Venezüella Devlet Başkanı demokratik yolla başkan seçilmişti. Batı bu durumu hiçe sayarak Guaido’yu tanıdığını, Maduro’nun alaşağı edilmesi gerektiğini söyleyip tehditler savuruyor. Aylık dergisinde, Kasım 2018’de çıkan makalenizde, “Dolayısıyla, öncelikle açıklığa kavuşturulması gereken mesele feodalizmden kapitalizme geçiş süreci değil, devlet ve sermayenin nasıl olup da, dünyanın başka bir yerinde değil de sadece Avrupa’da bir araya geldiği meselesi olmalıdır. (…)Dolayısıyla, tüm bu olumsuzlukların üzerinden kuru bir mantıkla atlayarak, geriye dönük bir öngörüyle, demokrasinin Avrupa topraklarındaki köklerinin derin olduğu düşüncesine varmak sadece bir varsayımdan ibarettir.” diyorsunuz. Bu tespitinizi Güney Amerika’da yaşananlarla birlikte değerlendirebilir misiniz?
Dünyada siyasî güçlerle malî güçler yani sermaye güçleri arasında parçalanma var ve denge bir türlü kurulamıyor. Para gücüyle silah gücü artık farklı noktalarda birleşiyor. Her iki güç de kendi emellerine uygun siyasî figürleri seçtirmek, iktidara getirmek, projelerini bunların eliyle gerçekleştirmek derdinde... Buna uygun adamını bulup kullanma peşinde. Trump da bu figürlerden biri. Suudi prens Salman yine öyle. Venezüella’da Guiado, Fransa’da Macron gibi isimler bu vizyona uygun siyasî figürler... Erdoğan, beslendiği kültür itibariyle bunların arasında tebarüz etmiş vaziyette. Her ne kadar kendi hazinemizin dilencisi konumunda olsak da, bu fark bariz hissediliyor. Bir de krizlerin temelinde şu nokta var: Lider yok… Oysa siyaset sanatı sanatların en muhteşemi. Çünkü siyaset sanatının “malzeme”si insan. İnsanı yoğurup biçimlendirebilecek çap ve nitelikte bir lider yok.

Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’e yapıldığı gibi, BM’deki oturumlarda ABD’nin baskısıyla ve saçma sapan birtakım iddialarla Maduro da hedef alınmış durumda. BM’nin de benzer senaryolara alet edilişi sürüyorken...
Ahlâkî çöküş, sistemin de çöküşünü beraberinde getiriyor. Ahlâk oluşmuyor. Bu durumda “yasal” olan ahlâkî olanın yerine ikame ediliyor. Küresel köyün muhtarı oldukları için bunu da bir şekilde meşrulaştırıyorlar. Dünya nakdi üzerinde denetim, teknoloji, hayatî enerji kaynakları ve medyanın kontrolü, bu ayrıcalıklı aktörlerin elinde… Amerika bile, dünya üzerinde güç kullanma tekelini, ancak bunların rızasıyla sürdürebiliyor. Dolayısıyla, Amerika’nın da sahibi bunlar. Fakat gelinen noktada, dünyanın en borçlu ülkesi konumundaki Amerika’nın, artık Amerikan Merkez Bankası (FED) eliyle kalpazanlık yaparak, dünya ticareti üzerinde baskı kurarak doları sürekli rezerv para pozisyonunda tutması, kendini finanse ettirmesi ve kapitalizmin lider ülkesi olma konumunu sürdürmesi pek mümkün görünmüyor. Zira kapitalist tarihin devamı için; her nöbet değişiminde, kapitalist dünya ekonomisinin yeni ve daha gelişmiş kurumlar üzerinde yeniden yapılandırılması, maddî genişlemenin sağlanması ve bunların organizasyonu zaruri…

Bu durum küresel kurum ve kuruluşların da çöktüğü anlamına mı geliyor?
BM, NATO, IMF’de kurumsal dejenerasyon had safhada. Sermaye fazlası kaynaklara el koymak için yapmayacakları şey yok. Dünyadan gizleniyor olabilir ama küresel çöküş tehdidi çok açık. Piyasalarının alt katmanı kaosa gebe. Tıpkı tabiatta biriken gerilimin, tek tek nesnelerin içinden geçerek temas ettiği her şeyi huzursuz kılmasında olduğu gibi, modern bireyin başkalarından çalınmış, başkalarının yaşayamamış oldukları hayatlar üzerine kurduğu bir hayat da biriktirdiği riskleri, zehirli atıkları kusarak dünyayı yaşanmaz bir yer hâline getirdi. Korku, kaygı, sığınma ihtiyacı postmodern dönemin hayatına da, sanatına da sinmiş durumda. Uzun süre rahata, refaha alışmış, ne ruhen ne bedenen ciddi hiç bir yara almamış bünyesi, kırılgan bir hâle geldi; güç bünyeden mikroba geçti. Kendini yenileyemeyen bünye, kendi yok oluşunun bakterilerini yine kendi içinde üretmeye, kendini yemeye başladı. Oysa daha az yese, daha az hastalanacak, daha uzun yaşayacaktı. Doymak nedir bilmeyen bünye artık içe patlamaya meyyâl, devlet ve toplum arasındaki konsensüs zayıfladıkça, modern illüzyonun bedeli de ağır olacağı benziyor.

Kuralsızlığın kural olduğu bir dünyada yaşadığımızı söylüyorsunuz. Meselâ şu tesbitiniz: “İllegalite artık bir devlet politikası. Malî disiplinsizlik, şiddet tehdidi ve tekeli fertlerden devlete geçti. Denetimden kurtulanların çoğu denetimi imkânsız kılarken, resmî yapıların karmaşıklığı kendi içinde düzensiz gayrı resmi yapılar üretti”. Denetimi imkânsız kılan yapılar derken neyi kastediyorsunuz?
Evet, illegalite, başta ABD olmak üzere kapitalizmin diğer başat ülkelerinin devlet politikası oldu. Sistem karmaşıklaştıkça uluslararası şirketler denetimden kurtuluyor ve “off shore” benzeri kontrolsüz noktalarda barınırken para kaçırmak, sermaye bloke etmek gibi gayrımeşru işlere ister istemez bulaşıyorlar. Denetiminin nasıl yapılacağı, nasıl elde tutulacağı ise belirsiz. Para düzenindeki kriz, askerî krize, askerî alandaki kriz de dünya hâkimiyetinde meşruiyet krizine dönüşerek, sistem toplum nezdinde inanılırlığını yitirip, ciddi biçimde sorgulanır hâle geldi. Bu yapılar ister istemez gayrıresmi yapıları doğuruyor. Modernizm, “duyumcul” kültür üzerinden yürüdü. Bu Rönesans’tan bu yana böyle. Hatırasız, hafızasız, köksüz bir insan modeli yetişti. Bu insanı harekete geçiren yegâne şey maddedir. Bağlandığı şeyin hakikatle bağının olup olmamasının hiç bir değeri yoktur. Önemli olan ona sağladığı faydadır. Tek kaygısı; “iyi yaşamak”tır. İyi yaşamaktan anladığı da, sadece nefsin isteklerini, bedenin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir duygudur. Böyle bir durumda, hayvanların hatta bitkilerin bile iyi yaşadıklarını kabul etmemiz gerekir ki, salt kaba hazcılığa dayalı bir hiyerarşiye katılıyor olmak kimseyi farklı kılmaz. Buradan yürüyen kültürün varacağı yer bellidir. Böyle bir kültür üzerinden yürüyen hareketin varacağı başka bir nokta yoktur. Dolayısıyla demokrasinin de ister istemez “sezarizm”e evrilmekten başka gidebileceği yer yoktur. Dolayısıyla demokrasi modern zamanların da en büyük aldatmacasıdır. Üçüncü dünya ülkelerinin hâlâ demokrasi güzellemeleri yakmaları abesle iştigalden başka anlama gelmez. İspanyol sömürgeciliğinde Cortez ve Baltazar’ın askerlerinin yaptığı zulmü, frenginin öldürücülüğünü bugün demokrasi üzerinden yapıyorlar. Batı’nın Venezüella’da yaptıkları modern küstahlığın keyfi vandalizmidir

Batı’da Maduro konuşulurken Erdoğan’ın adı da dillendiriliyor. Türkiye’nin bu uluslararası kaos içinde durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ortadoğu’da oynanan oyunlar aslında iki ülkenin, Türkiye ve İran’ın üzerine oynanmaktadır. Bu bölgede devlet gibi devlet diyebileceğimiz iki devlet var. Mısır’ı bir şekilde hallettiler. Diğerlerini gecekondu devleti olarak nitelendirebiliriz. Osmanlı bakiyesi üzerinde üretilmiş yapılar. Daha ötesi sünnî İslâm’la mücadele ediyorlar. Dertleri sünnî İslâm. Coğrafyamızda sünnî unsurları barındıran yapıları bitirmeye çalışıyorlar. Saddam Hüseyin’i de, Kaddafi’yi de bunun için bitirdiler. Şu aşamada ise, Türkiye’yi çepeçevre kuşatıp Müslüman dünyadan tecrit etme operasyonlarıdır. Çünkü Türkiye’nin işini bitirdikleri zaman İslâm dünyasının biteceğini de biliyorlar. Fakat diğer taraftan dirilişten dirilişe geçişin Türkiye’de başlayacağını da biliyorlar. Onun için de Türkiye’yi çepeçevre kuşatıp İslâm dünyasını da tecrit etme derdindeler. 

Türkiye şu aşamada Osmanlı bakiyesi toprakların tamamına açılmış durumda... Bahsettiğiniz tecridi kırabilecek donanıma ulaşabildi mi Türkiye?
Bu halk, AK Parti iktidarıyla ilk defa İslâm’la barışık bir iktidar buldu. Bu balkanlar için de, diğer halkı Müslüman ülkeler için de böyle. Tek sığınak, son kale Türkiye. Halk nezdindeki bakış bu. Ancak coğrafyanın bir araya gelmesi de bu nispette çok zor. Bunun gerçekleşmemesi için laboratuvar üretimi birçok örgüt kuruluyor. DAİŞ, Boko Haram gibi. Ismarlama, laboratuvar üretimi unsurlar. İslâm dünyası da Batı’nın yanlışlarını alt alta sıralayarak İslâm’ın evrensel mesajını Batılı formlar içinde yeniden üreterek teselli buluyor. Yüzyıllar var ki, büyük bir ihtilâl-inkılâp dünyayı köklerinden sarsmadı. İnsanlığın kendine gelebilmesi için böyle bir büyük sarsılışa ihtiyacı var. Türkiye için Rusya da Amerika da güvenilmezdir. Her ikisi de en zor zamanlarında müttefiklerini satmış ülkelerdir. Türkiye bu hakikati göz ardı etmeden karar vermek zorunda. Aksi halde biriken muhakeme hataları kararlarımız üzerinde etkili olur, büyük başarısızlıklarla ve sonu hüsranla biten trajik olaylarla karşılaşırız. Türkiye eğer bu tür sürprizlerle karşılaşmak istemiyorsa, mesela, Amerika’nın ani bir kararla Suriye’den askerlerini çekme hadisesine ihtiyatla yaklaşmalı, bunun taktik bir hamle olabileceğini, Amerika ve Rusya arasındaki bir anlaşmadan kaynaklanabileceğini göz ardı etmemelidir.


Baran Dergisi 630. Sayı