Bilhassa 15 Temmuz sonrasında artan bir şekilde televizyon, gazete ve benzeri yayın organlarında reformistlik-mezhepsizlik propagandası yapılıyor. Bu propagandaya “dur!” denilememesinin sebebi nedir? Bunu yapabilecek bir irade mevcut mu?
Yaşayanların kahir ekseriyeti Müslüman olsa bile devlet legal plânda lâik olduğu için alacağı kararlar bazı zümreler tarafından tartışmaya açılabilir endişesi taşıyor. Pozisyon itibariyle resmî makamlar çerçevesinde meseleye müdahil olmaya tereddütlü yaklaşıyor. Ama ekseriyeti Müslüman olan topluluk devlete entegre hâlde çalışan STK, vakıflar, derneklerle reformist hareketlerin önüne geçilebilir. Şuurlanıp, İslâm’ı aslî hüviyetiyle tekrar öğrenebilmek için harekete geçilmiyor, adımlar atılmıyor. Tabiî bunun kritik sebepleri var. Müslümanlar bilincinin kırıldığı bir krizden geçti. Çeşitli “inkılâp”lar bizi sekteye uğrattı, insanlar bir nevi “şok”a uğradı. Müslümanların eğitim sistemi değişti; medrese, icazethânelerin yıkılması vesaire... Dil meselesi hakeza... İnsanlar kaybettiği şeyin farkına bile varamıyor daha. Şöyle bir misal verebilirim: Bir insan çok yakınını-sevdiğini kaybettiği anda üç, beş gün bu durumu kabullenmez, hatta ne yapması gerektiğini bile algılayamaz. İnsan normal bir güne uyanır gibi olur, aradan yarım saat kadar geçer anlar ki, “benim yakınım öldü...” Aynı durum cumhuriyetin başından beri var... Öyle bir şoktayız ki, kaybettiğimiz şeylerin büyüklüğünden dolayı yaşananları atlatabilmiş değiliz. Bize yaşananları kabullenebilmek için bir tür aydınlanma, şuur atlaması, rehber lâzım... Tarih içerisinde, bize kaybettiğimiz şeyleri gösterip, “bunlar cepkenimizin cebinde!” diyebilecek isimler geldi. Bu kişilerin tesiri, devlet ve kurumlar tarafından engellendi. Bu kişilerin aydınlatma teşebbüsleri, ya ferdî olarak takılı kaldı yahut da dar bir zümrenin alâkasında karşılık buldu. Teşebbüsler genele şamil olamadı. Mesela Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu’su ferdî bir gayretle meydana gelmiştir. Üstad, şahsî anlayışıyla bu meseleleri millete nasıl anlatabileceğini düşündü. Büyük Doğu’nun devlet çapında bir desteğe, müesseseleşmiş bir yapıya kavuşması gerekirdi. Büyük Doğu kaybedilenlerin tekrar kazanılacağı bir harekettir, buna mâni oldular. Büyük Doğu, Necip Fazıl’ı anlama istidadında olan sınırlı zümrelerin, entelektüellerin dikkatinde kaldı. 

Bahsetmiş olduğunuz “şok”un atlatıladığı söylenebilir mi?
Bunun tam mânâsıyla gerçekleştiğini söyleyemeyiz. Hamdolsun, Cumhuriyetin ilk dönemiyle bugün arasında bir fark var. Artık insanlar gizli-kapaklı dinî faaliyetle meşgul olmak gibi bir zorunluluk hissetmiyor. Ancak bu noktada beklenen ilerleme kemmiyet çapında oldu. Kurum sayısı, yayın, eser, yazar sayısı artıyor; ancak keyfiyette şuurlarda bir ihtilâl çapında gelişmenin olduğundan emin değilim. Ümid ediyoruz, kemmiyet artışı keyfiyet çapında da gerçekleşir. 

15 Temmuz sonrasında özellikle FETÖ üzerinden yürütülen bu mezhepsizlik propagandası bir proje midir? Eğer öyle ise finansmanını kim sağlıyor, kimler yönlendiriyor?
Elbette vardır. Bu durum o kadar açıktır ki, görünen köyü tarif etmek gibi absürd olur. Bir milleti millet yapan unsur üstü mânâyı zedelediğiniz zaman milleti bireyselleştirdiğiniz, böldüğünüz zaman, üzerinde operasyon yaptığınız zaman bu gayet tabiî menfi sonuçlar doğurur. Dolayısıyla şu anda Türkiye ile ilgili konuştuğumuz Maturidîlik-Eşarîlik meselesinde hatırlatmalarda bulunmamızın yegâne sebebi de budur. Kişiler İslâm’la olan bağını, günlük hayatını usullü biçimde bina ettiği takdirde, günlük tartışmalarda rastladığımız ehil olmayan insanların beyanlarının kıymete şayan olmadığını fark edecekler. Böyle bir toplum, üzerine bir operasyon veya rota kaybı yaşanmasının önüne geçmesini temin edici en büyük amillerden biri olacak. Geçtiğimiz haftalarda Hilmi Demir hocanın Ehl-i Sünnet müdafaasının bir iç güvenlik meselesi olduğu tespiti ehemmiyetli bir noktaya parmak basıyor. Bizim Ehl-i Sünnet diye diretmemiz, uzun vadede Müslüman şuurlarda Ehl-i Sünnet’in yerleşmesini dolayısıyla Türkiye’nin güvenliğini de temin edici bir faktör olur. Diniyle olan ilişkisi ne kadar kuvvetli bir kitle yetişirse güvenlik seviyesi de o kadar üst düzeye çıkmış olur. Dinle ilişkisi zayıf bir neslin, gündelik konuşmasında algısı, şuuru sürekli değişmesiyle onun yönlendirilmesi, fikrî veya fiilî operasyonlara açık bir hâle gelmesi demek olur. Bu da haricî kuvvetlerin en çok arzu ettiği şey. FETÖ ümmetin mukaddesatına saldırırken reformistler de hadisi inkâr ederken, Kur’an’la ilgili meselelere el atarken müşterek paydada hareket ediyorlar.

FETÖ ile bahsettiğiniz reformist yapılar arasında herhangi bir fark var mı?
Gaye itibariyle bir farkı yok. Sadece bunların finansmanıyla ilgili bir farklılık olabilir. Bu tür projeleri devreye sokan çıkar çevreleri arasında bir farklılık olabilir. Bunların da bir kısmı proje dahilinde Müslümanların itikadına saldırırken, bir kısmı cahilâne bir şekilde, farkında olmadan bu projenin bir parçası olur. En nihayetinde cahillik ümmete zarar veren affedilemez bir suç olur. Biraz önce söylediğimiz iç güvenlik, bekâ meselesiyle ilgili bir husus söz konusu olmaya başladığı zaman artık burada ne cehalet mazeret olarak kabul edilebilir, ne de fikir hürriyeti gibi meseleler mazeret olarak görülebilir. 

FETÖ’nün toplumun itikâdına verdiği zarar dolayısıyla en büyük tehdit olmasına mukabil bu yapının devleti ele geçirme teşebbüsü sebebiyle nefret okları bu zümreye yöneldi. FETÖ’nün siyasî tehdit yönü konuşulurken daha ehemmiyetli kısmı olan Müslümanların itikadına yönelik ifsad çalışmaları konuşulmadı. Bu hususta neler söylemek istersiniz?
Bediüzzaman hazretlerinin güzel bir sözü var, der ki; “Avamın aklı gözündedir.” Yani geniş kitleler meselelerin arka plânını tetkik etmekten ziyade ilk görünen taraflarıyla ilgilenmek ve öyle algılamak durumunda kalır. Zahirî alametler, batınî alametlerin her zaman önüne geçer. “Aklın gözde olması”ndan kasıt budur. Dolayısıyla 15 Temmuz’da patlak veren FETÖ’nün fiilî teşebbüsü, aslında yıllardır feraset sahiplerinin bu yapı hakkında, “Bu adamlar dini, itikadımızı, peygamber tasavvurumuzu, sahabe tasavvurumuzu, Kur’an ve hadisle irtibatımızı ifsad ediyor; bu kabul edilemez, bunlar gelecekte bizim inancımız yıkacak.” şeklinde dile getirdiği beyanları dikkate alınmadı. Geçtiğimiz hafta Birleşik Arap Emirlikleri’ne giden Papa’nın Müslüman ülkede karşılanışında gördüğümüz gibi fiilen işgale ihtiyaç görülmeyebilir. Darbe farkında olmadan yapılmış ve kanıksanmış. Aynı şey burada da fiilî olarak tatbik edilmeye çalışıldı, başarılı olamadı. Bunun Allah’tan bir nimet olarak görülmesi lazım. Yıllarca propagandası yapılan “dinlerarası diyalog”, çeşitli meselelerdeki kabullerle Kur’an ile, hadis ile, Allah ile olan irtibatımızı zedeleyip topyekûn heva-heves düzlemine yerleştirecek şekilde genelleşseydi, biz de Papa geldiği zaman huzurunda İslam’dan yüksünen insanlara dönüşecektik ki, 15 Temmuz ile birlikte bunu erken fark etme imkânımız doğdu. Pek çok basiret ve feraset sahibi insan daha erken fark etti; ama avamın aklı gözünde olduğu için bunu ancak 15 Temmuz’da gördü.

“Halkın aklı gözündedir” diyoruz ya, peki bu göz önündeki alanı sapıklar dolduruyor da biz neden dolduramıyoruz?
Bu çok katmanlı bir mesele. Başak ağırlaştıkça eğilir misalinde olduğu gibi... “İlim nedir, irfan nedir, mukaddesat nedir, değerlerimiz nedir?” Bilen insan yetiştirmek kolay değil. Böyle bir insan yetiştiği takdirde daha derin mevzulara yöneliyor. Böyle bir insanın ise toplumda teveccüh görmesi kolay olmuyor. İlim ve fikri derinlemesine tartışan, meselelerin bizim görmediğimiz boyutlarıyla irtibatlarını kuran ve göz önüne getiren insanlar yetiştirmek. Bizim biraz gayret göstermemizi isteyen insanlar karşısında işin kolayına kaçıp hızlı tüketip, herhangi bir emek göstermemeyi daha rahat buluyoruz. İlim haysiyetini, fikir haysiyetini kavrayamadığımız sürece böyle insanlar yetişse bile -ki tarihte böyle insanlarımız, remz şahsiyetlerimiz çoktur- cemiyet çapında bir inkişafın olmamasının sebebi de bu kolaycılık. Yetişmiş olan insanlar, fikir namına aristokrasiyi ifade ediyorken, onların derinliğine eşlik edecek muhatap kitle yok. Onların seviyesinde konuşan insanlarınsa bizim derdimize derman olacak arka plânı yok. Bu ikilemi aşmak, belki de bir üst seviyeden nüfuz ettikten sonra avama dönüp söz söyleyebilecek pedagojik formasyon sahibi insan yetiştiren müesseselerin teşekkül etmesiyle mümkün olabilir. Bu noktada ticarî kaygılar da söz konusu. Gerçekten çok yoğun, nitelikli bir eser verildiği zaman, bunun toplumda okunma oranı yüksek bir seviye göstermiyor. Böyle bir yazarı bir yayınevinin finanse etmesi, onun kitabının telif ücretini karşılamanız, reklamını yapmanız sizin için maliyetken, falanca bir internet fenomeninin gördüğü rüyaları bir araya getirip kitaplaştırdıktan sonra onlarca tekrar baskıyla satmanız kâr üstüne kâr kazandırırken, kaliteli kitap basmanın “külfetinin” altına niçin giresiniz? Bir tarafta fikrî, bir tarafta ticarî boyut... İnsanların hevalarını besleyen unsurlar ne yazık ki aleyhimize işliyor. 

Söylediklerinizden topyekûn bir anlayış değişikliğinin şart olduğu anlaşılıyor...
Evet. Biraz önce belirttiğim gibi ilkeler bazında lâik bir devlet idaresi söz konusu olduğu için buna ilkesel bazda müdahale etmek istemiyor olabilir. Veya yaptırım koymak istemiyor.

O halde devlet yapısında değişikliğe gidilmesi gerekiyor...
En azından laikliğin kendi içerisinde, yaşayan insanlara istediklerini verebilecek şekilde olması gerekiyor. Yani devlet lâik olsa bile eğer o ülkenin yüzde 90’ı Müslümansa Müslümanlığını yaşayamıyorsa burada laiklik de işlevini yitirmiş demektir. Laiklik, kişinin dinini yaşama hürriyetini teminat altına almak oluyorsa ve ben İslam’ı yaşamak istediğim halde belli müşkülleri aşamıyorsam, bunun çözümünde devletin desteğinden mahrum kalıyorsam, o zaman devletin bir reforma gitmesi şart. 

Mesela başörtüsü yasağının kaldırılması... Başörtüsü şeriatın emri. Şeriatın kendisi mesele değil, ama şeriatın emirleri çok büyük bir problem. Bu tutarsızlığı nasıl aşabiliriz?
Bir Müslümanın en temelde böyle bir ikileme düşeceğini tasavvur etmiyorum aslında. Müslüman İslâm hukukunun getirdiği kaidelerle yönetilmek arzusunu her zaman kalbinde, gönlünde taşımak zorundadır. Ancak şartlar laik bir rejim içinde veya daha farklı bir rejimde yaşamayı zorunlu kıldığı zaman bu iki zorunluluk arasında ne yapılabileceğini düşünmek gerekiyor. Bir Müslüman için, İslâm hukukunun, şeriatın bütün yönleriyle tatbik edildiği bir nizam içinde yaşamamızdır zorunlu olan. Buna hiçbir Müslümanın itiraz etmesi söz konusu olmasa gerek. Ancak içinde doğduğumuz, yetiştiğimiz bazı durumlar bizi zarurî olarak çevrelemiş olduğundan maslahat icabı bir çare bulmamız söz konusu oluyor. 

Başörtüsü özgürlüğü meselesi bitti; kalan meseleler nasıl olacak?
Bu deminden beri konuştuğumuz konularla irtibatlı. Yüzeysel olan, gözle görünenin ötesine geçebilecek bir bakış açısı kazandırmadığımız sürece gördüğünden keyif almak ve gördüğünden rahatsız olmak denklemini yıkıp, görmediğimiz zaman hakikat olan, şu anda çözemediğimiz ama asıl meselemiz olması gereken mevzuların derinliğine nüfuz edemediğimiz takdirde bu devran böyle gider.

Şuurlara alternatif vermek gerekiyor öyleyse... Bu kadar büyük meseleler yerli yerinde dururken, Diyanet ise sigara içen imamlar hakkında yasaklar uygulamakla meşgul...
Ne hazindir ki, bizim dinî birikim açısında yüksek seviyede gördüğümüz insanların bile, bahsettiğimiz aklı gözünde kitleden farklı bir hususiyetlerinin kalmadığını gösteriyor. Şöyle ki, eğer bir evde yangın varsa, duvardaki tablonun yamuk durmasını dert etmek, aslında evle ilgili düşünülebilecek en son hassasiyettir. Ümmetin saadetine engel olacak o kadar meselenin bütün şiddetiyle tezahür ettiği bir yerde bu tür şeyleri işten saymak kitleyle arada bir fark kalmadığını işaret ediyor.

O halde, ulema yetiştirme zarureti de doğmuyor mu?
Tabiî ki. Buna mahkûmuz. Reformist dediğimiz insanların âlim olmadığını âlim yetiştirdiğimiz zaman anlayacağız. Ne yazık ki durum bu. Âlim zatlarımızın, menkıbeleri, tercüme-i halleri yine ümmetle buluştuğu vakit bunu belki anlayacağız. Mâtürîdî hazretleri istismar edildiğinde bu istismarın konuşulduğu, reformistlerin eline bırakılmadığı zaman belki anlayacağız. Tefsir yazan insanlara karşı, “gerçek tefsir budur” kardeşim diye meydan yerine koyulduğunda idrak edilecek bir mesele bu. Bugün bunu yapacak kadrolardan mahrumuz. Bugün ümmetin zeki çocuklarını ailesinin rızasıyla alıp yetiştirmek çok zor. 

Âlimlerin yetiştikten sonra onların içtimai meselelere müdahil olması, cemiyetle bütünleşmesi gibi bir problemin de üstesinden gelmek gerekir değil mi?
Fildişi kulelerine çekilip, akademik, entelektüel faaliyetlerle yoğrulup dava şuuru dediğimiz bir fonksiyondan uzak “âlimlerin”, cemiyet meydanına dönük yüzünü kaybetmesi gibi bir durum yaşıyoruz. İlmen kendisini yetiştiren insanların buna paralel olarak cemiyet meydanında da faal olması gerekir. Hilafetin tatbik edildiği dönemlerde ideoloji ile ilmi aynı çatı altında buluşturmak gibi bir ihtiyacı hissetmemiş olabiliriz; fakat bugün realiteyi göz ardı etmeyen bir nizam olan İslâm adına ideolojik açıdan da kendimizi yetiştirmemiz gereken şartlarla karşı karşıyayız. İlmen olduğu gibi ideolojik olarak da bir dünya görüşü tanzim etmek açısından aradaki irtibatı sağlayıcı kadroların istihdam edilmesi gerekiyor.


Baran Dergisi 631. Sayı