Emekli deniz subayı Vehbi Kara ile, tarihi seyriyle birlikte Doğu Akdeniz başta olmak üzere Türkiye’nin denizlerdeki güç ve konumunu, 12 ada sorununu, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu konuştuk. Dr. Vehbi Kara, Lozan’da kaybedilen denizlerde yeniden güçlenmek için zamanın Türkiye lehine işlediğine dikkat çekti
 
Akdeniz fatihi Barbaros Hayrettin Paşa’nın türbesi bildiğiniz gibi İstanbul Beşiktaş meydanında durur. Aynı meydanda Osmanlı’nın çeşitli dönemlerinde kullanılmış topları boğaz sularına doğrultulmuş şekilde sergilenir. Bizim için denizlerin, özellikle Akdeniz’in tarihi önemi nedir, tarihimizde nasıl değerlendirilmiş?
Çok güzel bir noktadan girdiniz. Bir defa Osmanlı Devleti denizci bir devletti. Denizdeki gücünü yitirdikten sonra yavaşa yavaş geriledi ve sona erdi. Büyük devletlerin ayakta kalabilmesi, denizdeki kuvvetiyle doğru orantılıdır. Denizler kaybedildiği takdirde hedef haline gelir, bütün menfaatlerini zincirleme kaybeder. Denizde hakim olamayan karada da hakim olamıyor. Tâ Sokollu Mehmet Paşa zamanında İnebahtı Deniz Savaşı’nda Haçlı donanması bizim Osmanlı donanmasını yeniyor. Batılılar için bu yenilgi şu anlama geliyor; “Osmanlılar da yenilebiliyormuş. O döneme kadar Osmanlı hangi savaşa girse hep kazanmış. İnebahtı’nın döneminden sonra duraklama dönemi başlıyor. Cezayir, Trablus, Tunus ve sonradan Mısır öyle bir noktaya geliyor ki, merkezden yönetilemeyen, “dayı”ların yönettiği ilginç bir döneme giriliyor. “Dayı” dediğimiz, o bölgelerde ileri gelen feodal beyler... Genelde bunlar Türkler oluyor. Biraz otoriter, bölge toplumuna sert hükmediyorlar ama devlet gücü gibi hareket etmedikleri için zamanla güçten düşüyorlar. Önce İspanyolların, sonra Fransızların işgaliyle bütün Kuzey Afrika’yı kaybediyoruz. En son Trablusgarp yani Libya’da İtalyanlar tarafından işgal ediliyor. Donanmamız da 1800’lü yılların sonunda “hasta adam” yaftasını alan imparatorluğun halini ortaya koyuyor zaten. Arada sadece Abdülhamid Han’ın 33 yıllık yönetiminde ülkeyi ayağa kaldırma hamleleri var. Küçücük Yunanistan hatta Bulgaristan Osmanlı’ya kafa tutacak kadar ileri gitti. Bu duruma gelişin en önemli sebebi Akdeniz’de güçlü bir donanmamızın olmamasıdır.
 
“Deniz Ticaretinde Daha Çok Yaygın Olmalıyız”

Üç tarafımız deniz, bunun olmaması akıl dışı bir durum zaten öyle değil mi?
Elbette. Deniz aslında çok büyük faydalar sağlayıcı bir avantaj. 1 km’lik deniz sınırı olan bir ülke birçok ülkeye komşu olabiliyor. Hiçbir gümrük giriş-çıkışına gerek kalmadan uluslararası ticaret yapılabilir. Hele bizim üç yönde denize açılmamız çok büyük bir menfaattir. Fakat bizde “bozkır kültürü” hakim olduğu için denizciliği sevemedik, denizciliği halkımıza sevdiremedik. Bunun sıkıntılarını hâlâ yaşıyoruz. Marmara Denizi gibi iç denizimizle birlikte üç tarafımız deniz olmasına rağmen dünya denizciliğinde olmamız gereken noktada çok uzaktayız. Özal döneminde denizcilikte kalkınma çabaları sonucu ticari toparlanma oldu. Çok sayıda gemi devreye girdi fakat bilahare süreç tıkandı. Bugün bazı alanlarda iyi olsak da tatmin edici değil. Mesela askerî tersaneler ve savaş gemisi inşaı hususunda son yıllarda önemli adımlar atıldı. Şu an Akdeniz’in güçlü donanmalarından bir tanesine sahibiz. Bununla birlikte yeterli görmemeliyiz. Eğer mevcut donanmamız olmasaydı; Akdeniz’de hiçbir şey yapmamız mümkün olmazdı. Yunanistan-İsrail ve GKRY haksız yere bütün Doğu Akdeniz’i “münhasır ekonomik bölge” sınırları içine alıp bölgeden çıkan doğalgaz, petrol gibi yeraltı zenginlik kaynaklarını gasp etmeye çalıştılar. Donanmamız sayesinde müdahil olup bölgeye sondaj gemileri gönderdik. Hakkımız olan sınırları çizdik. Mesela Yunanistan’ın ruhsat verdiği alanlardaki İtalyan sondaj gemilerini donanma unsurlarımızı kullanarak hakkımız olan sahadan çıkardık. “Gambot diplomasisi” denilen şey bu. Savaş gemisini savaşa girmeden kullanıyorsunuz. Şunu unutmamak lazım; “güçlü bir donanma” derken güçlü bir ticarî donanmaya da ihtiyaç var. Çünkü askerî donanma sürekli kaynakları tüketir, bitirir; masraflıdır. TSK’nın diğer unsurları gibi. Gereğinden büyük bir ordu ülkenin başına yük olabilir. Buna karşılık denizde de ticarî donanma bulundurmak gerekir. Özel sektörün güçlü olması, denizde de yaygım olması gerekir ki, bu sayede deniz savunması da güçlendirilsin. Kara ve hava kuvvetleri için de öyle. İyi, nitelikli, yüksek bir silah sanayiine sahip olursanız, üretirseniz, hem ordunun diğer unsurlarını besleyebilir, hem yönetebilirsiniz. Tek taraflı olmaz. Mesela Osmanlı’nın son döneminde dış borçların önemli bir kısmı donanma masraflarından dolayıdır. Ancak öyle bir donanma hazırlanmış ki, göz boyamaktan ibaret kalmış. Balkan Savaşı’nda hiç bir işe yaramamış. Nitekim 1918 Mondros Mütarekesi’nde dayatılan maddelerden biri de “Osmanlı harp gemilerinin teslim olması ve Osmanlı limanlarının İtilaf devletleri tarafından gözaltında tutulması” olmuştur.

Abdülaziz dönemi...
Bu dönemde dünyanın üçüncü büyük donanması olarak gösterilmiş ancak donanma Haliç’ten çıkamayacak kadar berbat durumda. Makineleri çalışmayan, ahşap çarkları boyayıp güya makine görünümü vermişler. Özellikle Bahriye danışmanı olarak gelen İngiliz amirallerden biri olan Williams donanmamızın canına okumuş. Modern gemiler yerine külüstür gemileri öne çıkarmış, donanma gemilerine Sabetay Yahudilerini getirmiş. Donanma sayıca çok gibi gibi ama başımıza bela olmuş. Müthiş masraflar. Balkan savaşlarında da donanma işe yaramamış. Zaten Osmanlı generallerinin önemli bir kısmı Sabetay Yahudisi. Milletin menfaati değil, küçük azınlığın menfaatini esas tutan bir komite bu. Bu hususta ne yazık ki bir kaç yetersiz çalışma dışında etraflı, derin çalışmaların henüz yapılmadığını söyleyebiliriz. Türk görünümlü, Müslüman görünümlü, sözde Cuma namazı müdavimi olup özel hayatında Yahudi kültürüyle yaşayan, özel ayinlerini yapan, Yahudi isimleri taşıyan, asimile olmamak için kendi aralarında kız alıp veren, Selanik, İzmir ve İstanbul’da yaşayan yaklaşık 220 aileden meydana gelmiş Sabetaycı bir çevre var. 350 yılın gerçeğidir bu. Hâlâ finans ve askerî kesimi sahada olan, dışişlerinde “monşer” dediğimiz çevre bu. FETÖ gibi yapılanıp kurumlarımızı ele geçirmişler. Bugün de etkinler. İktidar bunların varlığına engel olamıyor.

Akdeniz’in diğer tarafında terk ettiğimiz toprakların kendilerine ait donanması yok. Şu durumda Libya ile mutabakat sonrası, Tunus’la bağlantı ve en son Cezayir ile bir takım anlaşmalar yapıldı. Ne dersiniz, bundan sonra Kuzey Afrika’da Türkiye’nin nüfuzu aratacak mı?
Saydığınız üç ülkenin de bayrağında hilâl var. Elbette ilişkileri tahkime devam edilmeli. Bu girişimlerimizi ateşleyen Yunanlılar oldu. Öncelikle Kıbrıs Rum Yönetimi’yle Akdeniz parsellemişlerdi. Batılı şirketlere ruhsat vererek sondaj yaptırdılar. Hatta Kıbrıs’ın güneyinde petrol buldular. İsrail de bunlarla ortak hareket ediyor. Sonuçta bizi uyandırdılar. En uzun sınırlara sahip ülke Türkiye iken!.. Yalnız şunu unutmayalım; Yunanlılar denizci bir toplumdur. Denizleri bizim toplumumuzdan daha fazla önemserler. Bu sayede haklarını koruyabiliyorlar.

Yunanlılarla Ege’de de kapışıyoruz...
Ege’yi ele geçirmişler. Lozan’da yapılmış olan anlaşmalar tamamen Yunanlıların lehine. Özellikle 12 adayı vermemiz. Bu anlaşma Türkiye’yi çökertmiştir.
 
“Lozan Anlaşması’yla Denizleri Tamamen Kaybettik”
Lozan’ın denizlere açılmamıza engel teşkil eden yönünü biraz açabilir misiniz?
12 ada meselesinden devam edelim; Lozan’a girecek olursak çıkamayız. Şöyle; o kadar çok hainlik, o kadar çok sıkıntı var ki, hangi birini ele alalım? Bunu anlatmak saatler, günler sürer. O kadar rezil bir şey. Lozan Anlaşması özellikle denizlerle ilgili kısım, Sevr Anlaşması’ndaki maddelerle ilgili kısımla noktası virgülüne kadar aynıdır. Hani şu “yıkım anlaşması” dedikleri. Lozan’a bütün olarak baktığımızda büyük ölçüde Sevr’in yeniden düzenlenmiş halidir. Lehimize olan hiçbir madde yoktur. Mesela; boğazlar, SSCB’nin Montrö Anlaşması sırasında bastırmasıyla “askerden arındırılmış bölge” olarak Türkiye’ye bırakıldı. Bu olumlu bir sonuçtur. Fakat Montrö, aynı Lozan’da olduğu gibi boğazlardan hem serbest geçişi öngörmekte, hem de Türkiye bu geçişlerde hakkı olan hiçbir geliri elde edememektedir. Ancak kılavuz kaptan isteyen gemilerden bir miktar ücret alınıyor. O da isteğe bağlı. Mevcut boğazlar tüzüğü bunu gerektiriyor. Kanal İstanbul’un önemi buradadır. Türkiye, boğazlardaki egemenlik haklarını daha ileri bir aşamaya götürmeye çalışıyor. 12 ada hikâyesinde de denizlerdeki zaafımız sonucu Trablusgarp İtalyanlar tarafından işgal edilince, Türkiye buna karşı Enver Paşa döneminde subaylarını gönderiyor; bölgedeki direnişi örgütlemek için. O sırada Balkan Savaşı çıkacağı düşünülünce, Türkiye İtalya ile anlaşma yapmak istiyor. Çünkü İtalyanlar da, Rodos adası başta olmak üzere güneybatı Ege’de bulunan 12 adayı işgal etmişti. Aslında büyük olan adalardan hareketle “12 ada” denilmiş. Ege’de 3000’e yakın ada ve adacık var. Nihayet İtalyanlara diyoruz ki, “Trablusgarp’tan askerimizi çekelim; siz de 12 adadan çekilin.” Bunun üzerine Uşi Anlaşması yapılıyor. Fakat İtalyanlar 12 adadan çekilmiyor. Türkiye de ısrar etmiyor. Çünkü Balkan Savaşları sırasında, özellikle 1912 yılında Yunan donanmasının güçlü olması sonucu bu adalar işgal ediliyor. 

Apaçık “oldu-bitti”ye getirilmiş...
Balkan Savaşları bir felakettir. Ordumuz Sabetay Yahudilerinin elinde maalesef Osmanlı’nın aleyhinde kullanılmıştır. Nitekim 12 ada tehlikeye girer diye İtalyanlara bırakılması kabul ediliyor. Fakat Lozan’da bu adalar Uşi Anlaşmasından hareketle Türkiye’nin hakkı olduğu halde İtalyanlara bırakılıyor. Rezilliğin bini bir para...

Ne tarih derslerinde geçiyor, ne de akademi dünyasında tartışılıyor?
Tarihi Sabetay Yahudileri dizayn ettiği ve yalan tarih düzdükleri için her şeyi Nutuk’a göre yazıp izah etmeye çalışıyorlar. Ama bu uydurma bir tarihtir. Gerçek değildir. Dolayısıyla Türkiye’nin menfaatlerini söz konusu edeceksek, uydurma tarihi bir kenara bırakmamız lazım. Uydurma tarihte, gerçek tarihimizle birlikte maalesef ülkemizin menfaatleri Batılı ülkelere peşkeş çekilmiştir. 12 ada İtalyan işgalindeyken, II. Dünya Savaşı esnasında Almanlar tarafından işgal ediliyor. Almanlar savaşın sonlarına doğru 12 adadan çekilmek istiyor ve Türkiye’yi davet ediyor. “Gelin, burayı alın” diyorlar. Türkiye bunu kabul etmiyor. Almanya, İtalya ile birlikte çekilirken bu adaları Yunanistan’a vermek istemiyorlar. 

“İnönü şefliği” buna ne diyor?
İnönü, 1944-45 yılları. Daha sonra 12 ada Türkiye sınırına birkaç mil uzaklıkta, Rodos’a bir mil. Bu kadar yakın adalarda Türkiye’nin söz sahibi olması fırsatı tanınmışken maalesef İnönü’nün, “biz savaşa katılmadık, bu adalarda hakkımız yoktur.” sözüyle bu adalar Yunanistan’a altın tepside teslim edilir. Bu bir faciadır. Bunun sebepleri arasında Fevzi Çakmak gibi, tamamen “karacı” düşünen, deniz kuvvetlerini ihmal eden, biraz da kafası çalışmayan generallerin mevcudiyeti de vardır. Deniz kültüründen uzak bu generaller de Sabetay Yahudileri kadar ülkenin menfaatlerini ayaklar altına almışlardır.

Bir gün sıra 12 adaya gelir mi, ne dersiniz?
Bir işgal gibi meseleyi ele almanın devri geçti. “Donanmayla alırız” gibi düşünceler günümüzde olmuyor. Günümüzde silahlı savaştan ziyade ekonomik savaş söz konusu. Sanayi, teknolojik, ekonomik güç ülkeleri fethediyor.

Bundan bir kaç yıl önce Yunanistan ekonomik kriz yaşarken bazı adaları satışa çıkardığı haber olmuştu?
Evet. Yunanistan’ın yaşadığı şöyle bir gerçek var. Özellikle Türkiye’ye yakın adalar bütün ihtiyacını Türkiye’den temin ediyor. Hatta öyle bir şey ki, adadaki üreticiler Türk turistlere muhtaç. Türklerden sağlanan gelir can damarları. Yunanistan anakarasından bu noktalara gemilerin gidiş gelişi oldukça maliyetli. Yunanistan adaları doyurmakta güçlük çekiyor. Münhasır ekonomik bölge ise farklı bir şey. Burada deniz sınırları belirleniyor. Altı ve üstüyle birlikte. Kıta sahanlığıyla alakalı bu. Adalarla değil. Statü farkı var. Rusya’nın Akdeniz’de kıta sahanlığı yok. Ancak Rusya Libya’da askerî unsur bulunduruyor. Donanma gücü var. Bu güçle yaptığı anlaşmalar sonucu bulunabilir. Wagner var mesela. Emekli askerler...
 
“Hafter’e Müdahale Kaçınılmaz”

Bu durumu İdlip ile karşılaştıracak olursak, orada yapılan “çatışmasızlık bölgesi” anlaşması ile birlikte TSK gözlem noktaları kurdu. Fakat rejimin Rus hava kuvvetleri himayesinde saldırıları devam ediyor ve İdlip halkının durumu ortada. Libya’da Hafter’i dolaylı olarak destekleyen Rusya ve Batı, Türkiye’yi oyalarken yeni bir “oldu-bitti”yi engellemek için daha etkili müdahale gerekmiyor mu? Hafter’i etkisizleştirmek mesela?
Hafter, BM’nin tanıdığı Serrac’ın hükümetini tanımıyor. BAE-Mısır-İsrail ve Batılı ülkelerin yardımıyla Libya’nın yüzde 80’inin işgal etmiş bir askerî güç. Ama bu güç halkın desteğini almış değil. Nüfusun da sadece yüzde 20’sinin desteğini almış. Hükmettiği saha yerleşim yerleri, küçük şehirler mevcut. Misrata büyük şehir olmasına rağmen Trablus’a göre küçüktür. Trablus 3 milyon nüfusuyla en büyük şehir ve Libya’nın toplam nüfusu 6 milyon civarında zaten. Nüfusun yüzde 80’i UMH tarafında. Libya’da atıl kalmış, eskimiş savaş uçaklarını, birtakım silahları tamir edip aktifleştiren dışardan gelen askeri unsurlar var. Batı bu bölgeyi oyalayarak kaos çıkarmak suretiyle bölgenin menfaatlerine çökmek istiyorlar. Bu iki yüzlü politika ile Libya’yı Suriye’ye çevirmek istiyor. Hafter’e müdahale kaçınılmaz. Onun canına okuyan ordumuzun unsurları da orada. Sözde silah ambargosu var ama asıl ambargo Trablus’a uygulanıyor. Türkiye bu yasağı deliyor. BAE’ye ait bir çok uçak, bizim İHA ve SİHA’larımızın başarılarıyla etkisizleştirildi. UMH’nin elinde çok sayıda asker var fakat silah ve eğitim ihtiyacı büyük. Bunu Türkiye yavaş yavaş organize ediyor. Bizzat katılıp güç harcamaktansa BM’nin tanıdığı yapıyı destekliyor. Çok doğru bir adım. Türkiye ÖSO’yu yetiştirdi. Millileştirdi. Geçenlerde Şam rejiminin unsurları ciddi bir darbe aldı. 40’a yakın Suriye askeri öldürüldü. Bunu Rusya açıkladı. Gözlem noktasına yaklaşan askerlerin bir kısmı imha edildi. İdlip’te bir kaç grup güç var. Suriye Milli Ordusu bölgede tek unsur değil. Farklı gruplardan, mesela HTŞ adı altında birleşen gruplara Türkiye söz geçiremiyor. Burada anlaşmanın aleyhinde durumlar var. Bütün Suriye muhalefetini tek bir bayrak altında birleştirmek lazım. Suriye Milli Ordusu kolordu çapında yapılanmış durumda. Oradaki unsurların HTŞ gruplarından çıkması çözümün parçası. İran unsurları karadan, Ruslar havadan destekleriyle rejimi ayakta tutan ana unsurlar. Fakat İran’ın Suriye’deki rejimi ayakta tutacak imkân ve gücü kalmış değil. İran kendi içiyle meşgul olduğu için rejim zor durumda. Rejimin hava unsurları da Rus desteği olmadan yaşayamaz.
 
“Zaman Türkiye’nin Lehine İşliyor”

Suriye’de de, Libya’da da zaman Türkiye’nin lehine işliyor. Ne Hafter’in ne Esed rejiminin geleceği var; onları ayakta tutan Batılıların... Çünkü Türkiye’nin güçlenmesini istemiyorlar. Buna mukabil her iki ülkenin kaos içinde olmasını isterken oyalama yoluna gidiyorlar. Ellerindeki güçleri daha ne kadar uzatabileceklerini düşünerek mevcut şartları stabil tutmaya bakıyorlar. Halkın bir kısmı Türkiye aleyhinde kışkırtılıyor olsa da, şartlar öyle bir noktaya getiriyor ki, kartları açık oynayan Batılı ülkeler zalimden, haksızdan yana tavır aldıkları için onlar da saflarını belli etmek zorunda. O halkı kınasak da silahı, gücü olana meyledip, onlarla anlaşmak zorunda. Kendilerince hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Türkiye daha yeni müdahalelerde bulunmaya başladı. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sloganıyla Türkiye, yüz yıla yakın kabuğuna hapsedildi. Ama şu an Türkiye kabuğunu kırmış durumda. Müslümanların menfaati Batılı ülkelerin aleyhinde olacak şekilde gelişiyor. Bu da Türkiye’nin dış politika değişikliğiyle gerçekleşiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri FETÖ’den arındırıldıkça Türkiye’nin ve İslâm aleminin menfaati için hareket ediyor. Libya’da böyle Suriye’de de. Ama gelin görün ki, BAE, Suud gibi Batı kölesi rejimler Batı’nın sömürge çarkları altında halkını ezerken, bir yandan Türkiye’nin attığı olumlu adımlara engel olmaya çalışıyorlar. Ancak bunun sonu bellidir; mağlup olacaklar. Çünkü hürriyetin karşısında hiç bir güç dayanamaz. Müslümanlar galip gelecek; Batılılar, onların işbirlikçisi dikta rejimleri tek tek düşecek, mağlup olacaklar.


Baran Dergisi 681. Sayı