamaya başlayıncaya dek.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirmiş oldukları bu işgâl modeli artık ömrünü tamamlamış ve bölge ülkelerindeki üstü örtülü hâkimiyetin devamlılığının sağlanabilmesi için artık güncellenmesi zaruret hâlini almıştı. S.S.C.B’nin yıkılmasından sonra dünyaya açılan demir perde ülkelerinde gerçekleştirilen Renkli Devrimler’den elde edilen tecrübe ile bu sefer Türkiye’nin hinterlandı Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Anadolu’da uygulamaya geçildi. Tunus’ta başlayan halk hareketleri bütün bir Arab coğrafyasına yayıldı ve İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu bölgelerde kurmuş olduğu rejimler, aktüel şartlara uygun olacak, toplumların beklenti(!)sini karşılayacak ve devamlılığını sürdürecek şekilde bir bir revize edildi. Bu planın hedefi eğer ki yalnız bu ülkelerin rejimlerini değiştirmek ve üzerindeki Batı hâkimiyetini tescillemek olsaydı, o zaman bunun büyük bir başarıyla tatbik edildiğini ifâde edebilirdik. Ne var ki, bu planın ana gayesi tek tek bu ülkelere format atmak değildi. İngilizlerden bayrağı devralmış, Yahudi güdümünde hareket eden Amerikalıların asıl hedefi, merkez Türkiye’den başlayarak İslâm’ı, Yahudi ve Batılılara hizmet edecek şekilde yenilemek ve bu yeni Ilıman İslâm üzerinden Anadolu’dan başlayarak Ortadoğu ve Afrika’daki Müslümanları İslâmî(!) bir şekilde global düzene peşkeş çekmekti. Yâni İngilizlerin hâkim olmak için bölüp parçaladıkları İslâm coğrafyası, bu sefer Yahudi ve Amerika tarafından güncellenmiş İslâm(!) paydasında bir araya getirilecek ve bu yeni din sayesinde Müslümanlar onlar için tehdit olmaktan çıkarken, aynı zamanda global sisteme de entegre edilmiş olacaklardı. Gezi Olayları, 17/25 Aralık Yargı Darbesi girişimi ve 15 Temmuz Askerî Darbe girişimi gibi teşebbüsler hep bu gayeye hizmet etmek üzere kurgulandı. Burada 15 Temmuz’un hususiyetine bir parantez açalım ve sonra kaldığımız yerden devam edelim.

15 Temmuz Zaferi
İngilizlerin fiilî işgâl yerine ruhî ve zihnî işgâl yöntemini icad ettiğini ve bunun için izledikleri metodu da ifâde etmiştik. Bu bakımdan hadiseye yanaştığımızda, 15 Temmuz’u asıl önemli kılan husus, yüzyıla yakın bir süredir ruhî ve zihnî mânâda işgâl altında tutulmaya çalışılmamıza rağmen hâlen hürriyetimizi, şahsiyetimizi muhafaza ettiğimizi açığa çıkarmasıdır. Gezi Olayları ve 17/25 Aralık Yargı Darbesi girişiminin başarısız olmasını belki onlar da bekliyorlardı; fakat 15 Temmuz’un başarısız olmasının onlarda meydana getirdiği hayal kırıklığının dumanı, aradan geçen 3 seneye rağmen hâlen tütüyor.

16 Temmuz
Evet, 15 Temmuz gerek dışarıda bu planları yapanlar ve gerekse içeride bu planların tatbikatına uğraşanlarda büyük bir hayal kırıklığı meydana getirdi; fakat karşı tarafın iradesi henüz kırılmadı ve dolayısıyla bu kavga sona ermedi. Nasıl ki Gezi Olayları başarısız oldu ve ardından 17/25 Aralık darbesi geldi, şimdi de 15 Temmuz başarısız oldu ve o ândan itibaren de hiç şüpheniz olmasın ki yeni bir plan üzerinde çalışılmaya başlandı. Yeni plana gelmeden evvel, maruz kaldığımız saldırıların içerideki işbirlikçilerinin kesişim kümesinde kimler olduğuna bir bakalım.

Her Saldırının Kesişim Noktasında Aynı Kadro
Gezi Olaylarına kim destek vermişti? TÜSİAD’A bağlı sermaye grublarından Koç, otellerini açmış, kimileri eylemcilere lojistik (gıda, giyim, gaz maskesi vs.) destek sağlamış ve olaylara müdahil olmuşlardı. Bunlar aslında meblağ olarak küçük, gizlenmeden, alenen yapılan ve gençlere “korkmayın, gelin katılın, kimse sizlere bir şey yapamaz” mesajını vermeye matuf hareketlerdi. Şarkıcı, edebiyatçı, oyunculardan müteşekkil geniş bir kadro bizzat eylemlere katılmış ve bu yabancı kaynaklı operasyonun meşruiyet kazanması için faaliyet göstermişlerdi.

Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesinden sonra yeniden dizayn edilen CHP ve HDP çatısı altındaki siyasîler de aynı şekilde Gezi Olaylarına destek olmuşlardı.

17/25 Aralık Yargı Darbesi girişiminde, çoğunluğunu oluşturanlara baktığımızda “İstanbul sermayesi” diyebileceğimiz TÜSİAD’a bağlı sermaye grublarının -başta Koç Grubu olmak üzere- CIA’in ülke içi ajan yapılanması FETÖ ile olan alışverişlerinin ses kayıtları internete düşmüştü. Bu süreçte birçok tiyatrocu, edebiyatçı, yazar kadrosu FETÖ ile aynı safta buluşmuş ve CIA’in Türkiye’de faaliyet gösteren unsuru FETÖ’cülerin gerçekleştirmek istedikleri yargı darbesini meşrulaştırmak için çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardı.

15 Temmuz Askerî Darbe girişimine, doğrudan Müslüman Anadolu’yu, milleti hedef alan bir saldırı olduğu için kimin destek verdiğinden ziyade kimin ortalıkta görünmediğine bakarak kadroyu tesbit etmek gerekiyor. Biraz evvel saydığımız kesimlerden hiçbirini ne biz, ne de sizler o gece sokaklarda yahut ekranlarda görmediniz?

Peki, bunlar, yani sermaye, edebiyat, siyaset, kültür ve sanat planında faaliyet gösteren bu kesimler nasıl oluyor da her seferinde tek bir merkezden emir almışçasına hareket edebiliyorlar? Bu ülkede iktidarlar, şartlar ve sair herşey değişiyor da, dikkat ediyorsanız bir tek bu tipler değişmiyor.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Metris Cezaevinde kalmış olduğu koğuşa yapılan Noel Baba operasyonundan sonra 2000 yılında çıkarıldığı mahkemede yapmış olduğu savunmasında demişti hatırlarsanız; “T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ekonomi de, siyaset de, ordu da, polis de... Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet, hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır.”

2013 senesinden beri Türkiye’yi hedef alan her saldırının ortak noktasında bu 3000 aileyi bulmak mümkün. Hani şu yazının girişinde İngilizlerin ruhî ve zihnî işgâl metodlarının bir parçası dediğimiz, “rejim gardiyanı oligarşik yapı” meselesi...

Cumhurbaşkanlığı idare şekline geçilmeden evvel Türkiye’de yönetim aslında ordu ve yargı bürokrasisinin elinde bulunuyordu. Dolayısıyla 28 Şubat sürecinde nasıl ki yargı ve ordu başrolü oynamışsa, 17/25 Aralık ve 15 Temmuz’da yargı bürokrasisi ve ordu üzerinden Türkiye’ye operasyon yapılmak istenmişti. Bir sisteme müdahale etmek için onun kontrol odasını hedef almaktan daha tabiî ne olabilir? Bugün ise Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesiyle beraber kontrol odası da taşınmış oldu. Bu yeni sistemde askerî ve yargı bürokrasisi eski ehemmiyetini yitirirken, Cumhurbaşkanlığı makamı ise bütün kuvvetleri elinde toplayan bir merkeze dönüştü. Dolayısıyla bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ne müdahale etmek isteyenler de hedeflerini bu istikâmete döndürmeye başladılar.

15 Temmuz gecesi milletin yazdığı destanın, darbeyi planlayanlar, FETÖ’cü servis elemanları ve Türkiye’deki rejim gardiyanı 3000 aile için gerçekten de şok edici olduğuna şüphe yok. Buna karşılık, şok olmaları, tası tarağı toplayıp defolup gittikleri ve iddialarından vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. İstanbul Büyükşehir Belediye seçimleri ve bu seçimlerin tekrarında gördüğümüz üzere Koç ailesi başta olmak üzere, sermaye, yeniden dizayn edilen siyasî partiler, şarkıcılar, edebiyatçılar ve oyuncular, hâsılı kelâm 3000 aile yeniden hareketleniyor. Diğer bir ifâdeyle, Türkiye’de idare şekli değişmiş olmasına rağmen yerli yerinde duran rejimin gardiyanları bir kez daha harekete geçmiş görünüyor.

Rejim Değişecek, Gardiyanları Tepelenecek
Mısır’da yaşanan halk ihtilâli sonrasında demokratik seçimlerle iktidara gelen Muhammed Mursî, ondan sonra rejim gardiyanlarının ortaya çıkarak askerî darbe yapması ve Muhammed Mursî’yi mahkeme salonunda şehid edip, Mısır halkının iradesine, şahsiyetine ve istiklâline ipotek koyması… Bu örnek gözümüzün önünde yaşandı, yaşanıyor!

İngilizlerin askerini fiilen çekerken Türkiye’yi ruhî ve zihnî planda işgâl etmek üzere kurgulamış olduğu bu rejim, hain yetiştiren iklim ve bu rejimin gardiyanları ortadan kaldırılmadıkça, Türkiye her daim içeriden ve dışarıdan gelecek saldırılara açık olacak.

Bu S-400 hava savunma sistemi bugün yarın Türkiye’ye teslim edilecek ve konuşlanacak. Diyelim ki bu sistem Türkiye’yi her türlü hava saldırısından koruyacak, peki ya milletimizi ve devleti içerideki işbirlikçilerden de koruyacak mı? Elbette ki hayır. Bu rejim değişmediği ve gardiyanları tasfiye edilmediği sürece bu işgâl bitmeyecek! Gezi’de sözde halk ayaklanmasını, 17/25 Aralık’ta yargı bürokrasisini ve 15 Temmuz’da askerî bürokrasiyi kullanarak saldıranlar, ısrarla açık tutulan kapıdan yine gelecek ve bu sefer senelerdir adeta putlaştırılan demokrasi üzerinden saldırmaktan bir lahza tereddüt etmeyecekler.

Tekrar ifâde etmek gerekirse, İBB seçimlerinde rejim gardiyanları marifetiyle meydana gelen birlikteliğin bir sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar daha da güçleneceği ve Ak Parti içinden de destek bulacağı artık rahatlıkla görülüyor.
***
Biz bundan sonra yeni 15 Temmuz’lar yaşanmasından çekinmiyoruz. Yine olur, yine Müslüman Anadolu kazanır. Bundan yana sıkıntı yok. Yalnız sorun şu ki, gelen dalga böylesine açık bir şekilde görünürken, iktidar üzerine düşen vazifeyi yerine getirmeyip, işgâl rejiminin ve gardiyanlarının tasfiyesine girişmek yerine üç kuruşluk hesablarla statükodan yana tavır alır ve bir sefer daha bu dalganın milletin göğsünde patlamasına seyirci kalırsa, bunun bedelini kendisinin de ödeyeceğinin şuurunda olması gerekiyor.
***
İhtilâl ruhu tüm menfiliklere rağmen dipdiri ayaktadır ve ufuktaki büyük inkılabı gözlemektedir.


Baran Dergisi 652. Sayı