Eğitim denildiğinde ilk ne anlaşılmaktadır ve eğitimin temel amacı ne olmalıdır?
Bismillahirrahmanirrahim. Eğitim, devlete hâkim olan felsefeye ve ideolojiye göre değişir. Ama eğitimin bilimsel literatürdeki karşılığına bakacak olursak; belirlenen yönde insanların davranışlarını değiştirme süreci denilmektedir. Eğitim bir süreçtir. İşin başındakiler bir hedef belirlerler ve bu hedef doğrultusunda insanların davranışlarını değiştirmeye çaba sarf ederler. Nihayetinde istenen, davranışın değişmesidir. Bu, literatürdeki tanım... Ama devletler nezdinde meseleye baktığınızda, her bir devletin ideolojisine göre, ekonomik düzenine göre eğitime yükledikleri anlam değişir. Mesela kapitalist ülkeler için eğitimde üreten ve tüketen insan yetişmesi önemlidir; mesela kanaatkar insan, zâhid insan istenmez. Herhangi bir ideolojiye sahip, bir “izm”e sahip devlet, o izm’e uygun vatandaş yetiştirmek derdindedir. Onlar için öncelikle önemli olan, ideolojiye sahip çıkıp gelecek nesillere taşıyacak vatandaş yetişmesidir. Bazı ülkeler ise daha insan merkezli hareket edebilmektedir. Onlar için, her bir vatandaşının yeteneklerini azami düzeyde geliştirmek bir hedeftir. Dolayısıyla, ülkelerin ideolojileri, felsefeleri ve jeopolitik durumlarına göre eğitim değişebilmektedir. Kanada’nın, Finlandiya’nın eğitimi ile Türkiye’nin, Mısır’ın eğitiminin birçok sebeple farklı olması normaldir.
Söyledikleriniz çerçevesinde Türkiye’de eğitimin maksadı nedir?
Bizim memleketimizin eğitim sisteminin de dayandığı bir ideoloji var. 1973’te yürürlüğe giren ve Türk Milli eğitim sistemini düzenleyen Millî Eğitim Temel Kanunu’nda bunu açıkça yazılır. “Genel amaçlar” bölümünde 2. maddede ideolojik temellerle karşılaşırsınız. Orada Türk milletinin bütün fertlerini Atatürk inkılap ve ilkelerine, Atatürk milliyetçiliğe, demokrasiye, laikliğe bağlı olarak yetiştirmekten bahsedilir. Buradan da anlaşılabilir ki Türk millî eğitim sisteminin bir ideolojisi var.
Sosyalist ülkeler de eğitimlerini Sosyalizmin ilkeleri üzerine inşa ederler. Bizim her bir ders kitabımızın kapağını kaldırdığımızda Atatürk resmiyle başlanır. Bu, ders kitabının besmelesi Atatürk demektir. Okulların avlusunda büstü görürsünüz. O da yetmez, okulun giriş koridorunda Atatürk köşesi bulundurulur. O da yetmez, sınıflarda tahtanın hemen üzerinde Atatürk’ün resmini görürsünüz. Yani eğitimimizin her yerinde Atatürk vardır. Aslında bu şu demektir: Eğitim-öğretim, Atatürk seni görüyormuş, onun huzurundaymış gibi gerçekleştirilmelidir. Bu açıkça ideolojik, putperest bir yapı demektir. Onun içindir ki ilkokul çocukları evlerine gelip, “Baba, Atatürk mü büyük Allah mı?”, “Atatürk mü büyük, Peygamberimiz mi?” diye sorabilmektedir. Elbette Millî Eğitim Temel Kanunu’nda, amaçlar bölümünde, insanları yeteneklerini, ilgilerini dikkate alarak, onun kişisel gelişimlerini sağlamak için eğitmekten, yani “insancıl” şeylerden de tali olarak da olsa bahsedilmektedir.
1920’lerde John Dewey’in gelmesiyle kurulan eğitim sistemine hala devam ediliyor mu?
Osmanlı’nın eğitim sistemine baktığımızda, sıbyan mektepleri ve medreseler var. Medreselerde hem fen bilimleri, hem dinî bilimler okutuluyor. Bu manada Osmanlı’da din ile fen ayrılmıyor; beraber yürütülmeye çalışılıyor. Fakat askerî sahalarda yenilgiler olunca bunun sebebi önce askerî sahada arandı. “Niye bu adamlar bizi yeniyor?” dediler. Daha sonra askerî alanda Avrupa’dan eğitim almak üzere insanlar gönderildi. Gönderilen adamlar da Batının etkisi altında kalıp değişmeye başladılar. Bizdeki ilk değişmeler ta Osmanlı’da başladı. Bu değişmeyi, dönüşmeyi Cumhuriyet dönemine hasretmemek lâzım. Aslında Osmanlı’da askerî sahada başarısızlık olmasa her şey yolundaymış gibi algılanacaktı. Oysa aslında biz eğitimde geride kalmıştık. Okur-yazar oranımız düşüktü, fakat askerî sahada geri düşülünce sistem alarm verdi. “Tekniğini alalım Batı’nın” dediler, ama onunla kalınmadı, tekniği almaya gidenler, bilhassa askerler ve tıpçılar, felsefi, siyasî düşünceleri, hayata bakışları değişmiş bir halde geri geldiler. Eğitim hususunda Avrupa’ya gönderilenler, orayı inceleyenler burada uyarlama çalışmaları yaptılar. Bunlar bazı tartışmalara yol açtı. Nihayetinde çöküşe mâni olunamadı. Çünkü Osmanlı’da siyaseten de ortalık karışmıştı.
Cumhuriyet kurulduğunda ise yükselen değer Amerika’ydı. “John Dewey, gelsin bizim eğitim meselelerimizi çözsün” denildi. Bu, millî takıma dışarıdan teknik direktör getirmeye benziyor. Türk futbolunu, futbolcusunu tanımadığı için başarılı olamıyor ve çekiyor gidiyor. Aynı yaklaşım… Oysa kültür denilen bir şey var, psikoloji, sosyoloji, tarih var. Bu göz ardı edilince, başarısız olundu. Dewey geldi, raporlar hazırladı. Belli bir süre raporlar rafta kaldı. Sonrasında çok az yönüyle istifade edildi. Çünkü raporun hazırlanmasına rağmen o raporu gerçekleştirecek bile hâl yoktu, zaman lâzımdı. Dili değiştirilmiş bir millet vardı. Uygulamaya konulsa bile millet buna hazır değildi. Ülke yeniden yapılanıyordu. Sonraki yıllarda kısmen uyguladılar. O da bir şifa olmadı.
Buna rağmen Batı merkezli bir eğitim sistemi hâlâ mevcut mu?
Devam ediyor. Şu an eğitim fakültelerinde bir makale yazılırken bile İngilizce literatür taraması mecbur tutuluyor. Hep uyarlama çalışması. Batıda bir kavram türeyecek ve buraya uyarlanacak. Bir milletin eğitimle alâkalı politikalara yön verecek fikirler eğitim fakültelerinde üretilir, ama gözümüz hep Batı’da ne geliştirildiğini öğrenip uyarlamak yönünde. Fikir üretimi yok. Bu zihniyetle Batı’ya yetişilmesi zaten mümkün değil. Kendinizi takipçi, taklitçi olarak konumlandırdığınız müddetçe asla öncü olamaz, öne geçemezsiniz. Fakültelerimiz bu memleketin eğitim sorunlarını çözme hususunda çok zayıf, akademik kadro zayıf, ülkenin gerisinde, siyaset yapıcıların bile gerisinde.
Çocukların eğitiminde ilk pay aileye düşüyor. Sizin de “Çocuk Eğitiminde Babanın Etkisi” diye bir kitabınız var. Çocuğa ailede nasıl bir eğitim verilmelidir?
Belli bir zamana kadar bizim anne ve babalarımızın bizi yönlendirici etkisi sürdü. 1980’lerden sonra Türkiye’de kapitalizm ve küreselleşme etkisini daha fazla göstermeye başlayınca aile yapımız, aile ilişkilerimiz de değişmeye başladı. Bilgi ve iletişim teknoloji hızla gelişti. Örneğin medya gençlerin ve ailelerin zihniyetlerini değiştirmeye başladı. Ailelerin çocuk ve gençler üzerindeki yönlendirici etkisi zayıfladı. Aileler ilkokulun sonuna kadar çocuklarını gözetiyor, şekillendirebiliyor. Ortaokul ile beraber ise artık arkadaş grubu, öğretmen, medya etkisiyle kontrol edilemeyen bir nesil ortaya çıkıyor. Bizim annelerimiz neyse de babalar bu kapitalist düzende iş hayatından dolayı çocuklarının eğitimine katkıda bulunamıyor. Anneler ise aile adına tek başlarına bu yükü kaldırabilecek donanıma sahip değiller. Zamane anneleri, kendilerinin anneleri gibi değiller. Kuşak çatışması her zaman vardı, ama bu farklılık iyice büyüdü. Anne-babaların çocuk eğitimine ciddiyetle yönelmesi lâzım. İletişimden, ergen psikolojisinden, disiplinden anlamaları lâzım. Anne ve babalara çocukların eğitimiyle alâkalı eğitim verilmesi gerekiyor. Zamane çocuklarıyla ancak bu şekilde iletişim kurabilirler, eğitebilir, baş edilebilir.
Üstad Necib Fazıl, İdeolocya Örgüsü’nde aile kurslarının kurulması gerektiğini söylüyor.
Demek Üstad’ın dediği yere geldik. Artık deniliyor ki, evlendirme dairelerinde hemen nikâh kıymayalım. Müstakbel eşler evlilik okuluna gitsinler. Buralarda aile olmak, karı-koca ilişkileri, aile içi tartışma ve çatışma adabı eğitimleri verilsin diyenler var. Çiftler çocuk sahibi olduktan sonra da ayrı bir eğitim daha alsınlar. Yani iki okul olacak; biri evlilik okulu, diğeri aile okulu… Bu yönde çalışmalar yapılıyor.
Bu pratikte nasıl yapılacak?
Bunu genelde yerel yönetimler üstleniyorlar. Bu eğitimlerin zorunlu olması isteniyor. Bugün sadece “aşk”a dayanan evlilikler, aile hayatı ve çocuk eğitimi yükünü kaldırabilecek durumda değiller. Sadece “aşk” üzerine ne evlilik ilişkisi yürür, ne çocuk eğitilir. Yeni evli çiftlerin ve anne-babaların derhal eğitim sürecinden geçmeleri lâzım. Zamane anneleri kendi annelerini beğenmiyorlar, ama çocuk eğitiminde kendi anneleri kadar bile olamıyorlar. Çünkü kendi anneleri aile odaklı idi, oysa kendileri evi, aileyi merkeze almayı zül addediyorlar. Toplumda, bir işte çalışmayan, ev hanımıyla yetinen kadına küçümseyici bir bakış var. Kapitalizmin, modernizm kadını, dolayısıyla aileyi sürüklediği durum maalesef bu. Buna karşı direnemedik. Aile ve ev, anlam ve değer kaybına uğradı.
Erkek çocuk için rol model baba, kız çocuğu için de annedir. Bugün teknolojik şeylerle alâkalı çocuk babasına bir şey soruyor, baba bunu bilmiyor; hatta baba çocuğuna sorar duruma düşüyor. Bu, çocukların kafasındaki anne-baba algısını nasıl etkiliyor?
Çocuk kişilik gelişimi, cinsel kimlik gelişimi, zekâ gelişimi ve dinî gelişimleri için alt yapıyı ana-babasından alır. Çocuk için belli bir yaşa kadar baba her şeyi bilen, en güçlü insan figürüdür. İlkokuldan sonra, yeni insanlar tanıdıkça o baba figürü yıkılır. Başka erkeklerin üstünlüklerini görür. Babalar bu sistemde sabahın 7’sinde işe gidip akşamın 7’sinde eve gelmeye mahkûm insanlar. Yorgunluğunu atmak, dinlenmek ve eğlenmek için ya akşam geliyor ve televizyon izliyor yahut kahvehaneye gidiyor. Bu milletin başının belası kahvehaneler devam ettikçe, babalar evlerine dönmez, çocuk eğitiminde görevlerini üstlenmez, muvaffak olunmaz. “Çocuk eğitiminde babanın etkisi” başlıklı seminerler verdiğimde bakıyorum yine anneler geliyor dinlemeye. “Babasını getiremedik” diyorlar. Ana-babaların çocuklarını eğitme hassasiyetlerinde eğitim düzeyleri devreye giriyor. Eğitim düzeyi yükseldikçe babaların çocuk eğitimi hususunda daha bilinçli hareket etme hassasiyeti artıyor. Dolayısıyla çocuk eğitiminde duyarsız olanlar, tahsil düzeyi düşük olanlar. Bu durumda yük anneye biniyor. Esasen bu ülkede medyaya ve özgürlük anlayışına müdahale edilmedikçe hiçbir hususta başarılı olamayız. Medya bu haldeyken, özgürlük anlayışı bu hâldeyken ailede ve okulda din ve ahlâk eğitiminin elbette tesiri olmaz. Zihin ve gönül havuzumuza bir oluktan pislik, diğer oluktan zayıf şekilde temiz şeyler aksa, havuz temiz olabilir mi. Öncelikle pislik taşıyan kanallarının kapatılması, sonra içerinin iyice temizlenmesi, ardından temiz şeyler akıtan kanallarının açılması lazım.
Batıcı taklitçilikle kavramlarımızın içi boşaltıldı.
Mesela bugün en rahatsız olunan kelime “itaat”… “Haya”, utangaçlık kelimeleri de öyle. Oysa bizim dinimizde Allah’a itaat, Allah Resûlü’ne itaat, anneye itaat, ulülemre itaat vardır. 80 sonrasında Türkiye’de çocuk eğitimi gündeme geldiğinde, her meselede olduğu gibi, hemen Batı’dan bu husustaki metinler tercüme edildi. Bu kitapların hiç birinde ana-babaya itaat diye bir şey yazmaz. Çünkü adamların kültüründe bu yok. Sanki Batı’da yetişen çocuklar ve gençler, örnek çocuk ve gençlermiş gibi, adamların çocuk eğitimi kitaplarını tercüme ettik. Adamların ortaya çıkarttıkları ürüne bir bak bakalım kefil misin? Ana-babaya saygısızlığı, alkol ve uyuşturucu kullanımını, hayasızlığı, namussuzluğu, cinsel sapkınlıkları, dini-kutsal değerlere lakaytlık veya düşmanlığı, eğlenceye düşkünlüğü normal karşılayan Batılı gençlerin durumunu iyi mi görüyoruz ki bunu doğuran eğitim anlayışını, psikoloji ve pedagoji kitaplarına tercüme ediyor, okutuyorsun? Maalesef bizde Osmanlı’dan beri işler böyle tercümelerle yürüyor. Kendimiz fikir üretemiyoruz. Batı’dan farklı ve aykırı düşmeyelim diye.
Bir akademisyen “eğitim seviyesi arttıkça cehalet artıyor” diyor.
O akademisyen, sistemin zihinleri bozduğundan bahsediyor demek ki. “Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür” sözü de aynı hususa işaret etmektedir. Eğitim sürecinde bize öğretilen, aşılanan, dayatılan kavramlarla, öğretilen bakış açılarıyla meselelere bakıyoruz. Bu kabul edilebilir bir şey değildir. Batılı bazı düşünürler, okulsuz toplum, home school, zorunlu eğitime hayır söylemleriyle, okulda çocukların devlet tarafından bozulduğu vurgulamaktadırlar. Kur’an’da Peygamberimizin “ümmi” olduğunda bahsedilir. Ümmi olmak kötü bir şey değildir; Peygamber vasfıdır. Ümmi olmak demek, mevcut sistemin zihnini ve gönlünü kirletmediği, annesinden doğduğu gibi zihnen, fikren temiz olmak demektir.
O öğretmeni de kendisi yetiştiriyor.
Adam LYS’de puanı tutturuyor, öğretmen oluyor. Hiç sorgulanamıyor: bu kişi zihnen, ruhen öğretmenliğe müsait mi değil mi? Ancak bu eleştiriyi yaparken, zaruretlerden de bahsedelim. Türkiye büyük bir nüfusa sahip, bunun 30 milyonu kadarı öğrenci. Sınıflar 15-25 kişi olsun denilirse, bu göre derslik sayısı, okul binası, öğretmen lazım. Bir taraftan, mevcut öğretmenler yetersiz, diğer taraftan, hâlâ boş kontenjanlar var. Her sene atama yapılıyor, ama hâlâ dolmuyor. Bu yüzden devlet, puanı tutturanı öğretmen olarak alıp atamak zorunda kalıyor. Ders boş geçmesin diye alıyorlar. Ne zaman ki bu kontenjanlar dolar, o zaman devlet belki daha seçmeci olabilir, daha kaliteli öğretmenler alınmaya başlanabilir.
Peki, şimdi öğretmenlik için yetişen öğrencileri, öğreticilik keyfiyetine sahip olması yönünde eğitemez miyiz?
Bizde Eğitim fakültelerinde hocalar “biz, kefil olabileceğimiz öğretmen yetiştiremiyoruz” diyorlar. Milli Eğitim ise “öğretmenlerden şikâyetçiyiz, yetersiz geliyorlar. Dert sahibi değiller, öğretmenliği beceremiyorlar, başarılı olamıyorlar” diyor. Öğretmenleri eğitim fakültesinde yetiştiren hocalar da esasen örnek insanlar değiller. Onlar hoca değil, akademisyen!
İş dönüp dolaşıp değerler eğitimine gelecek. Karakter her şeyden önemli bir meseledir. Bu millet benim milletim, ama içimizde çok karaktersiz insanlar var. Televizyonda ahlâk yoksunu programları izleyen, haram-helal ayırt etmeyen, menfaatçi, dünyaperest, hırslı, hasetçi, ahlâk yoksunu ana babalar var. Temel mesele, millet olarak karakter eğitimi meselesi.
Bugün, bir öğretmen bir öğrenciye vurduğu zaman, hemen o öğrencinin velisi okula gidip öğretmenin başına ekşiyor. Veli ve çocuğun inisiyatifine bırakılarak eğitim sistemi gelişir mi?
Biz önceden pederşahi bir millettik; şimdi veletşahi oldu. Her şey çocuğun etrafında kuruluyor. Özgüvenli çocuk yetiştirelim derken, şımarık çocuklar yetişiyor. Milli Eğitim’in bir sorunu bu sebeple ortaya çıkıyor. Okullarda disiplin sorunu var. Öğretmenler çocuklara hâkim olamıyor. Çünkü hepsi evlerinde şımartılıp gelmişler. Ana-babaların ürünü bu… Çocuklar ana-babalarına naz yaptıkları gibi öğretmenlerine de yapıyor, ana-babalarına yaptırttıkları davranışları öğretmenlerinden de bekliyorlar. Öğretmenlerimiz zaten zayıf yetişiyor, bir de böyle sorunlu çocuklar karşılarına çıkınca hepten aciz kalıyorlar. Daha sınıflarda, okullardaki disiplin sorununu çözemedik ki eğitime geçelim, eğitimde kalite arayalım! Liselerde öğretmen ders anlatamıyor, saygı yok. Ana-babanın ve öğretmenlerin değerler eğitiminde yeni nesle örnek olması, karakterli olması lâzım.
Büyük tenakuz da burada, Kemalist ideoloji üzerine bina edilmiş eğitim sisteminde din dersi versen ne fayda?
Şimdi din dersi kitapları olabildiğince düzeltilmeye çalışılıyor, ama laik bir ülke olduğumuzu unutmayalım. Laik ülkede ancak bu kadar! Haftada 1 veya 2 saatlik din ve ahlâk dersinin olmasıyla ülke gidişatı pek değişmeyecek!
İman etmemiş bir insan ne kadar iyilik yaparsa yapsın, hiç birinin Cenab-ı Hakk indinde karşılığı yoktur. “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” ilahi emrine muhatap milletin Millî Eğitimi her şeyden önce Allah’a iman etmelidir. Ders kitaplarında Allah, Resûlullah demeye çekiniyoruz. İmansız bir millî eğitimimiz var. Cünüp olmuş bir insan abdest alsa da namaz kılabilir mi? Kılamaz, illâ gusül abdesti alması lâzım. Bizim milli eğitimimizdeki cenabetliğin ortadan kalkması için ağzına, burnuna su verip, tepeden tırnağa kadar, kuru yer kalmayacak şekilde gusletmesi lâzım. İstediğin kadar abdest al, ders kitaplarını düzelt, olmuyor, olmaz!
Bugün her ne kadar Müslümanlar yönetim kademesinde olsa, ne kadar bir şeyleri düzeltmeye çalışsa da düzelmiyor. Mesele eğitim felsefemizin olmaması, mevcut eğitim felsefesinin kültürümüzle uyumlu olmaması, iman merkezli bir eğitim sisteminin olmaması, ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun düzelmenin önünde engel.
“Anadolu pedagojisi”nden bahsediliyor. Bu mesele nedir?
Bu daha yeni konuşulmaya başlanan bir şey. Eğitime kafa yoranlar, düşük sesle de olsa bunu telaffuz etmeye başladılar. Bildiğim kadarıyla henüz bilimsel bir makale yazılmadı. Bütün eğitim aşamalarını yönlendirecek olan ideolojidir, felsefedir. Biz şimdiye kadar Batı’yı taklit ederek bir şey yapmaya çalıştık. Bu bizim kültürel kodlarımıza uyum sağlamadı. Bizim kültürel yapımız modernlik hevesine mukabil hâlâ tam olarak değişmedi. Millet olmaktan ve değerlerimizden tam olarak uzaklaşmadık. Anadolu pedagojisi, tarihimizden, kültürümüzden istifade eden, ilim ve irfan ehlinin fikirlerinden yararlanmayı hedefleyen bir anlayış… Mesela Batı’nın bir Yunus Emre’si, bir Mevlana’sı var mı? Yok… Biz daha nicesini sayabilirken, biz neden onlara odaklanarak kendi eğitim anlayışımızı inşâ etmiyoruz? Bu gözü pek ve cesur hamleye bugüne kadar girişemedik. Hâlâ, bu ülke laik diye endişe ediyoruz. Hâlâ dini referans almaya çekiniyoruz. Birileri “bir dakika burası laik bir ülke!” der diye korkuyoruz.
Basit bir örnek: Daha henüz değerler mi, etik mi, ahlâk mı diyeceğiz, buna bile karar veremedik. “Acaba ahlâk eğitimi dersek fazla mı dinî olur?” diye çekiniyoruz.
Söylediklerinizden İslâm’a nisbetle kurulan bir ideolocyanın merkeze alınması gerektiğini anlıyoruz.
Evet; ama adamların zihniyeti bozuk… “İslâm” deyince, diyorlar ki “ama bizim toplumumuzda Müslüman olmayanlar da var.” Oysa Osmanlı’da da vardı gayrimüslimler. İslâm kendisine inanmayanları da gözeten hâkim bir anlayışa sahiptir.
Bugün buna itiraz edenler nüfusun yüzde kaçına tekabül eder ki, Müslümanlar mahkûm bir tavra bürünüyor? Referandum yapılsa kim itiraz eder?
Anayasaya aykırı bulunur. Hangi ilkelere dayanacağın belli… Bir de millet buna hazır mı, alınacak kararın arkasında durabilir mi? Bundan emin değilim. Yetiştirilen çocuk ortada… Ehl-i sünnette uygun zamanı beklemek, temekkün anlayışı vardır. Uygun zaman da halkın yetişmişliği, hazır oluşudur… Halkın köklü değişimi istemesi ve arkasında durması lâzım. Humeyni devrim sonrası, “henüz devrim tamamlanmadı, kendi gençlerimizi yetiştirince devrim tamamlanacak” diyor. Cumhuriyet kurulduktan sonra “öğretmenler yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” denildi. Rejim değişse bile ona uygun insan yetiştirmezsen o da payidar olmaz. Her rejim kendisini devam ettirecek nesil yetiştirir. Bu ülkede dine dayalı her türlü değişim, laikliğe, Kemalizm’e takılır. Öğretmenlerimizin bile farklı farklı ideolojileri var. Komünist, sosyalist, milliyetçi, liberal, İslâmcı… Bizde matematik anlatılırken bile satır arasında ideolojik propaganda yapılabiliyor. Tam manasıyla millet değiliz. 
Herkesin benimsediği bir devlet inşâ edilmeden bunun önüne geçilmesi zor.
Toplumları değiştirmek Cenab-ı Hakk’ın o topluma merhamet etmesiyle alâkalıdır. Cenab-ı Hakk rahmetini, lütfunu, yardımını bizden esirgemesin; bu milleti maddî ve manevî açıdan kalkındırmaya teveccüh ettirici şeyler yapmamız lâzım. Cenab-ı Hakk bu millet için hayırlar yazsın.
Amin.

Baran Dergisi 481. Sayı