Siz İdlib’e gittiniz, ne olup bittiğini yerinde müşahede ettiniz. Ne gördünüz orada?
İdlib’in merkezinden baktığınız zaman veyahut Türkiye sınırından İdlib’e baktığınızda Afyon-Dumlupınar Ovası gibi bir ova görüyorsunuz, çok yoğun bir kırsal yerleşim bölgesi. Köyler, kasabalar, şehirler birbirine çok yakın, sık sık duyduğumuz için artık isimlerini ezberlediğimiz bölgeler ve en önemli özelliği tabiî, oradan vurduğunuz zaman eğer hızlı giderseniz birkaç saat içinde Şam’a ulaşmanız mümkün. Stratejik açıdan baktığınız zaman, önü böylesine açık bir coğrafyanın rejim güçleri ve onu destekleyen Rusya ile İran tarafından Türkiye’nin hâkimiyetine bırakılmayacağını veya bırakılsa bile nasıl bir sorunla karşılaşabileceğimizi anlamanız mümkündür. Ben kurmay zekâsı taşıyan bir gazeteci değilim; ama normal bir kurmay zekâsı bile o bölgenin askerî açıdan nasıl yaralanabilir olduğunu görebilir.

Biz Soçi ve Astana anlaşmaları çerçevesinde belki İran’a değil; ama Rusya’ya çok güvenmiş bir devletiz anladığım kadarıyla. Oysa 21. yüzyılın bu noktasında, devletler arasındaki mutabakatların bile çok kolay silinebildiği, hızlı erozyona uğradığı verilen sözlerin bir anda, kapalı kapılar ardında başka bir noktaya savrulduğu çok özel bir çağdan geçiyoruz. Biz güçlü bir devletiz. Güçlü bir devlet geleneğimiz var Selçuklu; Osmanlı hattında; doğal olarak karşımızdaki ulusları da kendimiz gibi bilmek, verdikleri sözlere ve yapılan mutabakatlara riayet edeceklerini düşünmek gibi bir durumda olmamız çok doğaldır ve Rusların da en az Türkler kadar şerefli bir millet olduğuna inanmak durumundayız; ama olmadı. Niye? Belki de bir konuyu ıskaladık. En az bizim kadar kuşatılmış ve bizden fazla yaralanabilir bir Rusya ile karşı karşıya olduğumuzu galiba biraz unuttuk. Niçin? Rusya, Kırım meselesi sebebiyle zaten düzenli olarak abluka altında olan bir ülke. Ekonomisi 2018 yılında 2.6 oranında büyüme göstermiş. Bu, 2019’da otomatik olarak 1.3’e düşmüş ve önümüzdeki dönemde daha da düşebilir. Özellikle Ural Dağları’nın doğu kesimi “derin fakirlik” diye adlandırılabilecek bir durumda ve askerî harcamalarını sürdürebilir bir devlet olma vasfını giderek kaybetmekte olan bir Rusya ile karşılaştık. Her ne kadar “süper güç” denklemine yeniden oturmaya çalışıyor olsa bile ben şuna eminim ki; Soğuk Savaş yıllarından bu yana büyük tecrübeler kazanmış Amerikalı teknik analizciler, bunun böyle olmadığını çok iyi biliyorlar ve ona göre bir oyun kurguladıklarına inanıyorum. Rusya’yı iki yönden hırpalıyorlar. Birincisi; Siyonizm’in kucağına çektiler. Zaten bir yazımda da isim isim verdim. Çok güçlü bir Siyonist lobi, bir oligark lobisi var Moskova’da ve Putin de onlarla beraber çalışıyor açıkça. Netanyahu ile olan dostluğu da en az Netayahu-Trump dostluğu kadar güçlü. Diplomatik ve siyasî pazarlıklarla sosis imâlâtı halkın önünde yapılmaz, diye bir laf vardır. Hepsi mide bulandırır. Gerçekten, acaba Kırım ve ablukalar konusunda Siyonizm, ABD ve hatta Avrupa’yla Putin arasında nasıl bir pazarlık var ve bunun karşılığını Suriye’de Türkiye ve İran nasıl görüyor? Bunları zaman gösterecek bize; ama tabiî bizim de tedbirli olmamız lazım. İdlib’e o yüzden gittim ve oradan döndüğüm gün şehidler vermiştik ve çıktığım canlı yayında şunu söyledim: “Bu adamlar bize saldıracak, bizi Türkiye-Suriye sınırında 20 kilometre derinlikli, sahte bir güvenlik şeridine mahkûm edecekler ve yaklaşık 4 milyon mülteciyle boğuşmamızı ve içten çürümemizi sağlayacaklar. Bu, zamana yayılmış bir ‘Türkiye’yi çürütme operasyonu’dur mülteciler ve savaşlar üzerinden.” Bizim esasında İngiltere ve Çin hattında bir istikrar gücü olmamız gerekirken biz, sürekli savaşa zorlanan tuhaf bir ülke olma durumuna doğru itiliyoruz. Esasında insanlığın ve 21. yüzyılın canlı ticareti açısından bizim, Londra-Pekin hattını iyi ayakta tutan, istikrarlı bir devlet olmamız lazım. Bu, bizim küresel anlamda durabileceğimiz en iyi hat.

Soğuk Savaş şartlarında değiliz. Dolayısıyla Soğuk Savaş gözlükleriyle bakarak bugünün şartlarını anlamak mümkün değil. Buna rağmen hâlâ görüyoruz ki, “Rusya ile problem çıktı, Amerika’ya gidelim Amerika ile problem yaşadık, Rusya’ya gidelim.” şeklinde bir anlayış, topluma lanse edilmeye çalışılıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bakın, Soğuk Savaş yıllarında bir miktar kabul edilebilir bir davranış biçimiydi bu. Niçin? Çünkü kamplaşma ideolojikti. Bir taraf komünizmdi, diğer taraf liberal-kapitalizm ve saire… Siz de bunların arasında bir rota tutmaya çalışıyordunuz. Finlandiya mesela burada çok güzel bir örnektir; Soğuk savaş yıllarını bağlantısız olarak atlatmayı başardı. Eğer Stalin o hatayı yapmasaydı; yani bizden Kars, Ardahan ve Boğazlar’ı istemeseydi belki biz de kuruluşumuzdaki, I. Meclis’teki bağımsız karakter sebebiyle belki biz de Finlandiya gibi bu Soğuk Savaş’ı atlatabilirdik NATO’suz bir şekilde… Neyse, oralarda değiliz; ama bugün Rusya bir ideolojik taraf değildir, bir denge tarafı da değildir. Rusya sonuç itibariyle bir oligarşik devlet sistemini kullanan ve kendi ulusal çıkarları için hegemonik bir yapı sergileyen, bunun için de çok kolay bir şekilde Müslüman öldürebilen bir devlet. Bosna-Hersek savaşıyla başladı Çeçen harbiyle devam etti, şimdi de Suriye…

Kolay öldürüyor ve yapısı bu. Bunun ideolojik bir tarafı yok. “Avrasyacılık” bir ideoloji değildir. Avrasyacılık mı yapmak istiyorsun? Gel bana, ben sana yapayım. Çok güzel yaparım, Rusya’sız yaparım hem de. Ben Türkiye olarak Rusya’yla “Avrasyacılık” oynamak zorunda değilim, tıpkı Amerika’ya “NATOculuk” oynamak zorunda olmadığım gibi! Ben bunların hepsini tek başıma yapabilecek kabiliyete ve idrake sahip bir devletsem, benim onun-bunun peşine takılmamın anlamı yok. Ama ne yazık ki bizim dışişleri ve askeriye kadrolarımız -bürokrasiden bahsediyorum- ve tabiî ki enfekte olmuş ekonomi bürokrasisi; bütün bunlar Soğuk Savaş dengelerini çok severler. Çünkü orada kendileri hem güvende hissedeler hem de kendilerini ifade edebilecekleri bir mecra bulurlar. “Ben NATOcuyum!” dediğin zaman işin kolaydır. Seni koruyup kollayacak bir camia vardır. “Ben Avrasyacıyım!” dediğin zaman da bunun tam tersi bir camia tarafından korunup kollanırsın ve topluma da kendini bir şekilde ifade edersin. Ben Kuvayı Milliyeciyim kardeşim! Kuvayı Milliye şudur: Anti-emperyalisttir, öncelikle millet için dik bir duruş sergilemektedir, I. Meclis’teki dedelerimiz ne yapmışlarsa öyle durmaktır insanlığın karşısında. Emperyalizm bunu sevmez. Niye sevsin? Emperyalizm ilk darbeyi zaten bu topraklarda yemiş. Sadece kurucu dedelerimizden de değil, Osmanlı’nın son kuşağında, yıkılan bir imparatorlukta Batı sömürgecilerine sadece Çanakkale’de değil, Kut’ûl Amâre’de de dersini vermiş bir kuşaktan bahsediyoruz. Yenilgi almadan yenilmiş sayılan, Sevr anlaşmasıyla memleketi parçalanan bir kuşaktan söz ediyoruz. Bizim duruşumuz bu olmalı.

Türkiye için Ankara’dan bakacağız her şeye. Önce Ankara kardeşim. Yok efendim “ABD bize ne yapar?” filan… Yaptı yapacağını. Ağustos 2018’de çıktı dedi ki, “Ben senin ekonomini perişan edeceğim!” Etti!.. İki sene öncesinde de darbe yapmaya kalktı. Bu bir savaş kararı esasında. Sen 2016’da darbe yapmış, insanlarını öldürmüş, onun öncesinde 17-25 Aralığı organize etmiş, sonra dayanamamış 2018’de ekonomik darbe yapmış “süper güç” denilen bir güçle ikide bir anlaşma yapmaya çalışan ve yoldaşlık arayan bir kadroyla karşı karşıyaysan, ben ancak şunu derim: Beni celladımla aynı yatağa yatırmayın kardeşim! Ben celladımla aynı yatağa giremem. Benim işim değil bu.

Diğer tarafa bakıyoruz; Rusya yüzünden çatır çatır şehid veriyoruz, bizim insanlarımızı öldürüyor ve hâlâ çıkmış “Bizim Esad rejimiyle bir sorunumuz yok.” diyor. Nasıl yok ya? Ben gördüm, yazdım. Resul Tosun teşekkür etti. “Bunu biz yazsaydık muhafazakâr kesimin yazarları olarak, bizim canımızı okurlardı Ardan Bey.” dedi. Niye? Çünkü Sünnî soykırımı var! Çıkıyorlar ikide bir, neymiş efendim “Türkiye mezhepçi politika izliyor”muş. Yahu kardeşim, orada öldürülen Şiî olsaydı biz Şiî mi olacaktık? Şiîleri korusaydık biz Şia mı olacaktık, Alevî mi olacaktık? O zaman belki de kimse rahatsız olmayacaktı; ama orada öldürülen, sürgüne gönderilen, çocukları yok edilen; eğitim, barınma, yemek ve yaşam hakları ellerinden alınan kesim ister kabul edin ister etmeyin, Sünnîlerdir! Ve Beşar Esad’ı esir alan İran ile Rusya, kendi adamlarına yer açmak için soykırım uyguluyorlar. Bu soykırım illa insanları trenle Auschwitz’e götürüp fırında yakmak değil ki. İşte sınırımıza gelen o insanlar esasına Auschwitz kurbanları. Çamur içinde, çıplak ayak yaşayan çocukların ne gelecekleri var, ne bugünleri var. Hiçbir şeyleri yok.

Ama dünyada bu konuşulmuyor. Dünyaya teröristlerin hâmîliğini yapan bir ülke olarak lanse ediliyor.

Bizim sınırımızda eksi dört derecede çadırda donan bebek “Cihadçı” doğru mu? Hayır öyle değil. Burada yapılan şey çok net. Bu bölge İsrail’in güvenliği üzerine yapılandırılıyor. İsrail’in güvenliği için, burada Sünnî bir güç odağı istenmiyor kardeşim! Çünkü azınlık olanla baş etmek kolay, İran. Ama burada Osmanlı, Selçuklu, Emevi… Tarihe baktığın zaman burada bir güç, bu güç ortaya çıkarsa o, bu coğrafyada başka bir dış güce manevra alanı tanımıyor. 420 yıl tanımamışız. Şimdi bu tarihsel gerçekleri unutacaksın, sonra 20 milyon insan göçe zorlanmış, öldürülmüş, kendi topraklarında mülteci kılınmış, onları görmeyeceksin! Tarihin en büyük demografik değişikliği yaşanıyor. Asya’nın derinlerinden bile Şiî nüfus getiriliyor boşaltılan Sünnî coğrafyalarına yerleştiriliyor savaşçı yahut tüccar olarak ve bütün bir Suriye’nin Akdeniz kıyıları Rusya’nın eline geçiyor. Ama onlar mezhepçi değil! Senin Putin dediğin adam İstanbul’a gelmeden önce Şam’a uğradı, Antakya Ortodoks Kilisesi’nin papazı dediğimiz adamla sohbet etti öyle geldi. Neydi o işaret? O işareti alabilen alır. Ben alırım. Ben laik bir adamım, biliyorsunuz. Benim dinî-teolojik kavgayla bir alâkam yok; ama varsa eğer ortada böyle bir şey, onu da ilk söyleyen adam ben olurum. İşte oldum. Niye? Çünkü Sünnî güç bunların istemediği bir şey. İsrail için boşaltıyorlar alanı. Sonrasını kimin dolduracağı belli önümüzdeki yüz yıl boyunca. İşte görüyorsunuz, veliaht prensler çıkıyor, Siyonizm’in uşağı gibi dolanıyorlar ortalıkta.

Suriye nüfusu 2011’de 20 milyon, şu anda 8-10 milyon civarında…

Tabiî… Boşalttılar ülkeyi. Yazık günah değil mi? Son cümleyi de şimdi söyleyeyim. Rusya ile problemin olunca Amerika’ya, Amerika ile problemin olunca da Rusya’ya sığınmak bir strateji değil zavallılıktır. Bu zavallılığı bu millet asla takdir etmez, zaten hak da etmez! Çünkü bu millet büyük bir millet. 15 Temmuz’da emperyalizmin 1 dolarlık askerinin karşısına dikilmiş, “Ya bağımsızlık ya ölüm!” demiş, “Ya olacağız ya öleceğiz!” demiş Tayyip Bey’in cümlesiyle… Böyle bir millet ve bunu ayrıca yüz yıl önce de söylemiş. Yüz yıl önce de “Ya istiklal ya ölüm!” demiş. Böyle bir millete kalkıp senin habire vasî tayin etmeye çalışman kadro olarak -ama Avrasyacısı ama NATOcusu- olmaz! Böyle bir şey olmaz. Kabul etmiyorum!

Teşekkür ederiz.
Rica ederim.


Baran Dergisi 685. Sayı