Dolar düzenini geçen sayımızda ana hatlarıyla anlattım. Yalnız şu hususu bilhassa vurgulamak istiyorum: Para, maden iken bile, bizatihi kendi yararından ziyade, haddizatında bir devletin, arkasında mevcud bir kefaletin neticesi olarak değerini muhafaza etmiştir. Elbette madenlere karşı insanlarda fıtrî bir temayülün olduğu aşikârdır, bu yüzden de altun ve gümüş, değerlerini kendileri korur paralar şeklinde görülmektedirler. Ne var ki, kendi zatlarıyla fayda vermeyen, ancak kendilerine atfedilen alaka ile değer kazanan bu tür nadir madenlerin kıymeti, ne olursa olsun, son tahlilde bir siyasî odağın kefaletine bağlıdır. Oturmuş kabullerden dolayı bu hal ilk başta gözükmese bile, vaziyet budur.

Öte yandan kâğıt para söz konusu olduğunda ise durum tamamen bir devletin varlığını ilzam ettirir. Meselenin berraklığından uzun uzadıya izaha ihtiyaç yoksa da bazı karanlık köşelere ışık tutmak lazım. Her şeyden önce parayı basıp onun emniyetini temin edecek ve bastığı parayı geri getirene dengi metayı vermeyi kabullenecek bir devletin/silahlı siyasî yapının mevcudiyeti, kâğıt paranın makbuliyetinin ön koşuludur. Lakin insanlar alışkanlıklardan ibaret varlıklar ve alışkanlıklar kâğıt para kullanımında da kendini göstermektedir. Altun paradan kâğıt paraya ilk ciddi geçiş, 1. Dünya Savaşı’nda yaşanmıştı ve kâğıt para bizde aldığı “kaime” isminin de gösterdiği üzere hep geçici bir şey olarak telakki edilmişti. Ancak 1930’larda yaşanan ve daha ciddi bir hal alan ikinci safhada artık kâğıt para altun kadar kıymetli bir gerçek para muamelesi görmeye, hatta altunun yerini almaya başlamıştı. 2. Dünya Savaşı’nın ardından ise artık kâğıt para (her ülkenin kendi para birimi olsa da dünya çapında dolar), asıl para halini almıştı ve altun da kâğıt paraya göre tanımlanmaktaydı. İşte bu, halen de içinde yaşadığımız en son “statüko”, tarih boyunca yaşanmamış yeni bir durumdur. Bugün insanlara daha 80-90 sene evvel altun para sistemi kullanılıyordu, kâğıt para sadece para nakillerinde ve büyük meblağlar halinde mevcuttu, fiilen süren gümüş kuruş ve bakır para düzeniydi deseniz herhalde çok garipserler. Kâğıt para kullanımına öylesine alıştık ki, sanki binlerce yıldır bu şekildeymiş gibi geliyor bize.

Kapitalizmin sevk ettiği son 2 asrın penceresinden bakıldığında kâğıt (hatta elektronik) para, hem son derece makuldür hem de bir zarurettir. Tedavülünün fizikî zorlukları bir tarafa, üretiminin tabii hadlere bağımlı olması altunu, nüfusun çok arttığı, üretimin ondan da çabuk arttığı, mal deveranının bu kadar hızlandığı bir dönemde yetersiz hale sokacaktı. Hülasa bu zaviyeden bakınca kâğıt para bir mecburiyet gibi görünmektedir. Ancak buradaki açmaz, her bir milletin kendi içinde kabul görmüş paraların ortak bir para birimi veya miyar olmadığında anlamsızlaşmasıdır. Altunla görülen bu ihtiyacın yerine, artık devir kâğıt para devri olduğuna göre, bir kâğıt paranın konulması, bunun da dünyanın o an için dünyanın en güçlü –atom bombasına sahib ve bunu kullanmaktan çekinmeyen- ülkesinin parası olmasının tabiiliği ortadadır. Yani doların dünyanın rezerv parası olması, dünya düzeninin o haliyle, hem gerekli hem de kaçınılmazdı. Emisyon hacminde tedbir almak ve ABD’yi istediği kadar dolar basmaktan alıkoymak için 1/10 oranında her bir doların altun karşılığının (Basılan 100 dolara karşı ABD Hazinesi 10 dolarlık altunu elinde tutmak zorundaydı) diğer ülke idarecilerine (yani o an için İngiltere, Fransa ve Rusya’ya) bir güvence oluşturduğu da aşikârdır. Milletlerarası ticarette altundan boşaltılan mübadele ve rezerv parası koltuğu, kendi içinde mantıklı ve tutarlı bir şekilde böylece doldurulmuş oldu.

1970’de yaşananları son yazımızda aktarmıştım, o sebebten tekrarlamak istemiyorum. Bugün dünya paraları dolara göre tanımlanıyor. Euro, Yüen, Yen, Pound, TL, vs. tamamı dolara göre konumlandırılıyor ve o şekilde kıymet biçiliyor. Ülkelerin gayrisafi milli hasılaları, kendi dahilî ekonomik göstergeleri dolar üzerinden tutuluyor, o şekilde lanse ediliyor. Altun ve diğer değerli madenler milletlerarası piyasalarda dolara göre hesaplanıyor. Sadece dünya piyasalarına bağımlı altun vb. değerli madenler değil, ülke içinde çıkarılan ve imalatta kullanılan demir, bakır, alüminyum gibi madenlere de dolara göre değer biçiliyor. Ve hepsinden önemlisi, bu sistemin olmazsa olmazı, temel dayanağı petrolün tüm dünyada dolar ile alınıp satılmasını eklememiz lazım listeye.
Tam burada İbda Fikriyatı’nın temel ilkelerinden birisi olan “her şey galibine tâbidir” hikmetini müşahede ediyoruz, hem de olanca berraklığıyla… “Her şey galibine tâbidir” ilkesi, hem ruhçuluğu hem de Allahçılığı her şart altında ispatlayan bir sabitedir. Her unsurun bütününe, onu bir arada tutan mihrakına dönme zorunluluğu hissetmesine, dünyanın şu anki ekonomik ve siyasî düzeninden daha güzel ne örnek olabilir? Hangi sahada geliştirilirse geliştirilsin bütün teoriler, “tevhid”in peşinde…

Daha ileride açmak üzere bir ara not olarak şu hususa da dikkat çekmek istiyoruz: Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun müteaddit defalar şifahen söylediği ve yazdığı harf inkılabı meselesi… 1928 sayısı özelinde ve o sayının tedai ettirdikleri olarak harf inkılabının gayesinden uzun uzadıya bahseden İbda Mimarı, bu inkılabın yapılışındaki yegâne amacın Müslümanları özünden, dilinden koparmak suretiyle Batı’nın kullanışlı ve gönüllü kölesi kılmak olduğunu belirtmekteydi. Yani maksad Müslümanlara kötülük etmekti. Ancak kendi gerçekleştirdiği İbda hamlesinin harf inkılabından da istifade ettiğini, Batılıların kaleme aldığı eserlerin bu inkılâb sayesinde kolaylıkla erişimine açıldığını ve bu sayede “İslâm Tasavvufu önünde Batı tefekkürünü hesaba çekme” ve “Batı fikir yemişlerini İslâm tefekkür çarşafına silkeleme” sürecinde bu imkânı tepe tepe kullandığını ifade ederdi. Müslümanlara kötülük etmek maksadıyla gerçekleştirilen bir teşebbüsün, bir Müslümanın “kimseye bir şey borçlu olmadan” kazandığı “üstün bir diyalektikle” tersine çevrilmesine en güzel örnek, İbda’dır. Yine İbda’dan aldığımızla biz de diyoruz ki, dünyayı tasallut altında tutmak ve onun üzerinde “tanrıcılık” oynamak maksadıyla peyderpey geliştirilmiş rezerv para/dolar sistemini İslâm inkılabından sonra kendi adımıza ve bilakis sömürüye engel olmak gayesiyle niye biz sürdürmeyelim? Doların yerini bizim paramız almasın? Değeri ve geçerliği herkesçe kabul edilmiş, arkasında büyük bir silahlı siyasî güç bulunan bir para olmadığında milletlerarası ticaret sürdürülemez, kör topal bir alış veriş yapılır durur. Mantık dairesi tamamlanmış bir dünya ticareti için, mutlaka bir siyasî gücün parasının rezerv para olması lazımdır ve bunu tartışmak yersizdir. İşte bu paranın, istikbaldeki İslâm devletinin parası olması, listemizdeki yapılması zorunlu olanlar başlığında en tepeyi tutmaktadır.

Şu sual sorulabilir: Hangi ekonomik güçle rezerv para olma hakkını kazanacaksın? Bu sualin cevabı, sualin hatalı olduğudur, zira dünyayı yöneten ekonomi değil, siyasettir (tabii çoklarının anladığı mânâda basit siyasi gelişmeler, Üstad’ın deyişiyle “itiş kakışlar” değil, devletlerin ve güç odaklarının belli hedeflere matuf, yani maksadlı ve programlı tutum ve davranışlarını kastediyoruz). Elbette iktisad ve siyasetin görünüşleri kimi zaman farklı farklı tezahür etse de siyaset ile iktisad arasında diyalektik bir münasebet vardır, birbirleriyle içiçe geçmişlerdir. İşin doğrusu hepsi ruha bağlı alt unsurlardır, çünkü hattızatında bu süreçleri asıl yöneten, insanların arzu ve hırslarıdır. Burada mevzuyu daha fazla uzatmadan, başka bir yazıda değinmek üzere diyoruz ki, Türkiye mevcut dünya para sistemini ekonomiyle değil, siyasetle yıkacak ve yerine kendi müstakbel parasını ikame edecektir.

Gelecek yazımızda dolar düzeninin gerçek sahiblerinden, ABD dışındaki bileşenlerinden, bilhassa Çin’den bahsedeceğiz.


Baran Dergisi 595. Sayı