Suriye’de yaşananları yakından takip ediyorsunuz ve oradaki grupların yapısını iyi biliyorsunuz. Bu çerçevede IŞİD’in yapısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

IŞİD’le alakalı meselelerin komplo teorilerinden ibaret olarak ele alınmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu örgütün ortaya çıkış sebepleri Ebu Gureyb cezaevleridir, Irak’ta yapılan işkencelerdir... Bu işkenceler altında bir nesil oluşmuştur. IŞİD’in en büyük sıkıntısı dayandıkları düşüncenin problemli olmasıdır. Asıl konuşulması gereken ise bu meseledir. Buradaki “haricî” zihniyet irdelenmelidir. IŞİD içerisinde birçok samimi insan olmasına mukabil cihad yaptığını iddia ederken Müslümanları tekfir ederek katleden ölçüsüz bir yapıyla karşılaşıyorsunuz. IŞİD, bizim Ehl-i Sünnet vel Cemaat anlayışımızın tamamen dışında bir düşünce yapısında... Selefilikten beslenen bir anlayışa sahipler.

Bugün Suriye’de IŞİD en az Esed kadar büyük bir problem hâline geldi. Ben oradayken halk tarafından çok sevilen bir âlimi kestiler. Batı da bu tür hadiseleri çok iyi bir biçimde kullanıyor. Bundan on yıl kadar önce, İslâm’a yönelik müthiş bir teveccüh vardı. Batı’ya gittiğimizde bu ilgi ve alâkayı görebiliyorduk. Bundan birkaç ay önce bir yabancıya İslâm’ı anlatıyordum. IŞİD’in sergilemiş olduğu tavırlar yüzünden insanların İslâm’a olan alâkasının kırılmış olduğunu fark ettim. Bizim medeniyet, adalet, sanat anlayışımız silinerek, İslâm eşittir IŞİD görüntüsü insanlarda oluştu. Savaş bölgelerindeki ziyaretlerimden, mücahidlerle görüşmelerinden çıkarttığım bir şey de, cihad anlayışını mutedil Ehl-i Sünnet vel Cemaat’e oturtmadığınız müddetçe sadece yıkarsınız ve yıktığınızın yerine yenisini inşâ edemezsiniz. Bu fikirsizlik sadece yıkım doğurur.

 

İtikadî sıkıntılar, IŞİD’in içindekli sızıntılardan mı kaynaklanıyor yoksa yönetimin üst kademesi mi bu anlayışta?

Açıkcası ben, IŞİD’teki kişilerin %70’inin samimi duygularla hareket ettiğine inanıyorum. Diğer %30’a gelince, sızma olduğu kanaatindeyim. Bazı Arap ülkelerin istihbarat servislerinin yaptığı sızıntılar var. Mesela Suudi Arabistan yönetiminde birtakım unsurlar var ve bu unsurlar IŞİD gibi yapıları destekliyorlar. Yoğunlaşmamız gereken meselelerden biri de bu anlayışın, İslâm dünyasında nasıl zemin bulabildiğidir.  Bu anlayış nasıl ve nereden besleniyor?  Üzerine gidilmesi gereken nokta bu. Bu yapılmadığı sürece sadece komplo teorileri üretilir. Mesela Bağdadî hakkında birçok manipülasyon yapıldı. Zamanında Usame bin Ladin hakkında da bunu yapmışlardı; ama neticede Usame’yi ABD şehid etti. Doğru teşhis konulamadığı için tedavi de gerçekleştirilemiyor. Bu insanların Müslümanları bu kadar rahat öldürebilecekleri bir ortam nasıl oluştu? Burada ABD’nin Irak’a müdahalesinin, müdahale sonrası bıraktığı Şii yönetimin ve bu insanların Ehl-i Sünnet dışı anlayışlarının tesiri var.

 

Örgütte Suudi Arabistan etkisi hangi seviyede?

Suud etkisinden ziyade, “tekfirci-Vahhabî zihniyet” diyebiliriz. Suriye’ye son gidişimde, mücahidlerin esir aldığı IŞİD militanlarıyla cezaevlerinde görüşme fırsatım oldu. Bakınca psikopat tipler olduğunu anlıyorsunuz; ama biraz konuşunca da “kâfirlerle savaşmak” düşüncesiyle geldiğini kendisinden duyuyorsunuz. Bu militan, oradaki mücahidi kâfir bellemiş, bunu da bir takım argümanlarla açıklama çabasına giriyor; fakat bu açıklamalar da Ehl-i Sünnet vel Cemaat yoluna ters...

 

Arap devletleri dışında diğer devletlerin istihbarat servislerinin IŞİD üzerinde tesiri var mı?

Olduğunu düşünüyorum; çünkü IŞİD Ortadoğu’nun görmüş olduğu en fonksiyonel örgüt. Çok iyi bir akıl tarafından yönlendiriyor; Ortadoğu’nun üzerinde bir örgüt. Fakat bununla ilgili elimizde çok belirgin veriler yok.  Usame bin Ladin hakkında da yıllarca böyle şeyler söylendi; ancak öldürenler de ABD’ydi. Kesin kanaat belirtmemiz için elimizde net bilgiler olması lazım. Şunu da unutmamak lazım, zulmü başlatan en zalim olandır. Ortada IŞİD’i tetikleyen bir fikir ve yaşananlar var. Bağdadî, Adnanî gibi örgütün önde gelen isimlerinin Şiilere duyduğu nefretin altında, Şii cezaevlerinde yıllarca görmüş oldukları işkenceler var. Bütün hakikatlere sahteleri musallat olur. İslâm dünyasında bir hilafet beklentisi var.  IŞİD gibi yapılar yüzünden sahte bir İslâm anlayışı oluşuyor ve hakikati de gölgeliyor.

 

Usame bin Ladin’den bahsetmişken, El-Kaide ile IŞİD arasındaki mevzunun aslı nedir? IŞİD mevzusu El-Kaide’yi arka plana attı diyebilir miyiz?

Buradaki en büyük darbeyi El-Kaide yedi. IŞİD’in ortaya çıkmasında da El-Kaide’nin pragmatik davranmasının çok büyük bir tesiri var. IŞİD’in ortaya çıkmasında El-Kaide’nin şöyle bir rolü var: IŞİD denen grup bir anda ortaya çıkmadı. İnsanlar örgütün kurulmasını bir günle neticelendiriyor. Oysa IŞİD, tâ 2006’lara dayanıyor. İlk olarak Irak İslâm Devleti diye ortaya çıktılar. Bugün Suriye’de yaptıklarını, Irak’taki yerli mücahidlere yaptılar. Orada Irak İslâm Ordusu gibi, Irak İslâm Direniş Çetesi gibi, yerli Iraklı gruplar vardı. Suriye’de yaptıkları gibi onları da katledip zedelediler. O dönemde Iraklı yerli mücahidler Usame bin Ladin’e çağrılarda bulundular, kayıtları da mevcut. Fakat El-Kaide bu çağrıya cevap vermedi, pragmatik davrandı. Bunlar Suriye’de yaptıkları gibi, Irak’ta da yüzlerce yerli mücahidi katlettiler. El-Kaide’nin pragmatik davranması, IŞİD’i güçlendirdi. Mesela geçmişte El-Kaide tarafından Irak’ta Şiilerin camileri bombalanıyordu, pazar yerlerine bombalı saldırılar gerçekleşiyordu. Birkaç gün önce Kuveyt’te Şiilere yapılan saldırıyı Nusret cephesi kınadı. IŞİD ile kıyasladığımızda El-Kaide’nin daha dengeli giden bir havası var. Ne olursa olsun yerli olmayan, mutedil Ehl-i Sünnet vel Cemaat’e dayanmayan, bulunmuş olduğu mücadelede bulunduğu toplumun sosyolojisini, kültürünü anlamayan hiçbir hareket başarılı olamaz.

 

İçerisindeki samimi insanları bir kenara koyarsak, stratejik olarak IŞİD kime hizmet ediyor?

IŞİD en büyük darbeyi Suriye devrimine vurdu. Ne zamanki muhalifler Halep’e operasyon düzenleyecek olsa, IŞİD onları arkadan vurdu. IŞİD’in Suriye devrimine darbe vurması da şunu gösteriyor; bizim halklarımıza, mazlumlarımıza prensip olarak hizmet etmiyor. IŞİD üzerinden sürekli bir kaos yapısı oluşturuluyor. IŞİD üzerinden Müslümanları karalama kampanyası düzenleniyor. Bir Amerikalı komutan; “Biz bu mücahidlerle yıllarca savaşsak da onları bitiremeyiz, bitirmemiz gereken şey cihad anlayışıdır” diyor. IŞİD’ten sonra cihad anlayışı sorgulanmaya başladı. İnsanlar artık direkt olarak cihad anlayışı üzerinden tartışıyorlar. Cihad bizim için 1400 yıldır var olan bir mefhum, topraklarımızı ve kültürümüzü cihad ile koruduk. Eğer cihad anlayışı ile bugün IŞİD’in yaptıkları özdeşleştirilirse, ileride çok menfi neticeler doğuracaktır. Ölçüsüzce insan öldüren, kadınları cariye olarak alan, katliamlar yapan anlayışla cihad anlayışı bağdaştırılamaz.

 

Suriye’de son yaşananları nasıl yorumluyorsunuz?

Açıkçası, “Suriye’de iç savaş ve mezhep savaşı var” fikrine katılmıyorum. Bu bir propagandadır. Suriye’ye gittiğinizde çok rahat görebileceğiniz şey, yıllardır zulüm gören Sünnî halkın, zalim Baasçı Nusayri rejime karşı başkaldırısıdır. İran ve Rusya’nın devreye girmesi işin rengini değiştirdi. Bir hafta Halep’te kaldım. Her taraf İran’dan, Lübnan’dan gelen Hizbullah’ın Şii keskin nişancılarıyla dolu. Hareket eden her şeye ateş açıyorlar. İran nasıl ki dün ecdadımız Osmanlı’yı defalarca arkasından vurmaya kalktıysa, bugün aynı şeyi Suriye’deki Sünnî Müslümanlara yapıyor, zalim yönetim şeklini destekliyor. Beş yıldır, “Suriye” denince akla birçok sıkıntı geliyor; fakat unutulmamalı ki, bir halk beş yıldır, her şeye rağmen teslim olmuyor. Saraybosna’daki gibi, hareket eden her şeye keskin nişancılar müdahale ediyor. Daha önce hiç bu kadar yüksek dozda bombardıman görmedim. Gazze’dekinden bile daha fazlasını düşünün. Gece-gündüz bomba atılıyor, buna rağmen Halep’liler teslim olmuyor. Suriye’nin dört bir yanında mücadele devam ediyor. Buradaki savaş bir nev’i bizim savaşımız. Oradaki insanlarla kaderimiz ortak. Suriye’de ve Mısır’da verilen mücadeleler İstanbul’un akıbetini belirleyecek. Bu topraklardaki savaşlar, İslâm dünyasının geleceğini şekillendirecek. Halep’te bir hafta boyunca en uç bölgelere gittim. Halep’te Emevî camisinde mücahidler Türkiye’deki seçim sonuçlarını soruyordu. Cephe hattına yakın evlerde insanların Recep Tayyip Erdoğan’a dua ettiklerini gördüm. Her şeyimiz artık bir. Ya hep birlikte var olacağız ya da hep birlikte yok olacağız. Suriye mücadelesini kendi mücadelemiz olarak görmeliyiz, görüyoruz da. Suriye’de Ehl-i Sünnet bir yapı yönetim oluşursa ancak her şey düzelir.

 

Suriye’nin kuzeyinde kurulmak istenen Kürt Devleti, meselesi nedir? 

Şunu çok açık görüyoruz ki, Kürt Devleti kurmak için birtakım hamleler var. Suriye’deki bu Kürt bölgelerine gittiğinizde tamamen Suriye’nin geleneksel kültüründen arındığını görebilirsiniz. Esed’in uzun süredir kıramadığı İslâmî hassasiyeti, PYD çok kısa zaman sürecinde kırdı. İslâm’ı o topraklardan uzaklaştırmaya çalışıyorlar ve bunda da büyük mesafe kat ettiler.

 

Recep Tayyip Erdoğan “Böyle bir şeye kesinlikle müsaade etmeyiz, gerekirse oraya müdahale ederiz!” dedi. Türkiye’nin oraya olası bir müdahalesi mümkün müdür? Olursa ne gibi sonuçlar doğurur?

Suriye’de bu meseleleri mücahidlerle konuştum. Bir mücahid, “Türk ordusu gelsin, birlikte Şam’a kadar gidelim; ama Türkiye, NATO ile gelirse karşılarına ilk biz çıkarız” dedi. Türkiye Osmanlı’dan sonra ilk defa büyük bir devlet izlenimi veriyor. Türkiye kuruluşundan beri seyirciydi. Özellikle Ak Parti’nin son yıllarında oyuncu olmayı başardı. Bugün ise oyun kurucu olmaya zorluyor. İslâm dünyasının, önünü açabilecek tek güç Türkiye’dir. Tarih ve coğrafyası Türkiye’ye bir görev yüklüyor.

 

Salih Mirzabeyoğlu’nun da dediği gibi, “şartlar Türkiye’yi tarihi misyonunu üstlenmeye zorluyor”...

Tabiî ki, bütün mesele de bu zaten. Suriye ve Irak’taki tüm olaylara bakarken, asıl hesaplaşmanın Türkiye üzerinden olduğunu düşünüyorum. Musul’u İstanbul’dan ne kadar farklı görebiliriz? Musul bizim için Konya’dan çok mu farklıdır? Halep, bizim için Bursa’dan çok mu farklıdır? Tarih bizi bir yere doğru götürüyor ve bu akışta doğruları yapmaya mahkûmuz. İşte bu yüzden seçim döneminde ve öncesinde Türkiye’de operasyonlar yaptılar, saldırdılar. Ak Parti’nin bazı meselelerdeki görüşlerine katılmıyor, düşüncelerine katılmıyor ve politika olarak birçok eleştiri yapıyor olabilirim; fakat, seçimlerden sonra herkesin gördüğü gibi Tayyip Erdoğan bir sembol oldu. Dünya basınında ne kadar Ehl-i küfür varsa sevindi ve ne kadar Ehl-i İslâm varsa üzüldü. Tarih hem Erdoğan’ı hem de Türkiye’yi böyle bir noktaya getirdi. Hâdiseleri değerlendirirken aktüel hâdiseler üzerindeki mânâyı da görmeye çalışmak lazım. Eğer bunu göremezseniz tarihin Türkiye’yi götürdüğü yeri göremez ve kısır değerlendirmelerde bulunursunuz. Suriye’deki zulme göz yummayan ve çomak sokan bir Türkiye var. Ekonomik olarak bağımsızlaşmaya başladığımızdan beri siyasî olarak birtakım hadiselere yön veriyoruz. Bugün çok önemli bir kavşaktan geçiyoruz. Sonuna kadar tarafımızı korumalıyız. Mesele sıradan bir mesele değil, mesele ümmet meselesi. Türkiye’deki seçimler tâ Afrika’daki Müslümanı bile ilgilendiriyorsa, insanların sevinip üzülmesini sağlıyorsa, bu meseleye sıradan bir meseleymiş gibi bakamayız. Ya mücadele edip yüzyılımızı kazanacağız ya da bir yüzyılımızı daha kaybedeceğiz. Bu sebeple önümüzü kesmek adına ABD ve İngiltere her türlü oyunu oynuyorlar. PYD’yi bize karşı kullanıyorlar, dün nasıl II. Abdülhamid’i azınlıklar üzerinden devirme politikası uygulandıysa, bugün de Kürtçü faşist ve Marksistler üzerinden aynı oyunu oynuyorlar. Artık ok yaydan çıkmıştır ve geri dönüşü yoktur. An itibariyle yapmamız gereken; kısır tartışmaları aşıp, meseleye daha geniş perspektiften, ümmet perspektifinden bakmaktır. Anadolu Şam demek, Mısır demek, Bosna demektir; ümmet demektir. Mücadelenin merkezi Türkiye’dir, bu merkezi ne kadar savunursak o kadar muvaffak oluruz.

Son olarak ekleyeceğiniz bir şey var mı?

Son olarak, ben şuna inanıyorum; direnen ve mücadelesinde gözünü karartan insan asla yenilmez. Karşı tarafın daha üstün etkenleri olsa da, mücadele edip iradesine mukayyet olan insan savaşı kazanır. Osmanlı’nın dağılmasından sonra Ümmet-i Muhammed bir akamete uğradı, bölündü ve parçalandı. Bu ârizî bir durumdu, tarihimizin her döneminde, halifemiz ve devletimiz olmuştur. Şu anda ecdadımızı ve tarihimizi iyi anlarsak, bugün yaşananları anlarız. Dün Şah İsmail’in yaptığını bugün Hameney’ler yapıyorlar, tabiî bunların karşılarına nasıl Yavuz Sultan Selimler çıktıysa bugün de karşılarına çıkacaklar. Bu topraklar bu mücadelenin merkezi, mücadele eden insan umut taşır, umutlu olmayan insan kavga etmeyen insandır. Her şeye rağmen direnen bir İslâm dünyası var. Suriye’deki Sünnî kardeşlerimiz direniyor, Irak bir şekilde direniyor, Filistin direniyor, Afganistan direniyor… Eğer bir yerde direniş varsa, umut da var demektir. Aynı tarihin, dinin çocukları olarak yapmamız gereken daha ümmetçi davranmaktır ve ulus sınırlarını aşmaktır. Tüm İslâm âleminin sorunlarından kendimizi mesul hissederek mücadele etmemiz lazım. Bu bir sancak meselesidir. Mursi ve Bangladeş’teki Cemaat-i İslâmi liderleri ölüme yürürken bize sancak teslim ediyorlar. Bu insanlar neden özür dilemiyorlar? Ümmetin şerefini ve onurunu ayakta tutmak için af dilemiyorlar! Meselemiz bu sancağı yere düşürmeden, dikilmesi gereken yere dikmek.

Teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim.